Yaz, s. 23-37
Sevgili günlüğüm,
Çimdik
Bugün anneannem büfeden küçük bir peçete aldı, kafasına koydu, Samatya'ya babasını ziyaret etmeye gideceğini söyledi. Margarita'yla öldük gülmekten. Annem engel olmaya çalıştı, beni yardıma çağırdı. Anneannem kısa boylu, zayıf, bir deri bir kemik, ama bir kuvvetli, bir kuvvetli... Sinirdenmiş, öyle diyor annem. İnsan sinirlenince çok kuvvetli olurmuş.
Anneannem henüz sakinleşmişti ki bu sefer de büyükhalanın küçük çanının sesi duyuldu. Öbür odaya koştuk. Ama annem bizi dışarı çıkartıp kapıyı kapattı...
Margarita'yla tırabzandan aşağı kaymaya başladık. En sevdiğimiz oyun bu. Ayaklarımızı küt küt vura vura yukarı çıkıyoruz, tahta basamakların çıkardığı sese çıldırıyorum. Bütün ev sallanıyor, tırabzandan aşağı kayarken çığlıklar atıyoruz. Tabii kiracılarımız evdeyken yapmıyoruz bunu; neyse ki çalışıyorlar da bütün gün evde olmuyorlar.
Annem kucağında bir sürü kirli çamaşırla bir an göründü, sonra çamaşırlığa doğru indi, gözden kayboldu. Halası üzerine yapmıştı yine herhalde. Ben olsam bu pis çamaşırları yıkamaya tiksinirdim doğrusu. Ama babam anneme bir çift pembe lastik eldiven aldı. Ellerini sürmüyor pisliklere.
Neyse ki anneannem var. Her gün bir çılgınlık yapıyor, biz de eğleniyoruz. Dün Sofia'nın bir şişe mürekkebini içti. Likör zannetmiş. Ağzının tadını biliyor. Annem saçını başını yoldu, "Şimdi düşüp ölürse ne yaparım?" diyerek. Anneannemin ise ağzı burnu mürekkep içinde kaldı ama verdiği cevaba baksana: "Bir uyduruk likör için ne bağırıyorsun be? Parasını veririm, yenisini alırsın..."
"Bir kız çocuğunun günlüğünün bebekliğe geri dönmüş bir anneanneyle başlaması tuhaf değil mi?" diye düşündü Margarita. Kendisini bildi bileli anneannesi Klioniki'nin aklı gitmişti. Onun İstanbul'un uzak semti Samatya'daki yaşamına ait ayrıntılı hikâyeleri dinlemişti annesinden. Marmara denizinin kıyısında, bir başka denize bakan evinde dört çocuğunu sıkı bir disiplinle büyütmüş. Kızları kiliseye giderlerken uzaktan herkesin gözü onların üzerinde olurmuş. "Bakın hele 'Kambur'un kızları' geliyor," dermiş kahvede oturup nargilelerini fokurdatan Türkler, üç kızın güneşte pırıl pırıl parlayan tertemiz sarı saçlarına doğru işaret ederek. Oğlu da orada büyüyüp serpilmiş; hani sonradan yüreği parçalanarak Amerika'ya, kendi yolunu bulsun diye kardeşinin yanına yolladığı tekne kazıntısı oğlu.
Kosta söyler dururdu; başlarda kayınvalidesinin başına böyle bir şeyin geldiğine inanmak çok zor gelmişti kendisine. Evini erkek gibi, disiplinli, hesaplı, demir bir yumrukla yöneten bu kadın –kendisinden yaşça çok büyük olan kocası henüz damadı onu tanıyamadan ölmüştü– birdenbire elindeki avucundaki parayı Türk çocuklarına dağıtmaya başlasın, para bitince de hükümetin emekli maaşlarını gitgide daha uzun aralarla ödediğinden yakınmaya başlasın... Kayınvalidesinin dediğine göre hükümet zavallı insanlara bir yılda daha az emekli maaşı ödemek için bu numaralara başvuruyormuş. Klioniki kocasının emekli maaşını alıyordu; kocası Türk ordusunun üniformalarına şerit üreten bir imalathanede çalışan ustalardan biriydi.
Bir seferinde, davet edildiği evde ikram edilen tatlının kaşığını yanına alıp gelince, artık anneannelerinin o eski anneanne olmadığını hepsi anlamıştı. O zamandan ta öldüğü güne kadar hep evden kaçıp gitme düşleri kurdu durdu. Evden kaçsın, artık kim olduklarını bile bilemediği ev halkından kaçsın, kendisini dehşete düşüren bugünden kaçsın, geçmişin güvenli kanatları altına sığınsın, hafızasındaki tek hatıra olarak yerini koruyan Samatya'ya gitsin, sıcak baba ocağının çatısı altına sığınsın.
... Ama bunlar dün olmuştu; oysa Virginia Teyze her gün başımdan geçenleri yazmamı söylüyor bana. Sanki bir arkadaşımla konuşur gibi yazmalıymışım. Hem düşüncelerini de eklemelisin, diyor. Düşündüğüm gibi yazayım bari günlüğüme. Her ne kadar arkadaşlarıma bütün düşündüklerimi söylemesem de...
Şimdi de, girişten sonra bugüne geliyorum.
Margarita çığlık çığlığa tırabzandan kayarken ve ben de ayaklarımı var gücümle yere vura vura basamakları çıkarken dış kapı açıldı ve hülyalı küçük hanımımız, yani ablamız Sofia kapıda göründü. Virginia Teyzeme bakılırsa "erken gelişmiş" Sofia. Belki de bu yüzden bu kadar deli. Bir bakarsın bizi hiç fark etmeden yanımızdan geçer gider, bir bakarsın hiçbir sebep olmaksızın avaz avaz azarlar, çok arada bir de okşar, şarkılar söyler bize. Sesi çok güzel.
Sofia'nın sesi... Margarita'nın gözlerinin önüne büyük ablasının şarkı söyleyen hali geldi. Çünkü sadece sesi değildi güzel olan, sesindeki tutku, başını yana doğru atışı, şarkı söylerken ellerini kullanışı... Yıllarca Margarita, şarkı söylerken başını yana atarsa sesinin daha güzel çıkacağını sanmıştı. "Göğe Yükselme" bölümünde Sofia, "Mezarını Çiçeklerle Bezediler" adlı ilahiyi söylerken tüm cemaatin tüylerinin ürperdiğini hissederdiniz. Tam bir huşu içinde kendinden geçerdi insanlar onu dinlerken...
Şimdi de ne zaman evine gitseniz, transistorlu radyo hep açıktır, kendisi de eşlik eder şarkılara, yemek yaparken, kızının saçlarını tararken, Strato'nun gömleklerini yıkarken, yaptığı kumaş çiçeklerin yapraklarını ütülerken... Yunanca olsun, Türkçe olsun bütün şarkıların sözlerini ezbere bilir.
"Neyse ki Kosta'nın güzel bir tenor sesi var," diye düşünürdü Gliko; çünkü kendi sesi berbat olduğu gibi ailede hiç kimsenin de güzel sesi yoktu. Aksi halde bu kız bu Allah vergisi güzel sesi kimden almış diye meraka kapılabilirlerdi etrafındakiler.
... Bugün sinirlerimiz üzerimizde maşallah. "Evi yıkacaksınız", "bu ne gürültü," gibi sözlerle bizi bir güzel terslemekle kalmadı, Margarita'nın örgüsünü çekti, o da gitti onu ısırdı, sonra yukarı çıkarken benim koluma bir çimdik attı. Çok acıdı ama hiç bağırmadım; yalnızca suratına buz gibi bir bakış fırlattım çünkü biliyorum ki bu onu daha fazla kızdırıyor. Neyse beni bıraktı ve hışımla odasına girip kapısını kapattı.
On üç yaşını bitirdiği geçen yıldan beri kendine ait bir odası var. Dapdaracık bir odaydı, yüklük olarak kullanıyorduk; tutturdu, ben bu bebeklerle ders çalışamıyorum diye. Bunun üzerine Todori çağırıldı, bir güzel boyadı odayı, sonra içine bir yatak ve açılınca çalışma masası haline gelen bir kitaplık sığdırıldı. Keşke benim de böyle bir açılır kapanır yazı masam olsa, şu anda yaptığım gibi orta masasının ya da dizlerimin üzerinde yazmasam. Her neyse, işte oraya kapanıyor sabahtan akşama. Arkadaşı Roza da geliyor, birlikte ders çalışıyorlar. Bence bütün yaptıkları laflamak, gizli gizli gülmek, annem de dinlensinler diye saat beşte kahvaltılık bir şeyler taşıyor odalarına. Ama gördük karnesini. Zar zor geçti sınıfı. Gayet eminim ki öğretmeni Bay Nestoras ona kıyak geçmiştir, ne de olsa babamın tavla arkadaşı. Benim kendime ait odam yok, ders de çalışmıyorum ama sınıfın birincisiyim. Öğretmenim de böyle diyor.
Bugünlük bu kadar. İyi geceler.
"Ah Niki, kendini hep ne çok önemsedin." Ama Niki ablasının iyi öğrenci olduğu doğruydu. Margarita Zapyon'da müdür yardımcısının odasının taşınmasına yardım ederken dolabın birinde bir sürü iftihar listesine rastlamıştı. Bu okulda okuduğu tüm yıllar boyunca Niki'nin adı ya birinci ya da ikinci sıradaydı. Performansıyla ve başarılarını kolay elde etmekle övünürdü hep. Başkalarının zayıf yanlarını hoşgörüyle karşılamazdı. Kendisine göre anlaşılması çok basit olan şeyleri öğretmek için hiçbir gayret sarf etmez, "Bileşik sayılar niye girmiyor kafana, anlamıyorum gerçekten Margarita," derdi mesela.
Ama öğretmenler, aynı okulda ablası okumuş diğer çocuklara yaptıkları gibi, ona hiçbir zaman ablasını örnek göstermediler. Gerçekten zordu durumları. Ne diyebilirlerdi ki, "Ablana benzemeye çalış," nasıl desinler?
Kocası Pateranga'nın arkadaşı olan bir edebiyat öğretmeni vardı, sadece o ara sıra Margarita'yı kenara çekip sorardı Niki'yi. Bir keresinde endişeli bir yüzle, "Niki nasıl? Haber alıyor musunuz?" diye sormuştu. Kıpkırmızı olmuştu Margarita, ağzından fısıltıyla bir-iki sözcük çıkabilmiş, Niki'nin büyük ablalarına ara sıra mektup yazdığını, iyi olduğunu söyleyebilmişti. Öğretmen hanım kafasını iki yana sallamıştı yazıklanarak. O da için için heba olan büyük yeteneğe yanıyordu belli ki.
Niki meselesi bütün çevrelerinde tabuydu aslında; kimse bu konuyu asla ağzına almıyordu; Margarita ise, Niki'yi yakalayıp temiz bir sopa çekmek arzusuyla yanıp tutuşmuştu uzun yıllar.
(...)
Boğaziçi
15 Haziran 1955, Çarşamba