Hande Öğüt, "Göçmenlik, avarelik, feminizm", Radikal Kitap Eki, 22 Temmuz 2005
"Dünyanın kötülüklerinden sıyrılmak olanaksız değildir. Dış etkilerden ve iç güdülenmelerden kurtularak, istenci olumsuzlayarak bir tür özgürlüğe kavuşabiliriz," savını ileri sürer Schopenhauer, mutluluğun imkânsız olduğunu düşünenlere inat...
Avangard romanın kilometre taşlarından addedilen Ağırbaşlı İki Hanımefendi ile tanıdığımız Jane Bowles, Açık Havada Bir Gün adlı kitabındaki hikâyelerinde, dışsal otorite ve içsel şartlanmaların yıkıldığı, küçük, mütevazı dünyalar kuruyor. Kahramanları için murad ettiği bu sade evren, tek yönlülük ve kapalılıktan sıyrılıp bildik özgürlük klişesini kırarak hürleşmenin adresi kılınır. Kötülüklerden kurtulunmaz ama kötülük bir metafora dönüşür; özgürlük ise bir üst bilinçlilik hâline.
Engin yeteneğine rağmen hayatı boyunca bir roman (Ağırbaşlı İki Hanımefendi), bir oyun (Yazlık Evde) ve bu kitaptaki altı kısa öykü harici bir şey yazmayan, tasarladığı iki romanını da tamamlayamadan felç geçiren Jane Bowles, literatüre armağan ettiği eserler kadar özel yaşamıyla da tartışma konusu oldu daima. Amerika'yı terk edip Doğu'ya yerleşti; eşcinsel ilişkilerde mutluluk buldu. 1946-1966 yılları arasında kaleme aldığı hikâyelerin toplandığı Açık Havada Bir Gün; özgün, ateşleyici, dilinin sadeliği içinde en beklenmedik anlarda şaşkınlık yaratan, sıradan görünen yaşamların ardındaki zenginliği açık edebilen metinlerden mülhem. Niceliğin değil niteliğin öne çıktığı, gücünü yazmanın acı verici hazzı ve geriliminden alan öyküler, günah ve arınma, düş ve gerçek, kadın-erkek, anneler ve kızlar gibi ikilemlerin içinden geçerken ironinin dayanılmaz hafifliği ile kuşatıyor okuru.
Hissedilenle söylenen arasında
İçten geçen ile dile dökülen, görülen ile gözetlenerek sezilmeye çalışılan arasındaki uyumsuzluğun çarkındaki bireyleri, gerçekçi bir gözlem ile yazıya taşıyan Bowles temel çıkış noktasını, çarpık işleyişe başkaldıranların, sürüden ayrılarak yalnızlaşmayı seçenlerin kendiliğindenliği ve ilişkilerinde bulmuş. İlk öykü 'Sade Sefalar', kocasının ölümünden sonra yalnızlığı seçerek doğaya dönen 40'larındaki Alva Perry'nin hayatının küçük bir kesidini yansıtır. Komşusu John Drake ile tesadüfi tanışmasının ardından onunla yemeğe çıkan Alva, hem sarhoş, hem de âşık olur olmasına ama aslında o, yeni biriyle tanışmaya ve yeni yerler görmeye hiç ihtiyacı olmayan bir mizantroptur. Yalnızlık, vazgeçişlilik ve yoksunluğunu, yalınlaştırılıp yalıtılmış bir küçük evrene masseden, yaşamına anlam verme çabası içindeki Bowles kadınlarından biridir Alva.
Yalnızlıkla çocukluktan itibaren baş başa kalan; natüralist feminist; kendi merkezinin varlığını unutan arzulara, arzu akışlarına olanak sağlayabilen kadınlardır bunlar...
'Yeşil Çubuk Şeker' adlı hikâyede yine yalnızlığa meyyalliği çocukluğunda beliren Mary'nin kendine doğanın kucağında kurduğu küçük dünyayı anlatır, Bowles. Ebeveyninin ve toplumun müeyyide çemberinin dışına cesurca çıkabilen Mary, kusursuz bir özgürleşimci psikolojik mekanizmayı yerleştirir zihnine, tıpkı doğanın kucağında yeşerttiği hayali oyunlar gibi...
'Her Şey Güzel', Bowles'un yaşamayı seçtiği Fas'ta geçer. Hıristiyanlar ile Müslümanların komşuluk ilişkileri, reddedilemeyen benzerlikler, etnik kökeni ne olursa olsun kadınlar arasındaki önlenemez rabıtalar ve kadınların dünyayı güzelleştirmesi dile getirilir. Diğer hikâyelerdeki kadınlar da sadece hayatın güzel ya da çirkin oluşuna önem veren mütevazı ruhlardır.
'Bir Guatemala İdili'nde Bowles, eşi Paul Bowles'ün Esirgeyen Gökyüzü'nde hakir gördüğü, belirli bir süreliğine yolculuğa çıkan turistlerle dönmemecesine yola düşen gezginler arasında yaptığı ayrımın benzerini gerçeğe dönüştürür. İspanya'nın bir kasabasındaki salaş pansiyona gelen Amerikalı gezginin ikilemlerinde, ekonomik yayılma hasebiyle başka medeniyetleri ve melezi daima merak eden Batı hicvedilir, örtük biçimde. Ötekileştirilen bir kültürün gelenek ve alışkanlıklarını bir laboratuvar deneyine dönüştüren gezgin, pansiyonda kalan iki çocuklu, geçkince, şişman dul Senaro Ramirez ile cinsel ilişkiye girer; kadının arzusuyla gerçekleşen bu gelgeç ilişki, Batılı gezginimizin meşruiyetini gizlediği, ölesiye suçluluk duyduğu bir günahtır. Oysa Senora, istekleri ile yapabilme gücü arasındaki ikilemden gücünü alan, arzusunun üreme ve ahlâktan kopmasına izin veren bir kadın olarak, eril öznenin kadın bedenini nesneleştiren, araçsallaştıran, parçalara ayıran tek katlı arzusunun yerine kendi çokkatlı arzusunu öne çıkarır. Utancını asla silemeyeceği ilişkisinin ardından memleketine dönen gezgin, serüvenini bir anıya dönüştürüp kendi 'zamanını' yaşayacaktır artık.
Parametreler sorunu tarihte değil, bizim zamanımızda yatar, Umberto Eco'ya göre. Kişi, gezgin örneğinde olduğu gibi farklı konularda birbiriyle çelişen parametrelere sahip olabilir. Ancak Batı kültürü, kendi çelişkilerini açık ederken aynı anda onu sağaltacak teknolojik kapasiteye de haizdir. Bowles, hayatının bir bölümünü dünyanın 'Doğusu'nda geçiren, kendi kültürüne gönüllü sürgün, göçebe bir yazar olarak seküler, liberal politik çevrelere ters düşmeyi göze alırken yerleşik cinsel kimliği de reddederek 'rizomatik' bir ağın içine yerleştirir yaşamını ve yazınını. İnsanlığın tüm değerlerini alt üst eden bir dönemde (50'liler) yaşayan ve yazan Bowles, doğal olarak bekleyiş, bırakılmışlık, yalnızlık, umutsuzluk ve yabancılaşma üzerine kuracaktır yapıtını.
Temel ilgi alanlarından biri anne-kız ilişkisi olan, 'In the Summer House' adlı oyununda da anadan kıza geçen genetik bir şifre olarak annelik kavramını irdeleyen Bowles, bu öyküsünde de anneliği ve kızlarıyla rekabetini ele alır. Ki bir sonraki öykü 'Cataract Kampı'nda da yine birbirlerine hem annelik, hem evlatlık yapan Harriet ile kız kardeşi Sadie arasındaki himaye, kıskançlık, öykünmeye tutar ışığını.
Aylaklık üzerine düşünceler
Göçebelik, anarşist ideolojinin içinden bir kavramsallık olarak belirmekle birlikte, aylaklığı da imleyen bir semboldür aslında. Bowles bu anlamda 'aylaklığa' yakın durur. Yaşamın absürdlüğünü ve insanlar arası iletişimin olanaksızlığını vurgulayan 'saçma tiyatro' geleneğinden beslenen bir oyundur sanki bu hikâyeler. Yitip giden zaman eksenini hikâyesinin dip akıntısı yaparken şimdiki zamanda geçmişin hesabı, geleceğin hayalleri ile hemhal olan insanların dramıdır sergilenen. Yazar, olayları izlememize izin verir ama kendi içimize çağırır bizi ilkin; aşinalık kurup anlamlandırmamıza ve kendi tecrübelerimizle paralellikler kılmaya yöneltir. Hikâyeler arasında gezinirken seyreder, seyrederken de düşünürüz; aylaklık üzerine. Walter Benjamin'e göre, içinde yer alınan fakat olumlanmayan, değiştirilmeye de güç yetmeyen bir hayatın içinde, bir tür protestodur, aylaklık.
Bowles'un aylakları gözlemler, düşünür; bireyselliğine, mahremiyetine sahiptir ve onun dış dünya tarafından yutulup silinmesine; kitlenin prototipi olmasına izin vermez. Bir başka varoluş, yaşayış biçimi geliştirirler.