Açılış bölümü, s. 13-20
Mayıs 1990, bir cuma akşamüzeri, Macaristan'ın Budapeşte şehrindeki Café Gerbeaud'nun terasında oynandığı şekliyle dürüstlük oyununun aldatıcı basitlikteki kuralları:
1. Oyuncular (bu seferlik beş kişi) küçük bir kafe masasının etrafına toplanıp, komik postallı somurtuk ve dalgın bir garson kızın çalakalem çiziktirdiği siparişlerinin gelmesini sabırsızlıkla beklerler: bebekevi fincanlarında espresso, şeffaf karamelden Art Nouveau kıvrımlarla süslenmiş büyük pasta dilimleri, üzerine kızıl-turuncu milli baharat serpiştirilmiş cılız sandviçler, likör bardaklarında tatlı, buruk ya da sıcak içkiler, sözde Karpat Dağlarının yükseklerindeki bakir kaynaklardan zaptedilip getirilmiş suyun içlerinde fokurdadığı çaydanlıklar.
2. Daire olup sırayla doğru gibi görünen cümleler söylerler, her seferinde bir cümle. Gerçekliği ispat edilebilir ifadeler yasaktır. Oyun bu şekilde dört tur oynanır. Yani bu seferki oyunda görünüşte doğru yirmi cümle bulunacaktır. Yarışmaya tutarsız ya da akıl karıştırıcı konuşmalarla veya yardımcı yalanlarla müdahale etmek mübah ve takdire şayandır.
3. Oyun esnasında oyuncunun sarfettiği dört cümleden sadece birinin "doğru" ya da "dürüst" olmasına izin vardır. Diğer üç cümle "yalan" olmalıdır. Oyuncular doğru cümlelerini ele vermemeye çabalarlar, utanç, hayret, öfke, şok ya da acı taklidi yapmak gayet muteberdir.
4. Oyuncular rakiplerinin hangi cümlelerinin doğru olduğunu belirlemeye çalışırlar. Oyuncu A; B, C, D ve E'nin hangi cümlelerinin doğru olduğunu tahmin eder. Oyuncu B, aynı şeyi A, C, D ve E için yapar. Monogramlı (CMG) bir dolmakalemle, kırıntılı bir peçetenin üzerine skor tabelası yapılır.
5. Oyuncular doğru cümlelerini ifşa ederler. Bir oyuncu doğru kabul edilen her yalanı için ve rakiplerinin doğru cümlelerini her buluşunda bir puan kazanır. Beş kişinin oynadığı bugünkü oyunda tam puan sekiz olacaktır: dört zavallı avanağı tufaya düşürmek karşılığında dört puan ve onların cılız, şeffaf kandırma gayretlerini yakalama karşılığında bir dört daha.
II.
DÜRÜSTLÜK OYUNU –1989-90'da komünizmin tıslaya, çırpına sönüşünün hemen ardından Budapeşte'de yaşayan bazı genç yabancı gruplarının ürünü – tesadüfen bu mayıs ikindisi tertip edilen müsabakadaki beş oyuncudan birinin pek-tutulmuş icadıydı. Charles Gábor kendi yaşından insanlarla birlikteyken hep ev sahibi gibi görünür, bu güneşli terastaki küçük kafe masasında da kendinden emin, sükûnetle hüküm sürüyor. 1920'lerdeki züppelerin Art Deco resimlerini andırıyor: uzun parmaklar, ölçülü hareketler, düz ve parlak saçlar, arsızca üniversite kokan bir kravat, en sevdiği pamuklu kumaştan yapılmış pileli pantolon, muzipçe sivri bir burun, şakacı bir yarım gülüş, adeta ifadeleri belirginleştirmek için tasarlanmış bir kaş. Terası çevreleyen ve turistlerin, yerleşik yabancıların, tek tük Macarların başlarının üzerine sarkan yeşil, birbirine geçmiş ağaçların altında Charles Gábor kendisi gibi dört Batılıyla birlikte oturuyor, son birkaç haftada partiler, ailelerin tavsiyeleri, arkadaşımın-arkadaşının-arkadaşı tesadüfleri ve (şu son tanıştıklarında) sırf tahammülü çok zor bir pişkinlik vesilesiyle bir araya gelmiş alakasız bir grup – kendi ülkelerinde, normal hayatlarını sürseler birbirlerini hiç tanımamaktan pek memnun olacak beş insan.
Fazlaca küçük bir kafe masasının etrafına toplaşmış beş genç gurbetçi: hiç mi hiç önemi olmayan bir an, güçlü bir klişe kokusu da eksik değil.
Tabii içlerinden biri değilseniz. O zaman bu anlamsız, abartılmış an (tam o sırada ya da sonradan) hem bir devrin hem de sizin kendi gençliğinizin bir özeti, sizi tam manasıyla tanımlayan bir ikindi gibi görünebilir (gerçi bunu dalga geçmeden yüksek sesle söyleyemezsiniz). Bir şekilde bu Dürüstlük Oyunu daha uzun bir olaylar dizisinin imbikten geçmiş anısına dönüşür. Israrla belleğinizin yüzeyine yükselir – o ikindi bir insana, yer ya da ruh haline âşık olmuş, herkesi kandırmanın gücünü tatmış, dünyaya dair büyük bir gerçeği keşfetmişsinizdir, (vaklayan annesinin yüzen kıçını ilk kez gören bir yavru ördek gibi) silinmez bir damga kalbinize dağlanmıştır, ki takdir edersiniz, kalbiniz dağlanmak için kısıtlı yeri olan sınırlı bir alandır.
Önemsizliğine rağmen böyle bir an vardı işte, şu birkaç saat, post-komünist çağın açılış haftalarında bir Orta Avrupa başkentinin kafe terasında akşama loşlaşan şu bahar ikindisi. İçki bardakları. Beyzi, yaprak biçimli gölgelerin arasında, optik yanılsamalar gibi elmas ışık benekleri. Terası, onu çevreleyen şehir meydanından ayıran dökme-demir korkuluğun kafes işi kıvrımı. Rahatsız sandalye. Günün birinde bu da birisinin geçmişte kalmış, zalimce ulaşılmaz altın çağını temsil edecekti.
Charles Gábor'un sağında Mark Payton oturuyor, ileride bu anı, hayatının parlak, eşsiz zaferlerinden biri olarak düşünecek. Aradan geçen yıllar bu muğlak, karmaşık ikindinin bütün sivriliklerini törpüleyecek, öyle ki Mark gelecek olayların tohumlarının atıldığı bir saksı olarak neredeyse billursu çekirdeğine kadar görebilecek bu ikindiyi, kendi (hiç mi hiç tutmayan) yansımasını bahar havasında burnuna aşk ve davet kokuları gelen genç ve mutlu bir adam olarak görebilecek.
Huzur içinde oturuyor, son zamanlarda elde etmekte gittikçe daha zorlanır olduğu bir ruh hali. Bu ikindi beşi Gerbeaud'da buluştuklarında, Charles, Emily Oliver'ın sandalyesini oturması için kibarca çekmeden önce, Mark çoktan istediği sandalyeye çaktırmadan konmuştu bile, Budapeşte'de geçirdiği şu iki ayda hazzettiği beş-altı yerde hep yaptığı gibi. Gizli istekleri kırk beş derecelik olsun bir yanlış konumlanmayla hüsrana uğrarsa manzarasının ve akabinde ikindisinin, hatta belki günlerinin mahvolacağını biliyor.
Sağ salim yerine kurulunca, başını sola çevirdiğinde Café Gerbeaud'yu, antik mekânın içini, geçmişin ta kendisini görüyor: pasta camekânları, aynalar ve koyu renkli ahşap panellerle kaplı duvarlar, yaldızlı koltukların kırmızı kadife minderleri. Gün ışığında minderler yıpranmış görünüyor, boyalar da dökük dökük ama Mark Payton'ın umrunda değil. Döşemeci o kadar el emeği harcayınca minicik de olsa bir şeyleri şişirir tabii. Atmosferdeki eskilik ve solmuş ihtişam Mark'a daha ikna edici geliyor, ona bir şeyleri kanıtlıyor. Budapeşte'nin büyük bölümü –barbar bir savaşı takip eden kırk beş yıllık komünist yönetim boyunca boyanmamış, temizlenmemiş, onarılmamış– benzer hazlar sunuyor. Şimdilik.
Tam karşıda, arkadaşlarının arkasında, Mark'ın Yeni Dünya gözü, azametli ve kasten bunaltıcı (gerçi kendi yerli izleyicilerini bunaltma yetisini çoktan kaybetmiş) on dokuzuncu yüzyıl Avrupa mimarisinden sebepleniyor. Senelerdir bu mimariye bakma, onu içine çekme, bir şekilde sindirme özlemiyle yanıp tutuşmuş Mark. Maalesef, soldaki Harmincad utca'da, komşu Deák Meydanı'nın tuhaf, bakımsız asimetrisine cam-ve-çelik şirket modernliğini dayatmak üzere dikilen Kempinski Oteli'ni unutamıyor. Ama en azından oturduğu yerden inşaat alanının o berbat şantiye izlerini ve yaralarını görmüyor.
Küçük (haritalarda zor gösterilen) Harmincad utca'nın hemen sağında, en sevdiği tipik-on dokuzuncu-yüzyıl Haussmann üslubu bir iş hanı var, bütün Peşte'ye, Paris'e, Madrid ve Milano'ya serpiştirilmiş devasa mansard çatılı güzellerden. Zemin katın bütün ön cephesinin ikinci sınıf bir havayolu şirketinin ara sıra açılan, köhne satış bürosu tarafından işgal edilmiş olması Mark'ın estetik duygusunu taciz etmiyor çünkü büronun, oturduğu yerden zor seçilen dekoru öyle abuk sabuk bir 1960'lar Doğu Bloku havası taşıyor, öyle kasıtsız ama yine de acıtatlı bir şakraklığı var ki başlı başına başka bir altın çağı hatırlatıyor: kahverengi takımlı aparatçikler, prestijli üniversitelerden çıkma, yuvarlak madeni çerçeveli gözlüklü, siyah-beyaz diplomatlar, kepli hostesler, Bulgar suikastçiler, Oxbridge'li hainler, serbest piyasa kurallarından ziyade ideolojik uygunluk sayesinde böyle birinci sınıf bir mülke konmuş bu gülünç denecek ölçüde yabancı ve alakasız havayolu şirketi türünden şeylerle dolu o solgun dönemi.
Bu işhanı, Budapeşte'nin (coğrafi olmasa da) turistik merkezi olan Vörösmarty Meydanı'nın doğu tarafının büyük kısmını kaplıyor, Gerbeaud da bütün kuzeyini: Mark'ın çevirilerini bulursa ileride üzerinde çalışmak istediği bir şair olan Vörösmarty'nin yüksek bronz heykelinin etrafına resim sehpaları ve ressamlar saçılmış. Meydanın güneyindeyse, kıvrılarak gözden kaybolan, trafiğe kapalı bir alışveriş sokağı olan Váci utca'yı gösterecek kadar aralanmış on dokuzuncu yüzyıl binaları var. Sokağın ağzından, Bolivya dağlarının kâh civciv sesini andıran kâh gümbür gümbür gümbürdeyen aşk şarkılarını çalan bir And bandosunun cıvıl cıvıl sesi yankılanıyor. Müzisyenler Mark için hoş bir amaca hizmet ediyorlar: Pançolara bürünmüş, durdukları yerde duramayan romantikler, Macaristan'ın ilk McDonald's mamullerinin tadına bakmak için can atan, kimisi bu hadise için süslenip püslenmiş Macarların oluşturduğu yüzlerce metrelik kuyruğun çirkin manzarasını kapatıyorlar.
Tabii grubun geri kalanı, Mark'ın kendisini koruduğu, meydanın batı tarafından muaf değil. Ama Mark sırtı dönük olduğu halde binanın kendisini makaraya aldığını hissedebiliyor, (yeni olamayacak kadar eski, antika şeylerin estetik ayrıcalıklarını talep edemeyecek kadar yeni) 1970'ler tarzı cephesinin beton blokları ve göze batan sert çizgileri maalesef Gerbeaud'dan görülüyor, tabii basiretli davranıp en batıda, zarif demir parmaklıkların yanında, tatlı yeşil dalların altında, kafenin karanlık içine, parıltılı geçmişe bakan masayı kapmamışsanız.
Kızıl saçları hızla dökülen ve hızla kilo alan, hiperaktif sohbeti tarih ve kültür konularında tam gaz ilerlerken torbalı ve sarkık yüzü daima belli belirsiz bitkin görünen Mark Payton, (bazı yarı-Fransız bölgeleri hariç) buralara hiç benzemeyen Kanada'dan gelme. Yaklaşık yirmi iki yıllık eğitimini daha yeni bitirmiş. Birkaç ay önce kültürel araştırmalar alanındaki doktorasını tamamlamış, on bir aylık planlı Avrupa gezisinin ilk üç haftasını geride bırakmış, doktora tezinin daha popüler bir açılımı olacak şekilde tasarladığı kitap üzerine araştırma yapıyor: nostaljinin tarihi.
Yanında Emily Oliver oturuyor, Nebraskalı ama büyük bölümünü unuttuğu ilk beş yılını Washington D.C.'de geçirmiş. O da Birleşik Devletler büyükelçisinin yeni özel asistanı olarak görev yapmak üzere daha yeni gelmiş, mart ayında; bu memuriyeti hem kendi becerileriyle hem de bazı özel aile bağlantılarının yardımıyla kazanmış. Masadaki en yeni elemanın gözle görülür ölçüde meraklı sorularını cevaplarken mesleğini "temiz" ama aynı zamanda "biraz, ne desem, angarya ama şikâyetim yok" diye tanımladı az önce, şikâyet suçuna dul babasının verdiği ceza gıdıklamaktı (Emily yedi yaşına gelene kadar), etkili vecizelerdi (yedi yaşından on iki yaşına kadar), sonra da –Vietnam'da, bir biçerdöver kazasında ya da annesinin son haftalarında– tanıklık ettiği gerçek acıların sert betimlemeleriydi. Şikâyetin sonu.
Emily çok Amerikalı görünüyor: Amerikalılar bile öyle diyorlar. ("Süt mısır gibi kokuyor," diyecekti Charles Gábor ürpertiyle, akşamın ilerleyen saatlerinde kimselere belli etmeden kendisine Emily' nin boşta olup olmadığını soran birine.) Açık kahverengi saçlarını at kuyruğu yapıyor, Nebraska ahalisinin kibarca köşeli çene dediği ama aslında kulaklarından asılmış, yere paralel duran geniş bir ikizkenar üçgene daha yakın olan çenesini dımdızlak ortada bırakıyor. Çenesinin heybetine rağmen, yüz hatlarını "yumuşatmak" ya da "gözlerini vurgulamak" için yöntemler öneren iyi niyetli oda arkadaşlarını ve kuaförleri hep gülerek reddetmiş.
Herkese pek bir övdüğü açık sözlülüğün ete kemiğe bürünmüş hali, tarihin hırpaladığı Macar ahbapları bu özelliğini hem çok hoş hem de biraz anlaşılmaz buluyorlar, dünya düzdür demek gibi. Elçilik büyükleri ve karıları dinleme becerisini, kararlı ve sağlam havasını, kendi gençliklerine olan benzerliğini sayıp döküyorlar, bunların hiçbirine diyeceği yok ama son kıyaslamayı biraz daha az duymaya bir itirazı olmazdı. Oda arkadaşları daima onun dünyanın en tatlı, en güvenilir kadını olduğunu söylerler, insanın ilk karşılaştığında zannettiği gibi sıkıcı bir kız olduğunu değil.
Burada bu ikindi vakti Gerbeaud'da, üzerinde haki bir pantolon, beyaz gömlek, mavi ceket var, genelde olduğu gibi, ABD elçiliğinin diplomat olmayan genç çalışanlarının standart giysisi, aynı zamanda dünyadaki bütün stajyerlerin ve taze asistanların şaşmaz kabile kostümü. Emily de bütün olumluluğuna rağmen, şaşaalı isimli sıkıcı işlerin hayalkırıklığıyla yüz yüze gelmek üzere gibi duruyor, çok geçmeden daha gözde bir mevkiin ve düşünecek daha az zamanın sıcak kollarına çekilecek.
Sağında, az önce "anı yaşayanlara yüksek lisans derecesi verdiklerinde" okula döneceğini çeyrek ciddiyetle söylemiş olan genç bir adam oturuyor. Scott Price'ın beyanatı, kendi-işini-kendin-gör kitaplarından, Doğu felsefeleriyle kısa ve ateşli aşk maceralarından, tavsiye edilen ya da edilmeyen çeşitli psikoterapi rejimlerine döngüsel olarak girip çıkmalardan oluşan diyetini açığa vuruyor. Hep mesafeli duran garsona Karpat maden sularında sodyum bulunup bulunmadığını sorması için Charles'a yaptığı her biri bir öncekinden daha ısrarlı ricalar ve Charles'ın bu ricayı yerine getirmekteki, hatta soruyu ciddiye almaktaki isteksizliğinin onda yarattığı bariz hüsran, az önce ortaya attığı "öfkeyle yeni, daha iyi bir ilişki kurduğu" iddiasını yalancı çıkarıyor.
Yedi ay önce Scott, bir Seattle gece kulübünde, sahne önünde zangırdamakta olan bir hoparlöre fazlaca yaklaşmış ve çoktan miyadı dolmuş, bal-gibi-tatlı bir epifaniyle yıkanmış. "Look at Me, I'm Above It All" (Bak bana, her şeyi aştım. ç.n.) –Seattle'ın Amerikan popuna hükmettiği yıllardan kalma bir liste şarkısı– üzerinden ve içinden gürleyerek geçmiş, şarkının adının ironik olduğunu bildiği halde düz anlamıyla almayı tercih etmişti; o andan itibaren çekişmelerin üzerinde, çuvallamayla son bulan ilişkilerin, mutsuzluk veren işlerin, en çok da ailesinin uzun mesafeli kısıtlamaları, soğuklukları ve acımasızlıklarının uzağında olacaktı. Annesiyle babasının kendisine, doğal yollarla hatırlayabildiğinden çok daha uğursuz şeyler yaptığına dair bastırılmış anılarını cımbızla çekip kül etme gayretiyle boşa geçen altı hafta boyunca kendisine kılavuzluk etmiş olan o ufak tefek atletik kadına geri dönmeyecekti ertesi gün. Hoparlörle kalabalık arasında durmuştu ve ses, yılların hıncını üzerinden soyup çıkarmıştı, ona bir daha asla ihtiyacı olmayacağını biliyordu.
Bir hafta sonra Los Angeles'taki ailesine haber vermeden ABD' yi terk ederek, annesi, babası ve erkek kardeşiyle seyrek temaslarla geçen son iki yılına noktayı koymuştu. Budapeşte'de su yüzüne çıktığında rahat nefes alıyordu. Burada üniversite diplomasından faydalanarak bir özel okul zinciri olan –önce Prag, sonra Budapeşte, Varşova, Sofya'da şubeler açmış, Bükreş, Moskova ve Tiran'da da açmayı planlıyorlardı– Yabancı Dil Eğitimi Enstitüsü'nde Ders Programları Müdür Yardımcısı olmuştu, o en kıymetli metayı, İngilizceyi pazarlamak için.
Scott'ın kül sarısı saçları, İskandinav'a çalan yüz hatları, ince ama kaslı yapısı (fanila tipi şeyler giyerdi) ve ayan beyan Kaliforniyalı sıhhati sadece okulda ya da bu masada değil her yerde seçiliyor. Budapeşte'nin neresine gitse hoş bir egzotikliği var, yabancı olduğu ilk bakışta anlaşılıyor, bildiği üç beş Macarca kelimeden birini kendinden emin yanlış telaffuz etmesine ya da Stalin doğduğundan beri domuz eti ağırlıklı menülerini değiştirmemiş olduklarından onu vejetaryen gibi bir şey yapan devlet malı lokantaların düşük maaşlı garsonlarını ağır, pedagojik İngilizcesiyle taciz etmesine meydan kalmadan. Annesi, babası ve erkek kardeşi olduklarını iddia eden üç yabancıyla L.A.'de geçirdiği çocukluk yıllarından pek de farklı olmadığı esprisini yapıyor Scott. (Ama Scott o zamanlar kısa, ince, kıvırcık saçlı, esmer, gayet geleneksel tiplerden oluşan ailesinde tek muazzam –karikatürsü– obez, sarışın Yahudi olduğunu söylemeyi ihmal ediyor.)
Macaristan'da geçirdiği dört ayın ardından Scott öngörülebilir ama bir şekilde daima şaşırtıcı olan şu duygusal zayıflık anlarından birine denk gelmişti. Gecenin bir vakti, annesinin onun istemediği kadar pişmanlık duymasından endişelenip Kaliforniya'ya üzerinde Buda Kalesinin resmi olan bir kartpostal göndermiş, arkasına Burada bir süre öğretmenlik yapacağım. Umarım hepiniz iyisinizdir. S. yazmıştı. Kart küçük, kırmızı posta kutusuna düşer düşmez pişman olmuştu ama adres belirtmediği için kendini teselli etmişti, onlar bile satır aralarını okuyabilirlerdi kuşkusuz. Özenle inşa ettiği dünyası hâlâ güvendeydi.
Ama iki ay sonra, Scott'ın yanında bugünün beşinci yarışmacısı oturuyor, yeni gelen ve hak ettiğinden fazla nefret edilen kardeşi John.