Bülent Somay, “Bir Kült Kitap: Yüzüklerin Efendisi”, Cumhuriyet Kitap Eki, 20 Kasım 1997
Soğuk, protokol düşkünü, heyecansız, mesafeli, tepkileri ölçülü, resmi, ateş hattında bile beş çayını ihmal etmeyen İngiliz ulusu, hiçbir şeyden kendi yazarlarından çektiği kadar çekmedi. Eşcinseller mi istemezsiniz (Oscar Wilde), roman yazıyorum diye hela maceralarını anlatanlar mı (Jame Joyce)? Zaten zamanında Swift şu İrlanda meselesini karıştırıp saygıdeğer İngilizlerin başını epeyce ağrıtmıştı. D. H. Lawrence soyluların dünyasına cinselliği soktu. Virginia Woolf "İngiliz kibarlığı" maskesi ardında gizlenen "erkek egemen" toplum değerlerini az mı aşındırdı? Bunlara bir de saygıdeğer bir İngiliz dili profesörünün (hiç utanmadan!) peri masallarını roman diye yutturmaya kalkışmasını ekleyin...
J. R. R. Tolkien 1937'de Hobbiti yazdığında o kadar da ciddiye alınacak bir durum yok gibiydi. Alt tarafı, üstad çocuklarına anlattığı masalları yayımlamıştı; bu kadar şirinlik bir İngiliz centilmeni için bile hoş görülebilir. Ancak o tuttu, on yedi yıl sonra koskoca üç cilt daha yayımladı: Yüzüklerin Efendisi. Artık bu kadarı bir "hoşluk" olarak görülemezdi. Saygıdeğer profesör bin beş yüz sayfaya yakın bu kitapta hiç üşenmeden karakterler yaratmış, neredeyse eksiksiz "dil"ler oluşturmuş, koskoca bir dünya ve uçsuz bucaksız bir tarih tasvir etmişti. Belli ki kendini ciddiye alıyor, ciddiye alınmayı bekliyordu.
"Edebiyat eleştirisi" kurmayları bu kadarını hoş göremezlerdi. Hemen yaylım ateşi başladı: "Orta Dünya" da neresiydi? Ayrıca bu hobbitler, cüceler ve elfler kimdi? Hiç gören olmuş muydu onları? Çocuklarımızın kafalarını hurafelerle doldurmaya çalışıyordu bu adam! Üstelik bu bir tür "kaçış edebiyatı"ydı. "Gerçek"lerle uğraşmak varken, birtakım bodur yaratıkların "mutlak" bir kötülükle boğuşmasının öyküsünü anlatmanın âlemi var mıydı yani?
Kimileri düşünüp taşındı ve Tolkien'ın bir kurnazlık yaptığını, aslında anlattığının hiç de hobbitlerin ve elflerin, orkların ve gulyabanilerin öyküsü olmadığını, kitabın bal gibi de bir II. Dünya Savaşı alegorisi olduğunu "keşfetti". Sauron "Hitler"di. Orklar "Naziler"di. Karanlıkların Efendisi Sauron'a karşı birleşen Orta Dünya halkları (insanlar, cüceler, elfler ve hobbitler) Müttefik Kuvvetler oluyordu tabii. İşler Gandalf'ı Churchill'e, Frodo'yu (ya da Aragorn'u) DeGaulle'e benzetmeye kadar vardı mı bilmiyorum (Gandalf ve Churchill göbek bakımından, Frodo ve DeGaulle ise boy bakımından hiç uyuşmuyorlar); ama bu alegori kâşiflerinin açıklayamadıkları birkaç şey kaldı: "Yüzük"ün ne olduğu, Gollum'un kim ya da ne olduğu gibi. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur!
LeGuin, "Alegorilerden nefret ederim," der; "A 'aslında' B'dir, atmaca aslında el testeresidir – laf. Martaval. Eti ve canı olan, birinci ya da ikinci düzeyden her yaratı, 'aslında' kahvaltıdan önce bir düzine birbirine benzemeyen şey olabilir." Tolkien'ın da bu "alegori sevmezlik" konusunda LeGuin'den aşağı kalmadığı, özellikle Yüzüklerin Efendisi'ne yapılan alegori yakıştırmalarına şiddetle öfkelendiği bilinir. Haklıdır da bu öfke: Gandalf ya da Sauron, elfler ya da orklar "aslında" hiçbir şey değildirler, kendilerinden başka. Sorun "kendilerinin" ne olduğunu bulmakta.
Her roman, birkaç karakterin (eğer karakter yaratabilecek kadar başarılı bir romansa tabii) maceralarının içinde geçtiği geri planı adım adım oluşturur. Bu geri plan bizim bildiğimiz ve tanıdığımız, içinde yaşadığımız dünyaya çok benzeyebilir, ya da ilgisi bile olmayabilir. En nihayet, Madam Bovary de, Prens Mişkin de, en az Frodo ve Aragorn kadar "hayali" karakterlerdir. Ancak Madam Bovary bizim "tanıdığımız" 19. Yüzyıl Fransası'nda yaşar; Frodo ise "Orta Dünya"da. Sorun, hangi dünya'nın "daha gerçek" olduğunu saptamakta.
Madam Bovary'nin "Fransa'sı", bizim bildiğimiz dünyaya, bizim "bugün ve burada"mıza çok benzer benzemesine, ama gene de "gerçekliğin", Flaubert'in algı ve kurgu süzgecinden geçmiş bir versiyonudur; geri plan, yazarın psikolojik gelişimi tarafından belirlenmiş algılarına, değerlendirmelerine, kanaatlerine, ideolojik önyargılarına bağlı olarak kurulur. Biz bu "kurulmuş" dünyayı tanıdığımızı zannederiz yalnızca.
Orta Dünya'da ise böyle bir yanılsamamız yoktur. Orta Dünya, Tolkien'ın muhayyelesinden çıkıp geldiği biçimiyle vardır yalnızca. Orada da Flaubert'in (ya da Tolstoy'un, Balzac'ın, Brontë'nin) kurguladığı dünyada olanlar olur: Vicdan ve hırs, sevgi ve saplantı, bağlılık ve ihanet, özgürlük ve iktidar durmadan savaşırlar; kâh biri, kâh öteki galebe çalar. Hiçbir karakter (her iyi romanda olması gerektiği gibi) yalnızca iyi değildir: Frodo'nun ve Boromir'in hırsları, Aragorn'un küskünlüğü, onları karmaşık karakterler haline getirir; tıpkı "kötü" Saruman'ın en bilge olması, "kötü" Gollum'un tüm romanı "mutlu son"a ulaştıran eylemin faili olması gibi.
Yüzüklerin Efendisi'nin teması ve üzerine kurulu olduğu ahlaki soru oldukça sadedir: Kötülüğe karşı savaşıyoruz ve elimizde bir silah var; bir yüzük:
Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
Bu silahı kullanmalı mıyız? İyiler ve kötülerden, bir de bu ikisinin de kullanabileceği, nötr, yansız silahlardan mı oluşuyor dünya? Yoksa kullanılan silah, kullananın kimliğini de belirliyor mu? Güç, iktidar ("Güç Yüzüğü") iyilerin elinde iyi, kötülerin elinde de kötü sonuç mu verir? Yoksa o "Yüzük"ün kendisi de iradesi ve "yanı" olan, kendisini parmağına geçireni kaçınılmaz yollara yönelten bir fail midir?
Kuşkusuz Tolkien koca üç cildi "İktidar ahlak bozar" gibi liberal bir özlü sözü desteklemek için yazmamış. Tersine, roman karakterlerinin iktidarla ve ahlakla ilişkileri çok yönlü. Ne iktidar ahlakı tam olarak bozabiliyor, ne de ahlak iktidarı. Üç cilt boyunca iktidar ve ahlakın, bağlılık ve ihanetin, iyilik ve hırsın dur durak bilmez "karşılıklı oyununu" izliyoruz. Belki bir tek Karanlıklar Efendisi Sauron gerçekten, yalnızca "kötü", ama o da romanın bir karakteri değil zaten. Diğer kötüler ise daima ikircikli, belirsiz. Ak Saruman, zorunluluğa boyun eğen, iktidarla uzlaşan bilgeliği, ama bir yandan da bu uzlaşmada iktidarı kendi kontrolü altına alabileceğini sanan saflığı simgelemiyor mu? Ufacık tefecik, "kıymetli"si yüzüğü benzersiz bir aşkla seven Gollum'un hırsı, "benim, benim!" diye tepinen çocuğun bebeksi hırsını andırmıyor mu?
Bana kalırsa Yüzüklerin Efendisi bir yolculuk öyküsü; her yolculuk öyküsü gibi de aslında bir büyüme, olgunlaşma, kendini tanıma ve bilme öyküsü. Her büyüme ve kendini tanıma öyküsü gibi de kendi gücüyle, "yapabilecekleri" ile "yapmak istedikleri" arasındaki gerilimle hesaplaşma öyküsü; kendi karanlık yanıyla tanışma ve onunla savaşma/anlaşma/bir arada yaşamayı öğrenme öyküsü.
Son sözü fantezi, mitoloji ve arketipler hakkında benden çok fazla şey bilen birine, Ursula K. Le Guin'e bırakayım isterseniz: "Eleştirmenler Tolkien'ı 'basitleştirmeciliğinden', Orta Dünya'nın sakinlerini iyiler ve kötüler diye ikiye ayırmasından ötürü çok suçladılar. Tolkien gerçekten de bunu yapıyor, iyileri, sevimli zaafları olsa da tamamen iyi, Ork'ları ve diğer hainleri ise hepten berbat. Ama bütün bunlar günışığı etiğiyle, geleneksel erdem ve kötülük standartlarıyla verilen yargılar. Öyküye ruhsal bir yolculuk olarak baktığımızda ise çok daha farklı ve tuhaf bir şeyle karşılaşıyorsunuz. O zaman karşınıza çıkan, her birinin kara bir gölgesi olan parlak bir figürler topluluğu. Elf'lere karşı Ork'lar. Aragorn'a karşı Kara Süvari. Gandalf'a karşı Saruman. Ve hepsinden öte, Frodo'ya karşı Gollum. Ona karşı ve onunla birlikte...
"…Yüzüklerin Efendisi'ne basit bir öykü diyebilir miyiz? Bence diyebiliriz. Kral Oedipus da oldukça basit bir öyküdür. Ama basitleştirici değildir. Ancak dönüp gölgesiyle yüzleşmiş, karanlığa bakmış birinin anlatabileceği türden bir öyküdür."
Haritalar ve Sözlükler
Savaş ve Barış'ın içinde geçtiği mekânı merak ediyorsanız, bir Avrupa haritasına bakarsınız. Ya da bir tarih atlasına. Ulysses'i okurken bir Dublin şehir haritası faydalı olabilir. Kemal Tahir kendi "Mike Hammer"larını yazarken bir New York şehir haritası kullanırmış – ama New York'u hiç görmemişmiş o zamanlar. Nihal Atsız'ın romanları için bir Orta Asya haritasına ihtiyaç vardır; ama daha burada bile tarih ve efsane birbirine karışmaya başlar: Bize ilkokulda okutulan resmi tarihin haritaları ne kadar gerçektir? İlyada ve Odysseia için kullanacağımız haritalar, zaten büyük ölçüde bu iki destandan faydalanarak yapıldı: İşte kurgu ve gerçek birbirine tamamen karışıyor burada.
Kurgu ya da gerçek, tarih ya da efsane, haritalara ihtiyacımız var. LeGuin Yerdeniz öykülerinin geçtiği Ea'nın haritasını verir bize kitapların en başında. Daha yeni bir fantezi yazarı olan David Eddings, iki beşleme ve iki üçlemeden oluşan on altı ciltlik eserinde, her kitapta ayrı bir haritayla karşımıza çıkar. Öyle ki ilk beşleme olan Belgariad'ın ilk kitabının sonlarına doğru, dünyayı avucumuzun içi gibi biliriz artık. Harita, bizi dünyayla tanıştırır, dünyayı "gerçek gibi" yapar.
Burada bir açmaz var tabii: Tolstoy için, Balzac için, Sartre ya da Joyce için kullanacağımız haritalar, bizi doğru ya da yanlış, sadık ya da değil, "gerçek" bir dünyaya gönderirler; "gerçek" bir toprak parçasını temsil ederler. Oysa fantezi üserlerine eşlik eden haritalarda, harita ve yaratılan fantezi dünyası özdeştir; gösterge ve gönderge aynı şey olmuştur. Bu yüzden de Tolkien'ın Orta Dünya'sı, Tolkien'ın oğlu Christopher Tolkien'ın çizdiği Orta Dünya haritalarıyla özdeştir en başta.
Ancak roman ilerleyip de roman karakterleri mekânlarla ilişkiler kurmaya başlayınca, biz de mekânları, harita üzerinde bir işaretten daha fazla anlam yükü olan imgeler olarak kurmaya başlarız kafamızda. Shire, harita üzerinde bir isimken, eti ve canı olan, içinde fiziksel olarak bize benzemeseler de bize benzer arzu ve korkuları, erdem ve zaafları olan canlıların yaşadığı bir yere dönüşür. Kimileri için "ev"dir Shire. Bizim için de "ev" olur giderek. Öte yandan Mordor, dağlarla çevrili bir yayladan ibaretken, tüm korku ve kötülüklerimizi tıkıştırdığımız bir tavanarasına dönüşür; bilinçdışımıza, gölgemize.
Tolkien yarattığı dünyanın haritasını çizmenin bir adım ötesine geçmiştir Yüzüklerin Efendisi'nde. Kahramanlarının konuştuğu dillerin de haritasını çıkarmış, sözlükler ve alfabeler yaratmıştır. Elfler şarkı söylerler:
A Elbereth Gilthoniel,
Silivren penna miriel
O menel aglar elenath!
Elfçe'dir bu şarkı. Anlamayız, ama insandan farklı, çok uzun ve çoğu kez de hüzünlü bir tarihi yaşayıp o güne gelmiş varlıkların acı ve sevinçlerini anlattığını biliriz. Öte yandan, "Güç Yüzüğü"nün içinde şunlar yazılıdır:
"Ash nazg durbatulûk, ash nazg gimbatul,
ash nazg thrakutulûk, agh burzum-ishi krimpatul."
Sözlerin ne anlama geldiğini biliriz ("Hepsine hükmedecek bir yüzük…"), ama bu sözler Elrond'un Divanı'nda yüksek sesle söylendiğinde herkes donup kalır; çünkü Orta Dünya'nın o yöresinde, Imladris'te, hiç kimse o lisanın, kötülük dolu Mordor lisanının "kelimelerini sarf etmeye cüret etmemiştir" o güne kadar. Oysa yazının meali, ne dediği defalarca tekrarlanmıştır daha önce. Demek ki önemli olan yalnızca içerik değil, lisanın kendisidir de. LeGuin Yerdeniz'de Yaradılış Dili'nden bazı sözler söyler, ama kendisinin de söylediği gibi, yaptığı Tolkien'ın "dil kuruculuğunun" yanında çok sınırlıdır: "…Tolkien'den biraz farklı bir yol tuttum yani; o Yüzüklerin Efendisi'ni bir bakıma icat ettiği dilleri konuşacak birileri olsun diye yazmıştı. Harika bir şey bu, hiç gem vurulmamış Yaratıcı Ruh – dili ete kemiğe büründürüyor. Ama ne de olsa Tolkien büyük bir yaratıcı olduğu kadar bir dilbilim uzmanıydı da."
Gerçekçi bir romancı yalnızca karakterler yaratır (becerebilirse). Karakterlerin içinde varolduğu coğrafi ve dilsel mekân verilidir, bunları bildiğimizi varsayar. O yüzden haritalarla ve sözlüklerle uğraşmaz hiç. Bir fantezi yazarı ise yalnızca karakterler değil, bir tarih, bir coğrafya ve bir ya da birkaç dil de yaratmalıdır (becerebilirse).
Fantezi karakterinin sahiciliği, inanılırlığı, konuştuğu dile, üzerinde hareket ettiği coğrafyaya da bağlıdır. Yaratılan dil ve dünya, "ilişikte verilen" sözlük ve haritalarla desteklenir. Çünkü ancak o zaman yaratılan karakterlerin bizim için ne anlamı olduğu ortaya çıkar. Tam da bizim bilmediğimiz bir dili konuşup, bizim ayak basmadığımız topraklarda gezindikleri için, Frodo, Aragorn, Ged ya da Tenar, hayatımız hakkında en az Raskolnikov ya da Baba Grandet kadar, Heathcliff ya da Meursault kadar önemli, sahici şeyler söylerler.