Açılış Bölümü, s. 5-17
Kadın otuz yaşındaydı, orta yükseklikte bir dağ sırasının güney yamaçlarından birine taraçalar biçiminde kurulmuş, bungalovlardan oluşan bir sitede yaşıyordu, büyük bir kentin sislerinin hemen biraz üzerinde. Zaman zaman, kimseye bakmasa bile, yüzünde hiçbir başka değişiklik olmaksızın parlayıveren gözleri vardı. Bir kış günü akşam üzeri, dışarıdan gelen sarı ışıkta geniş salonun penceresinin önünde elektrikli bir dikiş makinasının başında oturuyordu; yanında, okul ödevlerini yapan sekiz yaşındaki oğlu. Oturduğu odanın bir uzun kenarı, işi bitip atılmış bir Noel ağacı ile ötesinde komşu evin penceresiz duvarının görüldüğü bir terasa bakan, boydan boya pencerelerden oluşuyordu. Çocuk koyu renk cilalı masada defterine eğilmiş dolmakalemle yazıyor, bu arada dilini dudaklarının arasından çıkarıyordu. Zaman zaman duraklıyor, geniş pencerelerden bakıyor, sonra daha bir gayretle yazmayı sürdürüyordu; ya da annesine doğru bakıyor, kadın sırtı çocuğa dönük de olsa bunu fark ediyor, çocuğun bakışlarına cevap veriyordu. Kadın Avrupa çapında tanınmış bir porselen şirketinin bölge şubesinin satış şefiyle evliydi, o akşam İskandinavya'dan, birkaç hafta sürmüş olan bir iş gezisinden dönecekti kocası. Aile zengin değildi, ama rahat yaşıyordu, adam her zaman başka bir yere atanabileceği için kirada oturuyorlardı bungalovda.
Çocuk yazmasını bitirmişti, okudu: "'Daha Güzel Bir Hayat Bence Nasıl Olabilir': Hava ne soğuk, ne çok sıcak olsun isterim. Ilık bir rüzgâr her zaman esmeli, bazan da insanın çömelip kalmasını gerektirecek bir fırtına çıkmalı. Otomobiller yok olacak. Evler kırmızı olsa. Çalılıklar altın olsa. İnsan her şeyi bilse de hiçbir şey öğrenmek gerekmese. Adalarda yaşasak. Caddelerde otomobiller açık durur, yorgun olan binebilir. Zaten hiç mi hiç yorgun olmaz insan. Otomobiller kimsenin değil. Akşamları hep uyanık kalırız. İnsan neredeyse orada uyur. Hiç yağmur yağmaz. Her arkadaş dörder dörderdir, tanımadığımız insanlar yok olur. Bilinmeyen her şey yok olur."
Kadın ayağa kalkıp pencereli cepheye dik gelen ve arkasında kımıldamayan birkaç ladin olan, daha dar pencereden dışarı baktı. Ağaçların dibinde hepsi birbirine benzer biçimde dörtköşe, çatıları bungalovların düz çatılarının aynısı dizi dizi garajlar, bunların önünde de caddeye ulaşan bir araba girişi vardı, bir çocuk bu yolun karları kürenmiş yaya kaldırımında çeke çeke bir kızak sürüklüyordu. Ağaçların ta arkasında, aşağıda düzde büyük şehrin uzantısı olan siteler görülüyordu, bir de uçak havalanıyordu o sırada ovadan. Çocuk yaklaştı, dalmış görünen, ama kaskatı kesilmekten çok, düşüncelerinin onu sürüklediği yere gitmiş gibi duran kadına nerelere baktığını sordu. Kadın duymadı, gözünü kırpmadan bakıyordu. Çocuk bir yandan onu sarsalarken bağırdı: "Uyan!" Kadın kendine gelip elini çocuğun omuzuna dayadı. Şimdi o da dışarı bakıyor, gözü manzaraya dalarken ağzı açılıyordu. Bir süre sonra silkindi, "İşte ben de bakakaldım, senin gibi!" dedi. İkisi birden gülmeye başladılar, durmak bilmeyen bir gülüştü, sesleri kesilir gibi olunca biri hemen yeniden gülmeye başlıyor, öteki de ona katılıyordu. Sonunda kahkahalar içinde kucaklaşıp beraberce yere yığıldılar.
Çocuk televizyonu şimdi açıp açamayacağını sordu. "Havaalanına gidip Bruno'yu karşılayacağız ya," diye cevap verdi kadın. Ama çocuk aygıtı çalıştırıp önüne oturmuştu bile. Kadın ona doğru eğilip: "Peki ben nasıl anlatayım şimdi haftalardır yurtdışında olan babana senin..." Televizyon seyreden çocuk bir şey işitmez olmuştu. Kadın iyice bağırıyor, açık havada bir yerlerdeymiş gibi ellerini boru yapıp sesleniyordu; ama dosdoğru ekrana bakıyordu çocuk. Kadın elini çocuğun gözlerinin önüne tuttu, ama beriki başını eğip, ağzı iyice açık, seyretmeye devam etti.
Kadın dışarıda, garajların baktığı bir avluda, kürk mantosunun önü açık duruyordu; akşam olmaya başlamıştı, eriyen karlardan kalan birikintiler yeni yeni donmaktaydı. Yaya kaldırımının her tarafına, atılmış Noel ağaçlarından dökülen çam iğneleri yayılmıştı. Garaj kapısını açarken yukarıya, setler halinde üstüste sıralanmış kutu biçiminde bungalovların birkaçında ışıkların yakılmaya başladığı siteye doğru baktı. Sitenin arkasında başlıca meşe, kayın ve ladinlerden oluşan karışık ağaçlı bir orman başlıyor, hafif bir eğimle, arada bir köye hatta bir eve bile yer vermeden, ortasıradağların zirvelerinden birine doğru yükseliyordu. Çocuk, kocasının deyimiyle kendi "oturma birimlerinin" penceresinde göründü, elini kaldırdı.
Havaalanına geldiğinde ortalık daha iyice kararmamıştı; yurtdışı geliş salonuna girerken gökyüzünde, arkalarından gelen ışığı geçiren bayrakların asılı olduğu direklerin üstünde, bulutların yer yer dağıldığını gördü kadın. Başkalarıyla birlikte duruyor, bekliyordu; yüzü bekleyiş doluydu, ama gergin değildi; açık ve kendi başına bir yüz. Helsinki'den gelen uçağın indiği duyurusundan sonra gümrük setinin arkasından yolcular çıktı, aralarında bir elinde bavul öbüründe plastik DUTY-FREE SHOP torbasıyla, yüzü yorgunluktan donuklaşmış bir halde, Bruno vardı. Kadınla arasında fazla yaş farkı yoktu; hep ince çizgili, kruvaze gri takım elbise giyer, gömleğinin yakasını açık bırakırdı. Gözlerinin kahverengisi o kadar koyuydu ki gözbebeklerini pek göremezdi insan; karşısındakilere, sınanıyor oldukları duygusunu uyandırmadan uzun uzun bakabilirdi. Çocukluğunda uyurgezerdi; yetişkin olarak da, rüya görürken sık sık konuşurdu.
Havaalanının salonunda, herkesin önünde başını kadının omuzuna dayadı, sanki hemen oracıkta o kürke gömülüp dinlenmeden edemeyecekmiş gibi. Kadın elinden bavulla torbayı aldı, artık kucaklayabilirdi karısını. Uzun zaman öyle kaldılar; Bruno biraz alkol kokuyordu.
Bodrum katındaki garaja inen asansörde kadının yüzüne baktı adam; kadınsa bir süredir onu seyrediyordu.
Önce kadın bindi arabaya, sonra yan koltuğa oturması için adama kapıyı açtı. Adam hâlâ dışarıda duruyor, bakınıyordu. Yumruğunu alnına vurdu; sonra parmaklarıyla burnunu kapatıp kulaklarındaki havayı çıkardı, uzun uçak yolculuğunun verdiği tıkanıklık hâlâ geçmemiş gibi.
Arabayla, yamacında bungalov sitesinin bulunduğu dağ sırasının eteğindeki küçük şehre giden yolda ilerlerken kadın, bir eli arabanın radyosunda, sordu: "Müzik ister misin?" Adam başıyla hayır işareti yaptı. Bu arada gece olmuştu bile, yol kenarında sıralanan yüksek büro binalarından oluşan iş merkezlerinde hemen hemen bütün ışıklar sönmüştü, buna karşılık evlerin bulunduğu çevre tepeler pırıltılı bir aydınlık içindeydiler.
Bir süre sonra Bruno: "Ortalık hep karanlıktı Finlandiya'da, gece gündüz. Konuştukları dilden ise tek kelime anlamadım! Başka her ülkede hiç olmazsa bildiklerimize benzer kelimeler vardır – ama orada enternasyonal hiç bir şey yoktu. Ezberleyebildiğim tek kelime, bira demek olan 'olut'. Sık sık sarhoş oldum. Bir gün öğleden sonra, hava tam azıcık aydınlanmıştı, self-servisli bir kafeteryada otururken birden tırnaklarımla masayı kazımaya başlamışım. Karanlık, insanın burun deliklerine giren soğuk, bir de hiç kimseyle konuşamamak. Gecenin birinde kurtların uluduğunu duymak bile neredeyse bir teselli oldu. Ya da bazan, pisuara sidiğimle bizim şirketin başharflerini çizişim! Bir şey diyecektim sana, Marianne: O gittiğim yerde seni düşündüm, Stefan'ı düşündüm ve beraber olduğumuz bunca yıldan sonra ilk defa, birbirimizin olduğumuzu hissettim. Birdenbire yalnızlıktan delireceğim, korkunç acılı, daha önce kimsenin yaşamadığı bir biçimde delireceğim korkusuna kapıldım. Sana seni sevdiğimi çok söylemişimdir, ama ancak şimdi seninle sıkı sıkıya bağlı olduğumuzu hissediyorum. Evet, hayatta ve ölümde. İşin garip tarafı, şimdi, bunu yaşadıktan sonra sizsiz bile olabilirim." Kadın bir süre sonra elini Bruno'nun dizine koydu ve sordu: "Ya iş görüşmeleri?"
Bruno güldü: "Siparişler artıyor gene. Bu kuzeylilerde madem yemek zevki yok, bari bizim porselenlerden yesinler. Gelecek sefer ordaki müşterilerimiz zahmet edip buraya gelmek zorunda kalacaklar. Fiyatların düşüşü durdu; artık kriz dönemindeki gibi yüksek indirimler yapmamız gerekmiyor." Gene güldü: "İngilizce bile konuşmuyor bunlar. Bir tercüman aracılığıyla konuşmamız gerekti, yalnız yaşayan, çocuklu bir kadındı, burada, güneyde öğrenim görmüş sanıyorum."
Kadın: "Sanıyor musun?"
Bruno: "Hayır, biliyorum tabii. Anlattı bana."
Siteye gelince ışığı yanan, içinde bir gölgenin hareket ettiği bir telefon kulübesinin yanından geçip siteyi ortadan bölen, yapay biçimde dönemeçler oluşturmaları sağlanmış dar sokaklardan birine saptılar. Adam kolunu kadının omuzuna koydu. Kapıyı açarken bir kere daha arkasına baktı kadın; gecenin yarı aydınlığı içindeki dar sokağa, üstüste dizilmiş, perdeleri kapalı bungalovlara doğru.
Bruno sordu: "Burada oturmaktan hoşlanıyor musun hâlâ?"
Kadın: "Kimi zaman kapımın önünde pis pis kokan bir pizza büfesi ya da bir gazeteci kulübesi olsaydı, diyorum."
Bruno: "Ne olursa olsun, buraya dönünce derin bir soluk alıyorum ben."
Kadın kendi kendine gülümsedi.
Oturma odasında çocuk geniş mi geniş bir sandalyeye oturmuş, ayaklı bir lambanın altında, okuyordu. Annesi babası içeri girince başını kısaca bir kaldırıp baktı, sonra okumaya devam etti. Bruno çocuğa yaklaştı; ama beriki okumayı bırakmadı. Sonunda, biraz geçtikten sonra, neredeyse fark edilmeyecek kadar bir gülümseme belirdi yüzünde. Sonra ayağa kalkıp Bruno'nun bütün ceplerini karıştırdı, kendisine getirilenleri bulmak için.
Kadın, üzerinde bir bardak votka olan gümüş bir tepsiyle mutfaktan geldi, ama öbür ikisi oturma odasında değillerdi artık. Koridoru yürüyüp, bir dizi hücre gibi sıralanmış odalara baktı. Banyo kapısını açtığında Bruno'nun küvetin kenarına oturmuş kımıldamadan, pijamasını çoktan giymiş, dişlerini fırçalayan çocuğa baktığını gördü. İçine su kaçmasın diye pijamasının kollarını kıvırmış, özenle diş macunu tüpünün açık ağzını yalıyordu – çocuklar için hazırlanmış diş macunu ahududu tadındaydı; sonra kullandığı şeyleri lavabonun üzerindeki rafa koydu, ayaklarının ucunda yükselmesi gerekmişti bunun için. Bruno tepsiden içki bardağını alırken sordu: "Sen bir şey içmiyor musun? Bu gece için başka planın var mı?"
Kadın: "Her zamankinden değişik miyim ben?"
Bruno: "Her zamanki gibi değişiksin."
Kadın: "Ne demek bu?"
Bruno: "Sen insanın korkmasını gerektirmeyen az sayıdaki kişiden birisin. Üstelik, insanın karşısında hiçbir oyun oynamak istemeyeceği bir kadınsın." Çocuğun arkasına bir şaplak vurdu, banyodan çıktı çocuk.
Oturma odasında kadınla Bruno beraberce günün çeşitli oyunlarından kalma çocuk eşyalarını toplarlarken yerden doğruldu adam, dedi ki: "Hâlâ kulaklarım uğulduyor uçaktan. Haydi çıkıp şöyle dört başı mamur bir yemek yiyelim. Burası bana fazla özel geliyor bu akşam, fazla– büyülü. Dekolte elbiseni giy, lütfen."
Daha çömeldiği yerden oda toplamayı sürdüren kadın sordu: "Ya sen ne giyiyorsun?"
Bruno: "Ben olduğum gibi gidiyorum; hep öyle yapmaz mıyım? Kravatı resepsiyondan ödünç alırım. Senin de canın yürümek istiyor mu benim gibi?"
Yakındaki bir lokantanın şaşaalı, çok yüksek tavanıyla sarayı andıran salonuna girdiler, eğri bacaklı bir garson yol gösteriyordu, bu arada boynuna yabancı kravatı yerleştirmeye çalışıyordu Bruno daha; bu akşam pek kimse yoktu lokantada. Şef garson sandalyelerini itti altlarına, oturmaları için kendilerini aşağı bırakmaları yetiyordu. İkisi de peçetesini aynı anda açtı; güldüler.
Bruno tabağını bitirmekle kalmadı, bir parça beyaz ekmekle iyice de sıyırdı. Ardından, elinde tuttuğu, tavandaki avizenin ışığında parlayan Calvados kadehini seyrederken: "Bu akşam bana hizmet edilmesine ihtiyacım vardı. Nasıl da sıcak bir duygu! Nasıl da eşsiz bir küçük sonsuzluk!" Bruno konuşmasını sürdürürken arkada şef garson kıpırdamadan duruyordu: "Uçakta bir İngiliz romanı okudum. Romanın bir yerinde bir uşak vardı, kitabın kahramanı uşağın o saygı dolu emre amadeliğini, yüzyıllık feodal hizmet anlayışının olgun güzelliği olarak görüp hayranlıkla karşılıyordu. Garip bir biçimde, bu gururlu, saygı dolu hizmet etme işinin nesnesi olmak, böyle bir şey onun için, sadece çay içtiği kısa süre için bile olsa, yalnız kendisiyle değil bütün insan ırkıyla da barışıklık anlamına geliyordu." Kadın başını çevirdi; Bruno seslenince baktı, yüzüne bakmadan.
Bruno: "Bu gece burada, otelde kalıyoruz. Stefan nerede olduğumuzu biliyor. Telefon numarasını yatağının kenarına koydum." Kadın bakışlarını indirdi, Bruno garsona seslendi. Kendisine doğru eğilen adama: "Bana bu gece için bir oda lâzım. Biliyor musunuz, karım ve ben sevişmek istiyoruz, hemen." Garson ikisinin de yüzlerine bakıp gülümsedi, bir suç ortağı değil, daha çok dert ortağı tavrıyla: "Gerçi şu sırada bir ticaret fuarı var, ama bir sorayım." Kapıda bir daha arkasına döndü: "Şimdi gelirim."
Bütün masalarda mumların hâlâ yandığı salonda yalnızdılar; mumların yanıbaşındaki çam dallarından yapılma süslerden iğne yapraklar hemen hemen hiç ses çıkarmadan dökülüyordu; duvarlarda, av sahneleri işlenmiş goblenlerin üzerinde gölgeler geziniyordu. Kadın uzun uzun Bruno' nun yüzüne baktı. İyice ciddi olmasına karşın yüzünde belli belirsiz bir ışıltı vardı.
Garson döndü, acele ettiği sanısını uyandıracak bir sesle: "Buyurun, kule odasının anahtarı. Orada devlet adamlarını ağırladık; umarım sizi rahatsız etmez bu?" Bruno eliyle boşver işareti yaptı; garson imaya kaçmadan ekledi: "Size güzel bir gece dilerim; umarım kulenin saatinden rahatsız olmazsınız; yelkovan dakika başı takırdar da."
Bruno oda kapısını açtığında çok sakin bir tavırla: "Bana bu akşam, sanki ömür boyunca dilediğim her şey gerçekleşmiş gibi geliyor. Sanki bir büyüyle, bir mutluluk durağından öbürüne, arada hiç yol katetmeden geçebilirmişim gibi bir duygu. Büyülü bir güç hissediyorum, Marianne. Ve sana ihtiyacım var. Ve mutluyum. Alabildiğine bir mutluluk çağıldıyor içimde." Şaşkın, gülümseyerek kadının yüzüne baktı. Odaya girip çabucak her tarafta ışıkları yaktılar, girişle banyonun ışığını da.
Gün daha yeni ağarırken kadın uyanmıştı bile. Aralık duran, perdeleri açık pencereden baktı; kış sisi giriyordu içeri. Kule saatinin yelkovanı duyuluyordu. Yanında uyuyan Bruno'ya, "Eve gitmek istiyorum," dedi.
Hemen anladı adam, uykusunun arasında.
Yavaş yavaş parktan dışarı giden yolu yürüdüler; Bruno kolunu kadının beline dolamıştı. Sonra ayrılıp koştu, kaskatı donmuş çimenin üstünde amuda kalktı.
Yürürlerken kadın birden durdu, başını salladı. Bu arada biraz ilerlemiş olan Bruno başını çevirip sorar bir tavırla ona baktı. "Hiç, hiçbir şey!" dedi kadın, yeniden başını salladı. Uzun uzun Bruno'ya baktı, sanki onu görmek düşünmesine yardım ediyormuş gibi. Bunun üzerine kadına yaklaştı Bruno; kadın bakışlarını çevirip parkın kırağı tutmuş, şimdi sabah rüzgârıyla hafifçe silkinen ağaçlarında, çalılarında gezdirdi.
Kadın: "Aklıma garip bir fikir geldi; aslında fikir değil de, bir çeşit– aydınlanış. Ama sözünü etmek istemiyorum. Eve gidelim, Bruno, çabuk. Stefan'ı okula bırakacağım." Yürümeye davrandı, ama Bruno onu durdurdu: "Söylemezsen yandın."
Kadın: "Söylersem sen yandın." Der demez de bu lafa gülmeden edemedi. Uzun uzun birbirlerinin yüzüne baktılar, önce gayri ciddi, sonra sinirli, ürkmüş bir edayla, sonunda da kendilerini toparlamış olarak.
Bruno: "Şimdi söyle bakalım."
Kadın: "Birdenbire kafam aydınlanıverdi," –bu kelimeye de güleceği tuttu– "sen benden uzaklaşıyormuşun, beni yalnız bırakıyormuşun gibi. Evet, tam öyle: Git, Bruno. Beni yalnız bırak."
Bir süre sonra Bruno uzun uzun başını salladı, ellerini göğüs hizasına kaldırdı, sordu: "Bir daha dönmemecesine mi?"
Kadın: "Bilmiyorum. Tek bildiğim şey gideceksin, beni yalnız bırakacaksın." Sustular.
Sonra Bruno gülümsedi: "Her neyse, ben önce otele dönüp bir fincan sıcak kahve içeceğim. Bugün öğleden sonra da uğrayıp eşyalarımı alırım."
Kadın muzırlık olsun diye değil, daha çok şefkatle: "İlk birkaç gün için Franziska'nın yanına taşınabilirsin her halde. Öğretmen arkadaşı terk etti onu geçenlerde."
Bruno: "Kahvemi içerken düşünürüm." Otele döndü, kadın da parktan çıktı.
Siteye giden uzun ağaçlı yolda yürürken sıçrayarak bir adım attı; sonra birden koşmaya başladı. Evde perdeleri açtı, pikabı çalıştırdı ve dans eder gibi gezinmeye başladı daha müzik başlamadan. Çocuk odaya pijamasıyla girdi, sordu: "Aa, ne yapıyorsun sen öyle?" Kadın: "Bir huzursuzluk var üstümde, sanıyorum." Sonra da: "Giyin, Stefan. Okul zamanı. Ben bu arada sandviçlerini yapayım." Koridordaki aynaya yürüdü, bir yandan da: "Allahım – Allahım – Allahım" diye tekrarlıyordu.