Açılış Bölümü, s. 11-17
Gerçek bir kadının öyküsüdür bu. Onunla birkaç yıl önce Kanatır Cezaevi'nde tanıştım. Çeşitli suçlardan tutuklu ya da hüküm giymiş bir grup kadın mahkûmun kişilik yapıları üzerine bir araştırma yürütüyordum o sıralar.
Cezaevi doktoru, bu kadının adam öldürmekten idama mahkûm edildiğini anlattı. Ama o, Kanatır'daki diğer kadın katillere hiç mi hiç benzemiyordu.
"Cezaevinin içinde de, dışında da onun gibisini göremezsiniz. Ziyaretçi kabul etmiyor, kimseyle konuşmuyor. Genellikle yemeğine dokunmuyor ve gün ağarana dek gözünü bile kırpmıyor. Cezaevi gardiyanı onun bazen saatlerce boşluğa dalıp gittiğini söylüyor. Bir gün kalem kâğıt istemiş, sonra saatlerce başını kaldırmadan oturmuş. Gardiyan onun mektup mu, yoksa başka bir şey mi yazdığını anlayamamış. Belki de hiçbir şey yazmıyordu."
Doktora, "Benimle görüşür mü?" diye sordum.
"Sizinle görüşmesi için ikna etmeye çalışırım onu," dedi. "Savcı yardımcılarından biri değil de psikiyatrist olduğunuzu belirtirsem, razı olur belki. Benim sorularımı da yanıtlamıyor. Devlet Başkanı'na idam cezasının ömür boyu hapse çevrilmesi için bir af dilekçesi yazmayı bile reddetti."
"Onun adına kim başvurdu?" diye sordum.
"Ben," dedi. "Aslına bakarsanız, onun katil olduğuna inanmıyorum. Yüzünü, gözlerini görseniz, bu kadar yumuşak bir kadının adam öldürebileceğine asla inanmazsınız."
"Kim demiş yumuşak kadınlar katil olmaz diye?"
Doktor yüzüme bir an şaşkınlıkla baktı, sonra sinirli sinirli güldü.
"Siz hiç adam öldürdünüz mü?"
"Ben yumuşak bir kadın mıyım?" diye yanıtladım.
Başını yana çevirerek küçük bir pencereyi gösterdi. "İşte hücresi. Gidip onu buraya gelmeye ikna edeceğim."
Bir süre sonra tek başına döndü. Firdevs benimle görüşmeyi reddetmişti.
O gün başka kadın mahkûmlarla görüşmem gerekiyordu aslında. Ama arabama binip oradan ayrıldım.
Eve döndüğümde, hiçbir şey yapacak halim yoktu. Son kitabımı gözden geçirmem gerekiyordu, fakat bir türlü başına oturamadım. On gün içinde asılacak olan Firdevs adlı bu kadından başka bir şey düşünemiyordum.
Ertesi sabah erkenden kendimi gene cezaevinin kapısında buldum. Gardiyandan Firdevs'i görmek için izin isteyince bana, "Faydasız, doktor. Sizinle görüşmeyi asla kabul etmez," dedi.
"Niçin?"
"Bir-iki gün içinde idam edilecek. Sizin ya da başkasının ona ne hayrı dokunabilir ki? Rahat bırakın onu."
Sesinde öfke vardı. Bir-iki gün içinde Firdevs'i asacak olan benmişim gibi kızgınlık dolu bir bakış fırlattı bana.
"Benim ne buradaki, ne de başka bir yerdeki yetkililerle hiçbir alakam yok," dedim.
"Hep böyle derler," dedi öfkeyle.
"Neden bu kadar öfkelisin?" diye sordum. "Firdevs'in suçsuz olduğuna, adam öldürmediğine mi inanıyorsun?"
Artan bir öfkeyle yanıtladı beni: "Katil olsun olmasın, masum bir insan o, asılmayı da hak etmiyor. Esas asılması gereken onlar."
"Onlar mı? Onlar da kim?"
Yüzüme kuşkuyla bakarak, "Söylesenize, siz kimsiniz? Sizi onlar mı gönderdi?" dedi.
"'Onlar' ne demek?" diye yeniden sordum.
Sakınarak, neredeyse korkuyla çevresine bakındı, benden birkaç adım uzaklaştı.
"Onlar işte... Onları tanımıyor musunuz yani?"
"Hayır," dedim.
Kısa, alaycı bir gülüş savurarak çekip gitti. Kendi kendine söylendiğini işittim:
"Onları tanımayan bir o mu kalmış?"
Cezaevine defalarca gittim, fakat Firdevs'i görme çabalarım hep boşa çıktı. Araştırmamın tehlikeye düştüğünü hissediyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse, tüm yaşamım bu başarısızlığın etkisi altındaydı sanki. Özgüvenim sarsılmaya başlamıştı; zor günler yaşıyordum. Öyle hissediyordum ki, bir insan öldürmüş, bir süre sonra kendi de ölecek olan bu kadın benden çok daha üstün bir insandı. Onun yanında ben, yerlerde sürünen milyonlarca böcekten biriydim yalnızca.
Onun her şeye karşı kayıtsız olduğundan, her şeyi toptan reddedişinden, en önemlisi de beni görmek istemeyişinden söz ederken, gardiyanla doktorun gözlerinde gördüğüm ifadeyi ne zaman hatırlasam, aciz, önemsiz bir insan olduğum duygusu büyüyordu içimde. Kafamın içinde bir soru, durup dinlenmeksizin dönüyordu: "Nasıl bir kadın bu? Benimle görüşmeyi reddetmesi, benden üstün olduğunu mu gösteriyor? Ama Başkan'a af dilekçesi yazmayı da reddetmiş. Bu onun Devlet Başkanı'ndan da üstün olduğu anlamına mı geliyor?"
Neredeyse kesin, ama açıklanması çok güç bir duyguya kapıldım; aslında Firdevs duyduğumuz, gördüğümüz, bildiğimiz tüm kadın ve erkeklerden üstündü.
Uykusuzluğumu yenmeye çalıştım; ama aklıma takılan bir başka düşünce uykumu iyice kaçırdı: Kim olduğumu bilerek mi reddediyordu benimle görüşmeyi, yoksa bilmeden mi?
Ertesi gün kendimi gene cezaevinin önünde buldum. Firdevs'i görmeye çalışmaya niyetim yoktu, bütün umutlarım suya düşmüştü. Gardiyanı ya da doktoru arıyordum. Doktor henüz gelmemişti; onun yerine gardiyanı buldum.
"Firdevs beni tanıdığını söyledi mi sana?" diye sordum.
"Hayır, bana hiçbir şey söylemedi," diye karşılık verdi. "Ama tanıyor."
"Beni tanıdığını nereden biliyorsun?"
"Sezdim."
Orada taşlaşmış bir halde kalakaldım. Gardiyan işine devam etmek üzere yanımdan ayrıldı. Kendimi boş yere hareket etmeye, arabama binip gitmeye zorladım. Yüreğime, bedenime, tuhaf bir ağırlık çökmüştü; bacaklarım tutmaz olmuştu. Tüm dünyanın ağırlığından daha ağır bir duyguydu bu; toprağın üstünde duracağıma altında bir yerlerde gömülüydüm sanki. Gökyüzünün rengi değişmiş, toprak gibi kara olmuştu ve olanca ağırlığıyla üstüme çöküyordu.
Bu duyguyu yıllar önce de tatmıştım. Beni sevmeyen birine âşık olmuştum. Kendimi reddedilmiş hissediyordum; beni terk eden yalnızca o, koca dünyadaki milyonlarca insandan yalnızca biri değildi; bütün canlıları ve nesneleriyle koca dünyanın kendisiydi.
Omuzlarımı kaldırıp elimden geldiğince dik durdum. Derin bir soluk aldım. Başımdaki ağırlık biraz hafifledi. Çevreme bakınınca, sabahın köründe kendimi cezaevinde bulmak şaşırttı beni. Gardiyan iki büklüm koridorun taş döşemesini fırçalıyordu. Birden ona karşı daha önce tanımadığım bir hor görme duygusu bürüdü içimi. Cezaevinin yerlerini silen, psikolojinin p'sinden anlamayan cahil kadının tekiydi işte; nasıl olup da onun sezgilerinin doğru olabileceğini sanmıştım?
Firdevs aslında beni tanıdığını söylememişti. Gardiyan bunu sezmişti yalnızca. Firdevs'in beni gerçekten tanıdığı anlamına mı geliyordu bu yani? Eğer kim olduğumu bilmeden reddettiyse, kendimi incinmiş hissetmem için bir neden yoktu. Reddetmesi doğrudan bana yönelik değildi, tüm dünyaya ve onun üzerindeki herkese karşı bir tepkiydi.
Oradan ayrılmak üzere arabama yürüdüm. Beni etkisine alan öznel duygular bilimsel bir araştırmacıya yakışmıyordu. Arabanın kapısını açarken neredeyse kendimle alay etmeye başlamıştım. Arabaya dokunmak, kimliğimi, doktor olarak kendime duyduğum güveni yeniden hatırlamama yetti. Koşullar ne olursa olsun bir doktor, adam öldürmekten idama mahkûm bir kadından daha değerliydi kuşkusuz. Kendime olan güvenim (ki pek ender olur) yavaş yavaş tazelendi. Kontağı çevirip debriyaja basınca, kendimi milyonlarca böcek arasında sürünen bir böcek gibi hissetmekten kurtuldum. Tam o sırada ardımda motorun sesini bastıran bir ses duydum.
"Doktor! Doktor!"
Seslenen gardiyandı. Soluk soluğa yanıma vardı. Kesik kesik çıkan sesi, düşlerimde sık sık duyduğum sesleri anımsattı bana. Ağzı büyümüştü sanki, sallanan bir kapının mekanik hareketleriyle açılıp kapanan dudakları da öyle.
"Firdevs, Doktor! Firdevs sizi görmek istiyor!" dediğini işittim.
Göğsü inip kalkıyordu; soluğu kesik kesikti; gözleriyle yüzü şiddetli bir heyecanı yansıtıyordu. Devlet Başkanı beni görmek istediğini söylemiş olsa, eminim bu kadar heyecanlanmazdı.
Bu kez benim de soluğum hızlanmıştı, sanki ateşim çıkmış gibi; kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki soluksuz kalmıştım. Arabadan nasıl indiğimi, gardiyanın kâh önünde, kâh ardında nasıl koştuğumu bilmiyorum. Bacaklarım adeta bedenimi artık taşımıyormuşçasına hızlı, hiç çaba harcamadan yürüyordum. Harika bir duygu sarmıştı içimi, gururluydum, mutluydum, coşkuluydum. Gökyüzü pırıl pırıl bir maviydi. Dünyalar benim olmuştu. Bu duyguyu yıllar önce bir kez daha ilk defa âşığımla buluşmaya giderken tatmıştım.
Firdevs'in hücresinin önünde, soluklanmak ve yakamı düzeltmek için bir an durdum. Aslında araştırmacı, psikiyatrist olduğumu anımsamaya, normal halime dönmeye çalışıyordum. Anahtar kilitte keskin bir gıcırtıyla döndü. Bu ses beni kendime getirdi. Deri çantama sıkı sıkı yapıştım; içimden bir ses yükseldi: "Kim bu Firdevs? Topu topu bir..."
Ama sözcükler orada kesildi. Şimdi Firdevs'le karşı karşıyaydık. Yere mıhlanmıştım; sessiz, hareketsiz durdum. Ne yüreğimin atışını, ne de ardımdan kapanan ağır kapıda anahtarın dönüşünü duydum. Sanki gözleri gözlerime daldığında ölmüştüm. Öldüren, bıçak gibi insanın içine işleyen, araştıran gözlerdi bunlar; bakışları durgun, ikircimsizdi. Tek bir kirpiği bile oynamıyordu. Yüzünde kıl kıpırdamıyordu.
Ani bir sesle kendime geldim. Onun sakin, bıçak gibi soğuk ve keskin, insanın içine işleyen sesiydi bu. Ses tonunda en ufak bir kararsızlık, en ufak bir titreme yoktu.
"Pencereyi kapat," dediğini duydum.
Kör gibi pencereye gittim ve kapadım; sonra dalgın dalgın çevreme bakındım. Hücrede hiçbir şey yoktu. Ne yatak, ne iskemle, ne de oturacak bir şey.
"Yere otur," dediğini duydum.
Çömelip yere oturdum. Aylardan ocaktı ve döşeme çıplaktı, ama ben soğuğu hissetmiyordum. Uyurgezer gibiydim. Döşeme soğuktu, ama soğuk bana ulaşmıyordu. Düşte görülen denizin soğuğu gibiydi. Onun sularında yüzüyordum. Çıplaktım ve yüzmeyi bilmiyordum. Fakat ne soğuğu hissediyor, ne de boğuluyordum. Firdevs'in sesi düşte işitilen seslere benziyordu. Ses bana yakındı, yine de uzaklardan geliyor gibiydi. Uzaktan konuşuyordu ama yanıbaşımda gibiydi. Böyle seslerin nereden geldiğini bilemeyiz: yukarıdan, aşağıdan, sağımızdan, solumuzdan. Yerin yedi kat altından geldiklerini, tavandan düştüklerini ya da gökyüzünden indiklerini bile sanabiliriz. Boşlukta hareket eden havanın kulaklarımıza çarpması gibi, bütün yönlerden bile akıp gelebilir bu sesler.
Ama bu, düş değildi. Kulaklarıma çarpan, hava değildi. Önümde oturan, gerçek bir kadındı; kulaklarıma çarpan, kapısı penceresi sıkı sıkıya kapatılmış bu hücrede yankılanan ses yalnızca onun, Firdevs'in sesi olabilirdi.