"Işık Değişikliği", s. 60-70
Her perşembe akşamı hava karardığında, Lemos beni Radyo Belgrano'daki provadan sonra arardı; iki cinzano arasında yeni oyunlarının başarılarını dinlerken canım çekip gitmeyi, birkaç yüzyıl için radyo oyunlarını unutmayı öyle çok isterdi ki! Fakat Lemos günün başarılı yazarıydı, üstelik de programlarında oynadığım, genellikle kısa kötü adam rolleri için iyi para veriyordu bana. Bu işe çok yatkın bir sesin var, diyordu Lemos nazikçe, radyo dinleyicisi sesini duyar duymaz nefret ediyor senden, birine ihanet etmene, ya da anneni zehirlemene gerek yok, ağzını açman Arjantin'in yarısının seni kıtır kıtır doğramak istemesine yetiyor.
Luciana hariç: Bizim jön Jorge Fuentes'in Kötülük Gülleri oyununun bitiminde, iki sepet aşk mektubu ve Tandil dolaylarındaki romantik bir çiftlik sahibesinden minik bir beyaz kuzu aldığı gün, küçük Mazza, Luciana'dan gelen ilk leylak rengi zarfı verdi bana. Mektup almamaya öyle alışmıştım ki bara giderken cebime atmıştım onu (Güller'i başarıyla bitirdikten sonra ve Fırtınaya Yakalanmış Bir Kuş'a başlamadan önce bir hafta tatil yapacaktık), Juárez Celman ve Olive'yle birlikte ikinci martinimi içerken zarfın rengi ancak geldi aklıma ve henüz mektubu okumamış olduğumu fark ettim; onların önünde okumak istemedim mektubu, çünkü işi gücü olmayan insanlar konuşacak konu ararlar, leylak rengi bir zarf da altın madenidir onlar için. Eve dönünceye dek bekledim, kedim böyle şeyleri umursamazdı en azından; ona sütünü verdim, istediği gibi okşadım ve Luciana'yla tanıştım.
Sizin fotoğrafınızı görmeme gerek yok, diyordu Luciana, Sintonía ve Antena dergilerinin Míguez ve Jorge Fuentes'in fotoğraflarını basıp sizinkini hiç basmamaları umurumda değil, değil çünkü sizin sesinizi duyuyorum; kötü ve antipatik olduğunuzun söylenmesi de umurumda değil, oynadığınız rollerin herkesi aldatması da umurumda değil, tam tersine, gerçeği bilen tek kişi benmişim gibi geliyor bana: Bu rolleri yaparken acı çekiyorsunuz, yeteneğinizi koyuyorsunuz ortaya, fakat Míguez ya da Raquelita Bailey gibi oynadığınız kişiyle özdeşleşmediğinizi hissediyorum, siz Kötülük Gülleri'ndeki acımasız prensten öyle farklısınız ki. İnsanlar prensten nefret ettiklerini sanarak sizden nefret ediyor ve yanılıyorlar, bunu geçen yıl katil kaçakçı Vassilis rolünü oynadığınızda Poli teyzem ve diğerlerinin tutumundan anladım. Bu akşam kendimi biraz yalnız hissettim ve size bunları söylemek istedim, belki de size bunları söyleyen tek kişi ben değilim, bunun böyle olmasını, her şeye karşın yalnız olmadığınızı bilmenizi dilerim sizin adınıza; fakat aynı zamanda, oynadığınız rolleri ve sesinizi aşabilen, sizi gerçekten tanıdığından emin olan, size kolay rolleri oynayanlardan daha çok hayran olan tek kişi olmayı da isterim. Shakespeare'in oyununda olduğu gibi; bunu kimseye söylemedim, o rolü siz oynadınız diye İago'yu Othello'dan daha çok sevmiştim. Kendinizi mektubumu yanıtlamak zorunda hissetmeyin, gerçekten yazmak isterseniz diye ekliyorum adresimi, fakat eğer yazmazsanız ben yine de tüm bunları size anlattığım için kendimi mutlu hissedeceğim.
Gece oluyordu, mektup hafif ve akıcıydı, kedi, leylak rengi zarfla oynadıktan sonra divandaki yastığın üstünde uyuyakalmıştı. Bruna'nın geriye dönüşü olmayan yokluğundan beri benim evimde yemek yapılmıyor, konserveler yeterli oluyordu kediye ve bana, bana özellikle konyak ve pipo. Tatil günlerinden birinde (daha sonra Fırtınaya Yakalanmış Bir Kuş'taki rolümü çalışmam gerekecekti) Luciana'nın mektubunu tekrar okudum, onu yanıtlamaya niyetim yoktu; çünkü bu konuda bir sanatçı, üç yılda bir, bir tek mektup bile alsa... Saygıdeğer Luciana, diye yanıtladım onu cuma akşamı sinemaya gitmeden önce, sözleriniz beni duygulandırdı, bu bir nezaket tümcesi değil. Tabii ki değildi; ufak tefek, hüzünlü, kestane saçlı ve açık renk gözlü olarak düşündüğüm bu kadın burada, karşımda oturuyormuş ve ona sözlerinin beni duygulandırdığını kendim söylüyormuşum gibi yazdım bu satırları. Gerisi daha klasik oldu; çünkü gerçeği söyledikten sonra yazacak bir şey bulamıyordum, sonunda sayfayı doldurmakla yetindim, iki-üç teşekkür ve yakınlık ifadesi, dostunuz Tito Balcárcel. Oysa mektubun sonundaki notta başka bir gerçek gizliydi: Bana adresinizi vermiş olmanıza çok seviniyorum, size hissettiklerimi söylememek üzücü olurdu.
Bunu itiraf etmek kimsenin hoşuna gitmez ama, insan çalışmayınca sıkılmaya başlıyor, en azından benim gibi biri. Delikanlılığımda çokça gönül serüvenim olmuştu, boş vakitlerimde oltamı atar, hemen hemen her zaman balık çıkartırdım, fakat daha sonra Bruna geldi ve dört yıl sürdü ilişkimiz; insan otuz beş yaşına gelince Buenos Aires'te yaşam renklerini yitirmeye başlıyor ve monotonlaşıyordu, en azından bir kediyle birlikte yalnız yaşayan, okumaya ve yürüyüş yapmaya düşkün olmayan biri için. Kendimi yaşlı hissetmiyorum, tam tersine, bana öyle geliyor ki yaşlanan ve biçim değiştiren başkaları, hatta etraftaki nesneler; bu yüzden en iyisi akşamları evde oturmak, Fırtınaya Yakalanmış Bir Kuş'u çalışmaktı, beni seyreden kediyle birlikte tek başıma. Bu nankör rolleri mükemmel bir biçimde hazırlayarak, onları Lemos'tan daha çok benimseyerek, en basit tümceleri kişinin tehlikeli ve büyüleyici çizgilerini yansıtan aynalara dönüştürerek öç alıyordum onlardan. Böylece sıra radyoda rol yapmaya geldiğinde tüm virgüller, tüm vurgular nefretin yollarında yavaş yavaş ilerliyordu (bir kez daha bağışlanabilecek yönleri olan bir kişiyi canlandırıyordum, ancak yavaş yavaş kötülüğe doğru kayıyor ve son sahnede bir uçurumun kenarına dek kovalanıp sonunda boşluğa düşerek dinleyicileri memnun ediyordum). İki mate arasında Luciana'nın dergilerin üstünde unutulmuş mektubunu bulup tekrar okuduğumda onu yine gözlerimin önünde canlandırdım, her zaman görsel bir insan olmuşumdur, herhangi bir şeyi kolaylıkla canlandırabilirim; başlangıçtan beri Luciana'yı ufak tefek, kendi yaşlarımda düşünmüştüm, en önemlisi açık, neredeyse saydam gözlerinin olmasıydı. Onu yine böyle düşledim, bana yazdığı satırları kaleme almadan önceki düşünceli ama kararlı hali belirdi gözlerimin önünde. Bir şeyden kesin emindim, Luciana yazmadan önce karalama yapacak bir kadın değildi; bunu yazmadan önce tereddüt etmişti kuşkusuz, fakat beni Kötülük Gülleri'nde dinledikten sonra tümceler aklına gelmeye başlamıştı, mektubun bir oturuşta açık kalplilikle yazıldığı anlaşılıyordu, ama aynı zamanda –leylak rengi kâğıt nedeniyle herhalde– kadehinde uzun süre beklemiş bir likör izlenimi de uyandırıyordu bende mektup.
Gözlerimi hafifçe kapatarak oturduğu evi bile düşleyebiliyordum, şu üstü kapalı avlusu ya da en azından içinde bitkiler bulunan canlı holü olan evlerden biri olmalıydı; Luciana'yı her düşündüğümde onu aynı yerde görüyordum, camlı hol sonunda avlunun yerini almıştı: Bu, etrafı renkli camdan yapılmış pencereler ve kapılarla kapanmış bir holdü, gün ışığı renkli camların arasından ancak solarak ve grileşerek geçiyordu, Luciana bambu bir koltuğa oturmuş bana yazıyordu, siz Kötülük Gülleri'ndeki acımasız prensten çok farklısınız, devam etmeden önce kalemi ağzına götürüyordu, kimse bunu bilmiyor çünkü öylesine yeteneklisiniz ki insanlar sizden nefret ediyorlar, kestane saçlarını eski resimlerdeki gibi ışık çerçeveliyordu, camlı holün kül rengi belirgin havası vardı etrafında, isterim ki oynadığınız rolleri ve sesinizi aşabilen tek kişi ben olayım.
Kuş'un birinci bölümünden bir önceki gece Lemos ve diğerleriyle yemek yemem gerekti; Lemos'un kilit, bizimse kolit olarak adlandırdığımız sahnelerden bazıları prova edildi, kişiliklerimiz çatıştı ve bir ağız dolusu tiyatro lafı edildi; Raquelita Bailey, Josefina rolünde çok iyiydi, bu mağrur genç kızı ben yavaş yavaş Lemos'un sınır tanımadığı kötülüklerimin ağına düşürecektim. Diğerleri de rollerine iyi oturmuşlardı, sonuç olarak bu oyunla, şimdiye dek oynamış olduğumuz on sekiz radyo oyunu arasında lanet olası bir benzerlik vardı. Bu provayı özellikle anımsamamın nedeni küçük Mazza'nın bana Luciana'nın ikinci mektubunu getirmesiydi; bu kez onu hemen okumak istedim ve tuvalete gittim, bu arada Angelita ve Jorge Fuentes eskrim ve cimnastikten oluşan bir dansla birbirlerine sonsuza dek sürecek bir aşk ilan ediyorlardı; Lemos'un bu senaryoları, program müdavimlerinin heyecanına bir boşalma alanı, oyundaki kişilerle psikolojik olarak özdeşleşme olanağı sağlıyordu, en azından Lemos ve Freud'e göre.
Almagro'da bir pastanede kendisiyle tanışmamı öneriyordu, bu basit ve güzel öneriyi kabul ettim. Birbirimizi tanıyabilmemizle ilgili olağan ve sıkıcı ayrıntılar vardı: O kırmızı bir elbise giyecekti, ben elimde dörde katlanmış bir gazete tutacaktım, başka türlü olamazdı, mektubun geriye kalan kısmında camlı holde bana mektup yazan Luciana'dan başka bir şey yoktu, annesiyle ya da babasıyla birlikte oturuyordu mutlaka, başlangıçtan beri onun yanında yaşlı birini görmüştüm, onlara büyük gelen bir evde kalıyorlardı, evdeki boşluğu annenin ölen ya da artık aralarında olmayan kızına duyduğu özlem dolduruyordu, belki de ölüm bu evin kapısını çalalı çok olmamıştı; eğer gelemezseniz ya da gelmek istemezseniz durumu anlarım, ilk adımı atmak bana düşmezdi fakat biliyorum ki –yalnızca sözcüklerin altını çizmekle yetinmişti– sizin gibi biri böyle şeylerle uğraşmaz. Benim aklıma gelmemiş olan ve çok hoşuma giden bir şey ekliyordu, siz beni yalnızca bu iki mektup aracılığıyla tanıyorsunuz, oysa ben üç yıldır sizin yaşamınızı yaşıyor, her yeni rolünüzün arkasındaki gerçek sizi izliyorum, sizi tiyatrodan soyutluyorum; siz rolünüzün maskesini taşımadığınız zaman benim için hep aynı insansınız. (Bu ikinci mektubu yitirdim, fakat tümceler böyle yazılmıştı; bunları söylüyordu, oysa birinci mektubu Moravia'nın o aralar okuduğum bir kitabının içinde sakladığımı anımsıyorum, eminim hâlâ kütüphanede duruyordur.)
Eğer bunları Lemos'a anlatsaydım, eline yeni bir oyun için konu vermiş olurdum, karşılaşmayı ancak birtakım serüvenlerden sonra gerçekleştireceği kesindi ve işte o zaman genç delikanlı Luciana'nın düşlediği gibi olduğunu keşfedecekti, bu da aşkların ve düşlerin gerçekleştiğinin kanıtıydı; bu kuramlar Radyo Belgrano'da her zaman geçerli olan kuramlardı. Oysa Luciana genç durmasına karşın otuz yaşının üstündeydi, camlı holde mektup yazan kadından daha uzun boyluydu, kafasını oynattığı zaman kendi hayatlarını yaşayan uzun siyah saçları vardı. Luciana'nın yüzünü kesin çizgilerle canlandırmamıştım kafamda, açık renk gözlerinin ve hüzünlü oluşunun dışında, oysa şu anda gülerek bana bakan, oynak saçların çevrelediği kestane gözlerde hiçbir hüzün yoktu. Viskiden hoşlanması bana cana yakın gelmişti, Lemos'un oyunlarında romantik karşılaşmaların hemen hepsi çay içerken başlardı (Bruna'yla bir tren vagonunda sütlü kahve içmiştik). Beni davet ettiği için özür dilemedi; ben de ara sıra başıma gelenlere inanmadığım için hareketlerimi abartırım, fakat bu kez kendimi çok doğal hissettim, üstelik içtiğim viski kırk yılda bir sahte değildi. Gerçekten çok iyi vakit geçirdik, bir rastlantı sonucu birbirimizle tanıştırılmış gibiydik, yapmacık yoktu aramızda, kimsenin bir şey saklamadığı, rol yapmadığı sağlıklı ilişkilerin başladığı gibi başlamıştı bizimki. Daha çok benden konuşulması doğaldı çünkü ben bilinen biriydim, o, yalnızca iki mektup ve Luciana'ydı; bu yüzden de, kibirli görünmek istemiyordum, ama rol aldığım bir sürü radyo oyunundan söz etmesine izin verdim, beni işkenceler içinde öldürdükleri oyun, işçilerin madenin içinde gömülü kaldıkları oyun ve ötekiler. Yavaş yavaş onun gerçek sesine ve yüzüne alışmaya başlamıştım, büyük bir çaba harcayarak mektuplara, camlı hole ve bambu koltuğa veda ettim. Ayrılmadan önce otuzlu yıllarda Pergamino'da piyano çalmış olan Poli teyzesiyle birlikte, oldukça küçük bir giriş dairesinde oturduğunu öğrendim. Luciana da bu tür bir tanışmayla başlayan her ilişkide olduğu gibi kendi kafasında düzeltmeler yapıyordu, sonlara doğru bana, beni daha uzun boylu, kıvırcık saçlı ve gri gözlü olarak düşlediğini söyledi. Beni kıvırcık saçlı düşünmesi dikkatimi çekmişti çünkü oynadığım rollerin hiçbirinde kendimi kıvırcık saçlı hissetmemiştim, ama belki bu düşüncesi Lemos'un oyunlarında yaptığım tüm alçaklıkların, ettiğim tüm ihanetlerin bir birikiminden doğmuştu. Şaka yollu bu yorumu yaptım ona fakat Luciana hayır dedi, o kişileri Lemos'un onları betimlediği gibi görmüştü, fakat aynı zamanda onları görmezden gelebiliyor ve olağanüstü bir biçimde benimle yalnız kalabiliyordu: benim sesimle ve kimbilir neden, benden daha uzun boylu ve kıvırcık saçlı birisinin düşüyle.
Eğer Bruna hâlâ yaşamımda olsaydı sanıyorum ki Luciana'ya âşık olmazdım; oysa Bruna'nın yokluğu henüz çok belirgindi, Luciana da farkında olmadan ve herhalde aklına bile gelmeden bu boşluğu doldurmaya başlamıştı. Onun için gerçeğe uyum sağlamak daha kolay olmuştu, benim radyodaki sesimden, Lemos'un katillerine göre daha değişik kişiliği olan düz saçlı öteki Tito Balcárcel'e geçmişti; tüm bu işlemler bir ay kadar sürmüştü, iki kez kahvede buluşmuştuk, üçüncü buluşma benim dairemde oldu; kedi Luciana'nın kokusunu ve tenini kabul etmişti, onun eteğinde uyuyakaldı, ancak akşamla birlikte kendisini fazlalık hissedip, miyavlayarak yere atlamak zorunda kalınca bu pek hoşuna gitmedi. Poli teyze Pergamino'ya, bir kardeşiyle birlikte yaşamaya gitti, görevi sona ermişti; Luciana o hafta içinde benim evime taşındı. Eşyalarını toplamak için ona yardım etmeye gittiğimde evinde kül rengi ışık geçiren camlı bir hol olmaması bana üzüntü vermişti; o holü görmeyeceğimi biliyordum ama bu yine de bir eksiklik, bir kusur gibi geliyordu bana. Taşınma günü Poli teyze, tatlı tatlı Luciana'nın kısa aile geçmişini anlattı bana: çocukluğu, Chicago'daki bir buzdolabı firması tarafından ayartılan nişanlısı, bir otelciyle evlenip altı yıl önce ayrılması. Bunları daha önce Luciana'nın ağzından öğrenmiştim, fakat başka bir biçimde, gerçekten kendisi değilmiş gibi söz etmişti geçmişten, artık farklı bir zamanda yaşıyordu, yanında benim bedenim, kediye verilen süt tabakçıkları, her an gidilen sinema ve aşkımız vardı.
Aşağı yukarı Başakların Arasındaki Kan döneminde Luciana'dan saçlarının rengini açmasını istediğimi anımsıyorum. Önceleri bunu bir aktör kaprisi sandı, eğer istersen kendime bir peruk alırım dedi gülerek, madem ki bu konuya girdik sana da kıvırcık saçlı bir peruk çok yakışır. Fakat birkaç gün sonra ben ısrar edince tamam dedi, saçı kestane ya da siyah olsun onun için fark etmiyordu, benim için bu değişikliğin aktörlüğümden gelen bir tuhaflık olmadığını, camlı hol, bambu koltuk gibi başka bir şeylerle ilgili olduğunu anlamıştı neredeyse. Bu isteğimi bir daha dile getirmeme gerek kalmadı, bunu benim için yapmış olması çok hoşuma gitmişti, bunu kendisine pek çok kez söyledim, sevişirken, kendimi saçlarının ve göğüslerinin arasında kaybederken, onun kollarında uykuya dalarken. (Belki ertesi sabah, belki de çarşıya çıkmadan önce, tam emin değilim, saçlarını iki elimle arkada birleştirip ensesinin üstüne bağladım, böyle daha iyi olduğunu iddia ettim. Aynada kendisine baktı, bir şey demedi ama anladım ki aynı fikirde değildi, haklıydı da, saçlarını toplayacak bir kadın değildi o, ona en çok yakışanın omuzlarına dökülen siyah saçlar olduğu yadsınamazdı. Fakat bunu ona söylemedim, çünkü onu pastaneye ilk kez girdiği akşamki gibi değil, böyle görmek hoşuma gidiyordu.)
Kendi oyunlarımı dinlemek hiçbir zaman hoşuma gitmemişti, işimi yapıyordum o kadar; meslektaşlarım, kendilerinde çok belirgin olan övünme duygusunun bende olmamasına şaşıyorlardı, belki de nitelikleri gereği rollerimi pek hatırlamak istemediğimi düşünüyorlardı haklı olarak; bu yüzden kendisinden Kötülük Gülleri'nin arşiv plağını istediğimde Lemos kaşlarını kaldırarak bana baktı ve bu isteğimin nedenini sordu, ben de herhangi bir neden söyledim, düzeltmek istediğim vurgu sorunları filan gibi. Plaklarla eve döndüğümde Luciana da biraz şaşırdı çünkü ona işimden hiç söz etmezdim, bana izlenimlerini anlatan, akşamları kucağında kedi, beni dinleyen kendisiydi. Lemos'a belirttiğim nedeni yineledim, ancak plakları öbür odada dinleyeceğime pikabı salona getirdim ve Luciana'dan biraz benim yanımda kalmasını istedim; çayı kendi ellerimle hazırladım ve daha rahat etmesi için ışıkları düzelttim. Neden bu lambanın yerini değiştiriyorsun, dedi Luciana, orada iyi duruyordu. Nesne olarak güzel duruyordu ama Luciana'nın oturduğu kanapeyi çiğ ve parlak bir ışıkla aydınlatıyordu; oysa Luciana'ya yalnızca camdan gelen akşamın yarı aydınlığının ulaşması daha iyi olacaktı, hafif kül rengi bir ışık saçlarını ve çay fincanını tutan ellerini çevreliyordu. Beni fazla şımartıyorsun, dedi Luciana, her şey benim için, sense bir köşede kaldın, oturmadın bile.
Güller'den yalnızca birkaç bölüm koydum pikaba, iki fincan çay ve bir sigara içecek bir süre. Dikkatle oyunu dinleyen Luciana'yı izlemek hoşuma gidiyordu, sesimi tanıdığı zaman kafasını kaldırarak bana gülümsüyordu; zavallı küçük Carmen'in alçak kayınbiraderi, Pardo'ların servetini ele geçirmek için entrikalarına başlayacak ve bu karanlık işleri, sayısız bölümlerin sonunda Lemos tarzı aşkın ve adaletin kaçınılmaz zaferine dek sürecekti, oysa bunlar umurunda değildi Luciana'nın. Ben köşemde (onun yanında bir fincan çay içmeyi kabul etmiş fakat yine salonun öteki ucuna dönmüştüm, oradan daha iyi dinleniyormuş gibi) kendimi çok iyi hissediyor, eksikliğini duyduğum bir şeyi yeniden buluyordum; bu anların uzayıp gitmesini, günün son ışıklarının camlı holdeki ışığa benzemeyi sürdürmesini istiyordum. Olası değildi bu, pikabı durdurdum ve Luciana lambayı eski yerine koyduktan sonra (benim koyduğum yerde gerçekten çok kötü durmuştu), birlikte balkona çıktık. Kendi kendini dinlemenin faydası oldu mu, diye sordu Luciana elimi okşayarak. Evet, çok faydalı oldu; nefes sorunlarından, sesli harflerden, onun saygıyla kabul ettiği rasgele şeylerden söz ettim. Ona söylemediğim tek şey yaşadığımız o mükemmel an sırasında yalnızca bambu koltuğun ve belki de kendisinin biraz daha hüzünlü olmasının eksik oluşuydu, bir mektubun satırlarını yazmayı sürdürmeden önce boşluğa bakakalan birinin hüznüydü eksik olan.
Başakların Arasındaki Kan'ın sonlarına gelmiştik, üç hafta sonra tatile girecektim. Radyodan döndüğümde Luciana'yı ona doğum gününde armağan ettiğim bambu koltukta kitap okurken ya da kediyle oynarken buluyordum, koltuğun yanında onunla takım olan küçük bir masa vardı. Bu salona hiç uymuyor, demişti Luciana, yarı şaşkın yarı hoşnut, fakat senin hoşuna gidiyorsa benim de gider, güzel bir takım, üstelik çok da rahat. Mektup yazman için iyi olacak, dedim ona. Evet, diye onayladı Luciana, benim de zaten zavallı Poli teyzeye bir mektup borcum var. Akşamları koltuğa çok az ışık geliyordu (lambanın ampulünü değiştirdiğimi fark etmemişti sanırım), sonunda nakış işlemek ya da dergi okumak için küçük masayı ve koltuğu camın yanına çekti. Belki de o sonbahar günlerindeydi, ya da daha sonra, bir akşam uzun zaman yanında kaldım, doya doya öptüm onu, kendisini çok sevdiğimi söyledim, onu en çok bu haliyle seviyor ve hep böyle görmek istiyordum. Luciana bir şey demedi, elleri başımda dolaşıyor, saçlarımı karıştırıyordu; başını omuzuma yasladı ve sessiz kaldı, başka bir yerdeydi sanki. Alacakaranlıkta Luciana'dan başka ne beklenirdi ki? O, leylak rengi zarflarına, mektuplarının yalın, neredeyse utangaç tümcelerine benziyordu. Bu saatten sonra onunla bir pastanede tanıştığımızı, salık siyah saçlarının bana selam verirken ve karşılaşmanın ilk karışıklığının üstesinden gelirken bir kamçı gibi savrulduğunu düşlemem çok zor olacaktı. Aşkımın belleğinde camlı bir hol ve bambu koltuğun çizgileri vardı yalnızca; sabahları evde dolaşan ya da kediyle oynayan uzun boylu enerjik gölge, gece olurken benim sevdiğim ve aradığım o eşsiz biçimde geri gelecekti.
Bunu ona anlatmalıydım belki. Zamanım olmadı; sanırım tereddüt ettim, çünkü durumun böyle sürmesini istiyordum, öylesine bir mükemmelliğe ulaşmıştım ki onun belli belirsiz sessizliklerini, şimdiye dek görmediğim dalgınlıklarını düşünmek istemiyordum; ara sıra bir şey arıyormuş gibi bakıyordu bana, bir an gözleri dalıyor sonra hemen başka bir şeye, kediye ya da bir kitaba kaçıyordu bakışları. Bense onun bu yüzünü yeğliyordum, bu hali camlı holün hüzünlü havasının ve leylak rengi zarfların bir parçasıydı. Bir geceyarısı uyanıp yanımda yatışını izlediğimde ona her şeyi açıklamanın zamanı geldiğini hissettim: Aşkımın etrafında ördüğü örümcek ağını kabul edecek ve tümüyle benim olacaktı. Bu dediklerimi yapmadım; çünkü Luciana uyuyordu, çünkü Luciana uyanıktı, çünkü o salı sinemaya gidiyorduk, çünkü tatil için bir araba arıyorduk, çünkü kül rengi ışığın mükemmelliğini bambu koltukta yoğunlaştırdığı akşam saatlerinden önce ve sonra, yaşam doludizgin geçiyordu. Artık benimle pek az konuşuyor olması, ara sıra yine yitirdiği bir şeyi arıyormuşçasına bana bakması, ona gerçeği itiraf etme, kestane rengi saçları, holdeki ışığı anlatma yolunda duyduğum belli belirsiz gereksinimini geciktiriyordu. Sonunda zamanım olmadı; iş saatlerimin değişmesi, bir öğlen, rastlantı sonucu kent merkezine gitmeme neden olmuştu, onu bir otelden çıkarken gördüm, onu tanıdığım an tanıyamadım, benden uzun boylu bir adamın koluna girmiş otelden çıktığını anladığım an anlayamadım, adam ona doğru eğilmiş kulağından öpüyordu, kıvırcık saçları Luciana'nın kestane saçlarına karışıyordu.