Sunuş, s. 11-13.
Zaten ben bir gün bir kitap yazacaktım. İlkokul üçüncü sınıfta, Gizli Yediler'den esinlenerek bir roman yazmaya başlamıştım. Niyeyse bir panayırda geçiyordu; ilk bölümü vardı, orada karakterleri tanıyorduk. Kötü adamın palabıyıkları vardı. Çocukluğumun en mutlu anları, güzel kitabımı yazdığım iki üç gündür. Derken arkadaşım Güney, "Ya bu kitabı senden önce başkası yazmışsa, seni hapse atarlar, hayat boyu orda kalırsın," deyince korkup kitabımı imha ettim.
Sonra 1997 Eylülü ile 2008 Bahar arası Nepal'in başkenti Katmandu'da yaşadım. Başka gerçeklik, bazen başka gezegen gibiydi. Başlarda, meraklı gözüm ve mutlu turist kalbim dolayısıyla, haftada bir, olmayacak ama şefkatli bir şey oluyordu. Katmandu sokakları ve Tibetli lamalar gel beni yaz, diyordu.
Sevgili rahip öğretmenim Jatuk Tulku Taşhi Puntsok, sabahları yedide başlayan dil dersimizde Tibet'te iki gözüyle gördüğü ejderha, yeti, yerin altında yaşayan, altından atlara binen üç metre boyundaki şiptak'tan bahsediyordu. Taşhi-la'nın anlattığı acayip hikâyeleri dinlerken ne düşüneceğimi şaşırıyordum; kendime saklamak olmazdı. Kitap yazacaktık, parasıyla Taşhi-la Amerika'ya, ben Tibet'e gidecektim. Derken araya oğlumun dünyaya gelişi girdi. Aklım başka yere gitti, kitabı unuttum. Hatta eski bilgisayarımla birlikte kaybettim. Taşhi-la rahip cüppesini çıkarıp kendini Amerika'ya attı, hâlâ Amdo'daki manastırı için para biriktirmeye çalışıyor.
Kitabı unuttum ama Nepal'in kesifliği devam etti. Bir gün kranio-sakral öğretmenim, hikâyeler ruhundan taşıyor artık senin, bize anlatıp anlatıp dikkatimizi dağıtma, kitap yaz, hem sakinleşirsin dediğinde, aradan sekiz sene geçmişti.
Nepal'e ilk gittiğimde, birtakım komünist öğretmenler yeraltına inip iç savaşı başlatalı bir sene olmuştu. Katmandu Postası gazetesinin üçüncü sayfasında küçük haberlerde, uzak köylerde Maocu gerillaların yaptıklarından ara sıra bahsediliyordu. Zaman geçtikçe savaş büyüdü, Nepal'i, hayatımızı bir çeşit kuşattı. Ama Nepal hâlâ iyi bir yerdi.
Otuzlu yaşlarımı orada geçirdim, arada meraklı gözümü kaybettim. Günlük hayat Katmandu'da yine günlük hayattı. Alıştığımız öbür yerlerde yaşamaktan bir düzlemde pek farklı değildi. Nepal'de ama başka düzlemler de vardı sanki, onlar sahiden başkaydı:
Himalayalar. Katmandu şehrinin kuzeyinde bir uçtan bir uca altı, yedi, sekiz bin metrelik dağlar öyle duruyorlar. Bakması öyle mıknatıslı ki insan kendini dağların yüzü suyu hürmetine orada öyle bıraksa, memleketine dönmeyi unutsa şaşmamak lazım.
Lamaların kalbimizi zihnimizi temizlemek ve şefkat üzerine dersleri. Sokakta gördüğümüz manastırlardan içeri girip rahiplerin arka sırasında gözümüzü kapatıp oturmak. Orada öyle oturabilmek mümkün olduğu için insan memleketine dönmeyi unutsa şaşmamak lazım.
Biriyle tanışırken, güzel isminiz nedir? diye soruyoruz – Tapaiko subha nam ke ho?
Merhaba ve hoşça kal yerine "İçindeki tanrıyı selamlarım," diyoruz, nasılsın yerine de "Pilavını yedin mi?" diye soruyoruz.
Bedenimizin tapınak olduğundan yola çıkarak, etrafımızdan ziyade içimizi temiz tutmak önemli – yani mesela tükürmeyenler pis.
Ölüm mesela, ağır, karanlık bir yer değil. Din, hayat ve sanat tortop olmuş öyle yaşıyorlar. Yıldızlar ismimize, kiminle ne vakit evleneceğimize karar veriyor.
İçine bir tanrıça girmiş küçük bir kız çocuğunun yüzü suyu hürmetine Nepal'in ayakta durduğuna inanıyoruz. Katmandu'nun yerlileri öyle inanıyorlar en azından.
Sabahları beşte kalkıyoruz, ziyaretler ve telefonlar altı-yedi civarında gerçekleşiyor. Misafirlerle otururken hep karşılıklı konuşmak durumunda değiliz, uzun suskunluklar normal. Sabah yedide evinize gelip oturan misafirin gördüğü bir gazeteyi kitabı karıştırmaya başlaması da normal misafir davranışı.
Telefonların yanlış düşmesi normal olduğu için, birini aradığımızda "Alo" yerine "Nereye düştü?" diye soruyoruz – Kaha pareyo? Aradığımız şahıs yaşadığı mahallenin adını söylüyor. Yanlış düşmüşse çat diye kapatıyoruz, karşımızdaki zaten bizden özür beklemiyor.
Çiçeklerin sahibi yok. Bahçenizdeki çiçekleri, tapınağa gitmekte olan birileri gelip koparabilir. Çiçekler çünkü Nepal'de tanrılara sunmak için varlar, bize değil tanrılara aitler.
Duygularımızı açığa vurmak ayıp, kızgınlık göstermek karakter zayıflığı. Karşımızdakini üzecekse doğruyu söylemek terbiyesizlik, teselli edici yalanlar bulmak erdem. Hata yapan birine onun adına utandığımızı göstererek dayanışmak için gülüyoruz.
Sokakta etrafımızdakileri hoş görmek üzerine kurulu bir hayat düşünün: Olmayacak bir şey yapan birine sinirlenmek yerine gülüveriyoruz. Trafikte şoförler burada çok küfredeceğimiz durumlarda kocaman sırıtıyorlar. Sahiden.
Sevgili okuyucu, size en azından elinizde kitabım varken bu ruh halini diliyorum.
Kadıkalesi, 2008