| ISBN13 978-975-342-539-1 | 13x19,5 cm, 224 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Abidin Parıltı, "Kendini Arayan İnsan", Kitaplık, Mart 2006 Barış Müstecaplıoğlu, fantastik seri romanlarından sonra bir anlamda geçmişini sorguya aldığı, kendine ve inanç sistemine sorular sorduğu yeni romanı Şakird’te, temelde cemaate içerden bakarken bireyin inanç sistemlerinden sıyrılıp, paraya tapan bir kul olmaktan çıkıp kendine inanmaya başlamasını işliyor. İnsan her zaman, hep aramış, bulamamış, bulamadığında dublörlerle zaman geçirmiş ve inancın kollarında mazoşist bir yerde bulmuştur kendini. Max Scheler, insan ya bir Tanrı’ya sahiptir ya da bir puta, der. Çoğu zaman da Tanrı’nın gölgesinde kendini puta dönüştüren, insanların onlara inanmasını sağlayan ve bir cemaatin kanatları altında yaşamasına olanak veren, ama bütün yaşama olasılıklarını cemaatin hayrına bağlıyormuş görüntüsündeki kişi ve onun peşi sıra giden, huzuru ve mutluluğu onun gölgesinde arayan kişiler vardır. Bu insanlar bir anlamda her sözünü vahiy bildikleri kişinin dediklerini yaparak hayata karşı bütün savunma noktalarını ona emanet bırakırlar. O yüzden bir süreliğine bile olsa hayata karşı görevlerini yerine getirmenin huzuru içindedirler. Romanın temel kahramanı olan Murat da böyle bir döngünün içindedir. Üniversite zamanlarında Hizmet olarak adlandırılan cemaatin içinde huzuru bulmuş, uzun zamanlar onun içinde kalmış, girdisini çıktısını öğrenmiştir. Şakird’tir orada. Yani çıraktır, öğrenendir. Başlarda her şey yolundadır. İyi insanlardan kurulu bir toplum vardır ve kendilerine inananlara canlarını dişlerine takarak yardım etmektedirler. “kimse kimseyi kırmıyordu, herkes neyi neden yaptığını biliyordu ve hepsinden önemlisi, ölümün bile bir anlamı vardı. Duygularım ciddiye alınıyordu, incitilmiyordum. Kendimi eskisi kadar yalnız hissetmiyordum o insanların arasında…” ancak insanlar soru sormaya başladığı zaman her şey sanki bir dönüşüme uğrar. “Neden” sorusu belki de hayatın en büyülü, hem koparıp hem bağlayan sorusudur. “Neden?” sorusunu başkalarına sorduğunuzda vicdanınızı rahatlatır, egonuzu tatmin edersiniz. Çünkü bu durumda sorun sizde değil başkalarındadır. Ancak bu soruyu kendinize yönelttiğinizde, önünüze en azından iki yol çıkar. Ve tek yol artık çoğalır. Romandaki birçok kişi başlangıçta Hizmet’in içindeyken bu soruyu başkalarına sorar. Kendilerine sormaya başladıklarında kopuş başlar. Romanın kahramanı Murat (aslında gittikçe bir anti-kahramana dönüşür. Başlangıçta sürekli kazanan kahraman giderek kaybetmenin yollarını seçtikçe bir anti-kahraman olur.) bu büyülü soruyu ve ardıllarını kendine sormaya başladığında yaşamı da bir kırılma noktasına girer. Bu kavşakta cemaatten ayrılır, sonrasında ise bir şirkette tam bir satış canavarına dönüşür. Yeni sorular üretmeye başladığında, hayata karşı memnuniyetsizliği artar. Kapitalist dünyanın kuralları yemenin üstüne kuruludur. Çevredeki herkes yenilip tüketildikten sonra, kişi kendinden yemeye başlar. Murat da çalıştığı ve nerdeyse en tepede bulunduğu şirketten böyle bir anlayıştan dolayı vazgeçer ve yola çıkar. “Her sabah aynı işleri yap, aynı yere aynı yoldan git, aynı kişilerle aynı inanmadığın projeler üzerinde çalış, aynı sevmediğin insanlara aynı anlamsız parayı kazandır ve aynı yatakta aynı sabaha uyanacağını bile bile uyumaya çalış…” Böyle bir varoluş problemi yaşayan Murat’ın asiliği, karşı çıkışı bir zaman sonra sükûta dönüşür. Dili evcilleşir. Oysa beklenti onun karşı olduğu dünyaya bir intikam içinde olmasıydı. Öfkesini bir şekilde dile getirmesiydi. Müstecaplıoğlu ise daha çok gerçek hayat gibi davranmış ve anti-kahramana dönüşen Murat’ı bir kadının kollarına teslim etmiştir. Sonrasında ise bir dostunun mektubuyla geçmişe dönmüştür. Her yolculuğun aslında önce insanın kendi içine olduğu ve kişinin oradaki karanlıkların üstüne gittiği bilinir. Murat büyük işinden vazgeçtiğinde o kentte durmaz ve arabasıyla yolculuğa çıkar. Bu yolculuğunda hem geçmişi, kirlenen zamanları geride bırakır hem de kendine bir daha dönüp bakabilmektedir. Nitekim yolda dinlenme tesisinde arabasına aldığı Elif’le yaşadığı aşk devreye girerken, yeni bir yaşam başlamıştır aslında. Şakird’in temelinde iki nokta vardır. Bu noktalar aslında iki farklı okumaya açıktır. Birincisi, Türkiye’nin sosyolojik bir gerçeğini, Fethullah Gülen ve cemaatini, onun işleyiş biçimlerini, cemaate adam kazandırma yollarını anlamak ve içerden bir bakışla tanık olmak ikincisi ise Murat’ın sorgulamalar sonucunda sürekli değiştirdiği kimlikler, çıktığı yollar, gittiği güzergâhlar, uğradığı konaklardır. İşte tam da burada kitabın eksik noktalarından biri yüz gösterir. Kitabın merkezi yeterince netleştirilmemiş, çelişkide kalınmıştır. Merkezin her iki tarafında sözünü ettiğimiz güçler (buna birey ve cemaat de diyebiliriz) olmasına rağmen merkezde güç yoktur. Boşluktadır. Temelde anlatmaya çalıştığı sosyolojik bir sorunsal olduğu için önce o sorun var edilmiş ve sonra hikâyeler onun etrafında örülmüş. Dolayısıyla bu okuyucuya da geçiyor. Bu durum romanda merkezden kaynaklanan bir kopukluk yaratmış. Müstecaplıoğlu, sosyolojik olarak aktaracağı hikâyenin aslında edebi değerinin çok da olmadığını ve bu yönüyle insanları enterese etmeyeceğini bilerek, konuya yeni boyutlar getirmiş ve yeni anlatım olanakları sunmuştur. Temel hikâyenin yanında yan hikâyeler, yoğun çevre betimlemeleri ve ayrıntıların içinde fazlaca gezinme, sinema diline ve onun kurgu estetiğini yaslanma, mektuplarla geçmişten haberdar etme. Bu yöntemlerden bazıları örneğin sinemasal dil, sanki farklı kameralar kullanılmış gibi kişilere ve durumlara farklı açılardan bakma (bu anlamda kitabın girişi oldukça hoş), mektuplarla geçmişten haberdar etme, gerçekten hikâyeyi güçlendirip, onu ilgi çekici bir hale getirmiş. Merak öğesini diri tutan bir teknik de atılan düğümlerin geleceğe değil geçmişe yönelik olmasıdır. Yani klasik yazım biçimlerinde olduğu gibi şimdiki zamanda atılan düğüm gelecekte ortaya çıkıp, onu aydınlatmaz. Yazar beklentiyi kırar ve düğümlerin çözülmesini geçmişte oluşturur. Ayrıntıların gerekli gereksiz kullanılması romanı pürüzlü bir hale getirip romandan kopuşlara neden olurken, yan hikâyelerin asal hikâyeye güçlü bağlanamaması da romanı zayıflatan noktalardan birini oluşturur. Kimlikler, kartvizitler, konumlar, konumlandırmalar, insana biçilen roller, insanın kendine biçtiği roller, kaybedişler, tükenişler, intikam, bütün bunlar hesaplandığında asi, saldırgan, gücünü kelimelerden alan, en azından evcil olmayan bir dil beklenir romandan. Ancak son derece yalın, inişleri çıkışları oldukça az olan, belli bir yönde seyreden bir dil karşılar bizi. Bu romanın kolay okunmasını ve kolay anlaşılmasını sağlarken derdin büyüklüğünü taşıyamaz gibi görünür. Her çevrenin kendi içine hapsettiği ve orada geliştirdiği bir dili vardır. Romanda cemaatin kullandığı dil hemen dikkati çeker. Şakird, istişare, ehl-i dünya, sevap, hizmet, hoca efendi gibi kelimeler bu cemaat içi dilin belkemiğini oluşturur. Özellikle cemaatin içindeki zamanlarda kullanılan dil-tavır-çevre ilişkisi de oldukça iyi verilmesine rağmen kanımca romanının bütününü kurtaramamış, Murat’ın cemaat dışı dönemleri evcil kalmıştır. Sonuç olarak Şakird, kör inancın kollarından sıyrılıp, şüpheden aydınlanmaya doğru giden, kendini var etmeye çalışan ve bunun sonuçlarına katlanan bireyin hikâyesidir. Kendini arayışın, ararken savruluşun, sorgulamaların gerçekleştiği romanda kişiler, hayatta olduğu gibi, ararken önce karanlığa bakarlar. Aydınlanmamış yerlerde sorun aranır ve orada akıl ve sorgulamalar bir fener olup kişiyi kuyudan çıkarır. Aslında oldukça samimi ve açık olan bu roman kişilerini de hayata yaklaştırmak için gerekli bütün çabayı harcıyor. |