Günay Güner, “Çocukluğun gezgini bir öykücüden”, Cumhuriyet Kitap, 21 Ocak 1999
Suskunlukla söylemek arası bir nokta vardır insan için. Anlatmaya başladığında sessizliğini anlatır derinliğinde anılarının. Yazıya dökülen iç sızılarıdır, bilinçaltıdır, çocukluğun en bulanık labirentleridir. Bireyi konu etmek çoğu zaman oldukça geniş alanlar açar yazarın önüne. Ancak bireyin toplumsal ilişkilerine de uzanılmazsa yeteneğin ulaşabileceği önemli bir alandan yoksun kalınabilir.
Erol Hızarcı gerçekten de çok yetenekli bir öykücü. Metinlerinin büyük bölümünde şiirsellik başat bir konumda. Diğer bir deyişle öyküleri yoğun bir şiirsel dokuya sahip. Ve çoğunlukla iç dünyadan yola çıktığından olsa gerek, alabildiğine hüzünlü. Çocuklar, hasta bir çocuğun düşleri, özlemleri, hiçbir şeyin engelleyemeyeceği sonsuz merakı; aşkın, sevginin, eski bir evin, günbatımının gizemli hüznü:
"Perdeler oynaşmasa, odamda boğulacaktı avluya konan geceler." (s. 12)
"Güneş. Güneşte buluşan yedi renk düşlerde kaldı. Güneş yalnızca düşlenecek bundan sonra. Asılı kalacak fermanıyla, ertelenecek günbatımlar. Bir yağmur sonrası. Yedi renkli köprü kurulmakta, gökyüzü denizine uçurumun doruğundan bir kaydırak. Sılaya döner uzak ateşler. Kızıl bulut kervanları yürür masallarda Göçtü ırmak yatağında uykular. Soldu güneş fermanıyla birlikte akşam gecikti.
Uçurum düşlüyor çocuklar. Kimse kalamaz piknikte." (s. 17)
Geleceğe açılan kapılar
Dildeki bu yoğun işçilik öyküden çok şiire yaklaştırıyor metni.
Hızarcı ülkemizdeki pek az yazarın yaptığı bir şeyi yapıyor: Bilimsel bilgilerden sanata olanaklar sağlıyor. Astronominin o uçsuz bucaksız gizemiyle, edebiyatın geleceğe kapılar açan sezgi gücünü bir araya getiriyor:
"Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar değil, ışıkları. Bugün, ışığı hâlâ gelmekte olan yıldızların kimi artık yaşamıyor aslında. Yalnızca, milyonlarca yıl önce saçtığı ışıklar uzayda yol alıp bize gelmeye, gözlerimize akın etmeye devam ediyor. Yıldızından binbir sancıyla ayrılan ışık, bize gelesiye taşıyor bu sancıyı, sonra teslim oluyor karanlığa. Kimi yıldızların ışıklarıysa, yoluna çıkan çekimlerden etkilenip saparak bize kadar geliyor. Yıldızların oldukları yerden başka bir yerde gösteriyorlar." (s. 30)
"(...) Yalnızca kendi ışığını saçan aydınlığımız, hep kendini dolanan yollarımız onlar. Uzak ölümlerimiz. Gün boyu sürüp giden egemenliğimiz çekildiğinde hangi yıldıza sığınıyoruz:.. Karanlığa düşmeden göremediğimiz, bir türlü günışığıyla barıştıramadığımız yitik sevgililerimiz onlar." (s. 31)
Kitaba da adını veren Toprakaltı Sarayları adlı öykü, yazarın, genel olarak bir öyküyü oluşturma sürecine, evrelerin ortaya çıkışına, yazarın niteliğine ilişkin serüvenini, aşka, sevgiye, doğaya dair izlenimleriyle, aralarında koşutluklar kurarak aktarıyor. Öyküdeki söz konusu ikili yapı, ilgili paragraflar kendi içinde bütünlük taşıdığından, farklı okumalara da olanak sağlayabiliyor. Yeni öykücülerimizin birçoğunda gözlediğimiz uçlarda gezinme, biçimsel arayış çabaları Hızarcı'ya da egemen.
Bunalım sınırı
Öykülerin tümü belli bir düzeyin üzerinde olmakla birlikte, Uykusuz ve Algın Bir Sessizlikte adlı öyküler ritm ve dengeli kurgu yönünden yapıtın en başarılı öyküleri. Öykülerin anlatıcısı "ben"in Uykusuz'da bir kedi ailesiyle sevgi, acımak, dostluk; Algın Bir Sessizlikte de ise yoksul (öykünün önemsemediği, okuyucunun sezdiği bir yoksulluk) biri çocukla gene sevgi ve varoluş kaynaklı ilişkileri akıcı, yalın, şaşırtıcı tarzıyla yansıtılıyor.
Anlar, anılar, bilinç içinde geziler "ben"i kendi kendine sürekli bağımlı kılmasıyla, anlatı bunalım sınırının her an aşılabileceği sisli bir çizgide sürmektedir. Hızarcı'nın, ilerideki yapıtlarında gözlemlerini dış dünyaya, toplumsal ilişkilere de yöneltmesi halinde başarısının daha da boyutlanacağı, yazınımıza farklı güzellikler katacağı kuşkusuz.