Alper Hasanoğlu, “Psikiyatrinin ‘deli gömleği’!”, Radikal Kitap Eki, 2 Nisan 2010
Diğer meslektaşlarım nasıl geçirdiler bilmiyorum ama ben psikiyatri ihtisasımın ilk yıllarında bir uçtan bir uca savrulup durdum. Psikiyatrist olmadan önce uzun yıllar fizyoloji alanında çalıştım. Deney hayvanları üzerinde depresyon ve stres alanında beyin araştırmaları yaptım. Bu nedenle psikiyatrideki ilk yıllarımda da beyindeki belli bölgelere etki eden maddelerin ruhsal bozuklukları düzelttiğine ve bütün meselenin doğru ilacı bulmak olduğuna inanmıştım. Sonra İsviçre’nin melankolik dünyasında psikoterapiyle tekrar karşılaştığımda, varoluşun derinliklerini açıklamanın yalnızca beyin hücreleri arasındaki ilişkiyi anlamakla mümkün olmadığına ikna olmuş ve ilaçlardan bir süre için soğumuştum.
Deneyim kazandıkça bu iki aşırı ucun da doğru ve yanlışlar barındırdığını fark ettim. Dahası her iki açıklamanın bir diğerini dışlamadığını, tersine tamamladığını ve insanın gerçekten biyo-psiko-sosyal bir varlık olduğunu çok daha iyi anladım. Yani, insanın doğuştan gelen biyolojik yapısıyla, gelişim sürecinde edindiği psikolojik özelliklerin sosyal çevreyle karşılıklı etkilişim içinde olduğunu ve insanı insan yapanın da bu etkileşim süreci olduğunu gördüm.
Roche ve Novartis gibi dünya devi ilaç şirketlerinin merkezi İsviçre Basel’de, psikiyatri ihtisasım boyunca çalıştığım klinikte, üzülerek tanık olduğum şuydu: 20. yüzyılın başından beri süren psikoterapi odaklı yaklaşımın, biyolojik bakışla yer değiştirmesi. Bütün yansız yaklaşma çabalarıma rağmen, ilaç firmalarının ‘mucizevi ilaç’ olarak tanıttıkları bütün yeni ilaçlara hep şüpheyle baktım ve hâlâ böyle bakmanın doğru olduğuna inanıyorum. Bu nedenle Joanna Moncrieff’in İlaçla Tedavi Efsanesi kitabı elime geçtiğinde, dağınık düşüncelerimi toparlayacak bir kitapla karşı karşıya olduğumu sandım.
Moncrieff, İngiliz bir psikiyatrist ve farmakolog. Neredeyse bütün akademik hayatını psikiyatrik ilaçların zararlı olduğunu kanıtlamaya adamış farklı bir bilim insanı. Kitabın giriş bölümünden son satırına kadar okuru inandırmaya çabaladığı şey, psikiyatrik ilaçların hiçbir etkinliğinin olmadığı ve neredeyse bütün psikiyatristlerin ‘safça’ ilaç firmalarının yalanlarına inandıkları ya da bu yalanlara farklı neden veya çıkarlarla alet oldukları.
“Elinizdeki bu çalışmayı, çıkarların ve politik koşulların bilgiyi nasıl çarpıttığına ve insanları yarım yüzyıldır başarıyla nasıl kandırabildiğine örnek olsun diye sunuyorum.” “Bir zamanlar yalnızca insanları susturma ve kontrol altına alma yöntemi olarak görülen ilaçların, zamanla hastalığı tamamıyla ortadan kaldıran tedavi yöntemleri olarak görülmesinin ve psikiyatrik tedavinin tam merkezine yerleşmesinin ardında güçlü çıkarlar bulunduğunu anlamış bulunuyoruz.” Eğer uzun süredir psikiyatri pratiği içinde olmasam, insanlara ilaçla ya da ilaçsız yardım etmeye çabalamamış olsam, okuduklarımdan dehşete düşerdim. Bir psikiyatrist gördüğümde nasıl bu kadar cani olabildiğini ‘kızgınlıkla’ sorar ve yakınlarımdan biri ‘mazallah’ psikiyatriste gitmeye kalksa vazgeçirmek için elimden geleni ardıma koymazdım. Psikoterapi ağırlıklı çalışan bir psikiyatrist olarak kendimi ilacın olumlu etkilerini savunur bulmak, benim için şaşırtıcı aslında. Moncrieff’in kitabıyla başarabildiği en olumlu şey de bu zaten. Bir refleks uyandırarak psikiyatriyle profesyonelce uğraşan benim gibileri, yanlış bilgilenmenin önüne geçmek için, gayrete getirmek.
Bilimsel bir eser olma iddiası taşıyan kitap, ilaç kartellerinin maşası olmakla suçladığı biyolojik psikiyatrinin kendisi kadar taraflı ve ideolojik bir bakış benimsiyor. Moncrieff antidepresanlardan şizofrenide kullanılan ilaçlara kadar bütün psikiyatri ilaçlarının zararlı olduğunu ve insanı insanlıktan çıkararak etki ettiğini savunuyor. Yazara göre, psikiyatri tek bir hastalığın bile tedavisinde başarılı değil ve eğer hastalar tekrar normal hayata dönüyorsa bu kendiliğinden oluyor. Psikiyatrik ilaçların etkisi ise, bu kendiliğinden gerçekleşen iyileşme sürecini geciktirmek ve çoğu durumda da psikiyatrik bozukluğu olduğu iddia edilen kişinin beyninde kalıcı hasar yaratmak.
Antipsikiyatri hakkında
Moncrieff’i okumaya başladığımda aklıma ilk gelen, Moncrieff‘in antipsikiyatriden haberi olup olmadığıydı. Tabii ki haberdar olmaması mümkün değil. Çünkü antipsikiyatrinin en önemli teorisyenlerinden Thomas Szasz ve Ronald D. Laing’ten alıntılar yapıyor. Ama beni şaşırtan yazarın, antipsikiyatrinin psikiyatri tarihindeki haklı çıkışından beri köprülerin altından çok suların akmış ve antipsikiyatrinin misyonunu doldurup tarihteki yerini almış olduğunu fark etmemiş olması. Antipsikyatri, 68 hareketinin de etkisiyle psikiyatrik tedavinin demokratikleşmesine olağanüstü katkılarda bulunmuş ve psikiyatri hastalarının etiketlenmesinin önüne geçilmesine sağlamış önemli bir karşı çıkış hareketidir. Ama sonraları ne yazık ki, psikiyatrik hastalık diye bir şey olmadığını, psikiyatri hastanelerinin birer hapishane, psikyatristlerin de ‘gardiyan’ olduğunu söyleyecek kadar çığrından çıktı. Ve daha da kötüsü, o dönemde psikiyatri hastalarının bakımsız ve tedavisiz kalmasına ve sokaklarda kimsesiz insanlar olarak ölüp gitmelerine de neden oldu. Thomas Szasz psikyatrik hastalıkların olmadığı iddiasını öyle ileri götürdü ki, sanrıları ve varsanıları nedeniyle başkalarına zarar veren insanların yaptıklarından sorumlu tutulmaları ve diğer suçlular gibi yargılanıp cezaevine kapatılmaları gerektiğini bile söyleyebildi.
Senelerdir insanlara psikoterapi ve psikyatri hastalarına ilaç tedavisiyle yardım etmeye çalışan biri olarak, Moncrieff’in iddia ettiği gibi insanların ilaçla tedaviden zarar görmediklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Ağır depresyon nedeniyle ölüm dışında hiçbir çıkış yolu görmeyen bir sürü insandan, depresyondan çıktıktan sonra kendilerini öldürmelerine engel olduğum için ne kadar minnettar olduklarını duydum. Bu, ‘insan beynine zararlı’ ilaçları vermeyip onların ölmesine göz mü yummalıydım acaba? Ya da sanrıları nedeniyle testislerini kesmesi gerektiğini düşünen bir hastaya sanrılarını engelleyen o ‘korkunç ilaçlardan’ vermeyerek, dediğini yapmasına izin mi vermeliydim? Veya 15 yıldır kendisini bilgisayarlar aracılığıyla izlediğini düşündüğü eski sevgilisini, artık canına tak ettiği için, bıçaklamaya kalkan şizofreni hastasının, cezaevine kapatılmasına göz mü yummalıydım?
Kişisel olarak psikiyatrik ilaçların günlük olaylarda dahi üzüntü giderici olarak kullanılmasına, en ufak bir stres durumunda yaşanan anksiyeteye katlanmamak için şeker gibi alınmasına karşıyım. Çünkü sevinç ya da mutluluk nasıl hayata dairse keder, üzüntü ve hüzün de hayata o kadar dahil. Ve bunlar insan olmamızı sağlayan duygulardır. Ama televizyon ekranından izlendiğini düşündüğü için büyük bir korkuya kapılıp kendine ya da bir başkasına zarar vermeye kalkan bir insana ilaç vermenin de bir o kadar doğru olduğunu düşünüyorum.
Hayat, ruhsal sıkıntıları olan insanlar için zaten yeteri kadar zor. Bu nedenle onların kafalarını daha da karıştırıp hayatlarını daha fazla zorlaştırmanın hiçbir manası yok. Biz ‘sağlıklı’ insanlara düşen en önemli görev, bu olmalı.