Sunuş: Semih Vaner Anısına, Cengiz Çağla ve Haldun Gülalp, s. 10-16.
Semih Vaner’in anısına bir kitap derlemek fikri nasıl oluştu?
Öncelikle ölümünün arkasından yaşanan sessizlik ve tepkisizlik bizi şaşırtmıştı. Vaner bu sessizliği, bu habersiz gidişi asla hak etmiyordu. Elbette ki Türkiye basınının içinde bulunduğu genel olumsuz durumun bu sessizliği açıklamada önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Ama yine de, "Bu kadar da olmaz!" demek zorundaydık. Belli dönemlerde yakınında bulunmuş, birlikte çalışmanın keyfini yaşamış biz dostları, anısını yaşatmak, fikirlerini ve eserlerini gelecek kuşaklara aktarmak için bir şeyler yapmalıydık. Bu kitap bu kaygıyla oluştu.
Semih Vaner, 12 Şubat 2008'de, uzun süredir tedavi görmekte olduğu Paris'te yaşamını yitirdi. Fransız Ulusal Siyaset Bilimi Vakfı'na bağlı Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CERI) öğretim üyesi ve araştırma yöneticisi, kurucusu olduğu Doğu Akdeniz ve Türk-İran Dünyasını Araştırma Derneği'nin (AFEMOTI) başkanı ve bu derneğin CERI ile birlikte çıkardığı Cahiers d'Etudes sur la Méditerrannée Orientale et le Monde Turco-Iranien (CEMOTI) dergisinin de kurucu editörüydü.
Saint Benoît Lisesi mezunu olan Vaner, Lausanne Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra Paris-Sorbonne Üniversitesi'nde siyaset bilimi doktorası yaptı. Bir süre Bursa Uludağ Üniversitesi'nde çalışan Vaner, 1982 yılında CERI'de görev aldı. Bu görevini ölümüne kadar aralıksız sürdüren Vaner'in 1985 yılında yayımına başlayarak editörlüğünü üstlendiği CEMOTI dergisi, Fransız Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi (CNRS) tarafından ülkenin en saygın bilimsel yayınları arasında gösteriliyordu. Vaner'in büyük çoğunluğunu Fransızca olarak kaleme aldığı yapıtları Türkiye siyaseti ana teması çerçevesinde otoriter modernleşme, siyasal İslam ve milliyetçiliğin yükselişi, Kafkaslar ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri gibi konuları içeriyordu.
Fransa'da Türkiye uzmanı sosyal bilimciler arasında referans isim olarak tanınan Vaner, katıldığı bilimsel toplantılarda ve kendisiyle yapılan söyleşilerde aydın tavrını gösterir, sözünü sakınmazdı. Vaner, Le Monde, Le Figaro ve Libération gibi Fransız günlük gazeteleriyle radyo ve televizyonlar dahil tüm basın-yayın kurumlarında yayımlanan sayısız yazı ve konuşmasıyla da tanınırdı. Fransız kamuoyunun Türkiye konusundaki bilgisizliğini, bölgeye yönelik Fransız siyasetini ve başkanlığı öncesinde Nicolas Sarkozy'yi de sık sık eleştiren Vaner, çoğulcu demokrasiyi, evrensel insan haklarını ve Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini savunurdu.
Semih Vaner'in 15 Şubat 2008'de Paris'te Bagneux mezarlığında toprağa verilişi basınımızda yer almadı, hakkında yazılar çıkmadı, programlar yapılmadı. Ülkesiyle ilgili sayısız faaliyet ve toplantıda yer alan, hem Fransa'ya hem de Türkiye'ye karşı eleştirel tavrından ödün vermeyen, gerçek ve dürüst bir aydın olan Semih Vaner, geride ülkesini Avrupa'da tanıtmaya devam edecek ve unutulmayacak kaynak eserler bıraktı. Bu inanılmaz sessizliğin, duyarsızlığın ve kadir bilmezliğin onun eserlerinin kıymetini azaltamayacağını biliyoruz. Önemli ve değerli olanın nadir olduğunu, zor bulunduğunu, zor yetiştiğini ve birçoklarının onun düzeyine ulaşamadığını düşünüyoruz. Bugün Avrupa'da, Fransa'da ya da Türkiye'de yaşayan, siyaset bilimi ve sosyal bilimler alanında Türkiye'yle ve bölgeyle ilgili çalışmalar yapan araştırmacıların onun yapıtlarına, onun derlediği ya da önayak olduğu çalışmalara gönderme yapmadan bir eser ortaya koymalarının çok zor olduğunu düşünüyoruz.
Dolayısıyla, Semih Vaner'in hak ettiği teşekkürü ve saygıyı anısına yakışan bir tarzda ifade etmek gerekiyordu. Tasarladığımız bu çalışmanın onu hatırlama ve gelecek kuşaklara aktarma amacının yanında, kendi ilgi alanının odak noktalarını oluşturduğunu düşündüğümüz Türkiye-AB İlişkileri, Demokrasi ve Laiklik temaları çevresinde, dostlarının son akademik çalışmalarını bir araya getirmek gibi bir hedefi de oldu.
Bu çerçevede hazırladığımız kitaptaki ilk çalışma Vaner'in son döneminde CEMOTI'de kendisine asistanlık yapan Levent Ünsaldı tarafından kaleme alındı. Ünsaldı, Vaner'in akademik çalışmalarının bir panoramasını çıkartıyor. Geride çok sayıda önemli eser bırakan Vaner mesleki yaşamını dolu dolu yaşamıştı. Ünsaldı, bu yoğun hayat hikâyesinin içinden Vaner'in ulaşabildiği tüm yapıtlarını tarayarak, hem çalışma alanlarını açıklıyor, hem de temel teorik ve metodolojik tercihlerini belirlemeye çalışıyor. Bu bağlamda Vaner'in karşılaştırmalı çalışmalara verdiği önemi, çözümlemelerinde söylemlerin ve güncel eğilimlerin ardındaki süreçlere ulaşma çabasını, olguları uzun vadeli seyirleri içinde gözlemleme alışkanlığını, kültürel ve sembolik olana atfettiği önemi ve bilimsel ve entelektüel ahlakı koruma konusunda gösterdiği özeni hatırlamış oluyoruz. Ünsaldı'nın yazısı özellikle genç araştırmacı ve akademisyenlerin istifade edebileceğini umduğumuz bir Semih Vaner kaynakçasıyla son buluyor.
Hamit Bozarslan'ın makalesi, 2004-05 kış aylarında yoğun olarak gündeme gelen Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği tartışmasına, yakın dost ve meslektaşı Vaner'le o dönemde yaptığı tartışmalara atıfla, sosyal bilimler epistemolojisi açısından yaklaşıyor. Bu dönemin, sosyal bilimler tarafından üretilen tarih bilgisinin siyasal ve güncel olgular karşısında nasıl arka plana atıldığı konusunda iyi bir örnek teşkil ettiğini belirten yazar, sosyal bilimler bağlamı içinde belli bir anlam ifade eden anlatıların güncel siyasal alanda, aktörlerin birden çok seçenekli dünyasında anlamsız kalabileceğini ifade ediyor. Bozarslan'a göre Türkiye'nin Avrupa Birliği adaylığının tescil edildiği 2004 yılı Aralık ayının, daha sonra yazılacak tarih açısından bir kilometre taşı olup olamayacağı bugün bile hâlâ belirsizdir. Türkiye'nin Avrupa algılamasındaki epistemolojik sorunlar Avrupa Birliği'nin geleceğiyle ilgili kendisinden kaynaklanan belirsizliklerle birleştiğinde ortaya çıkan durum, başka örneklerle de desteklendiği üzere, sosyal bilimlerin ürettiği bilginin bazı tarihsel anlarda yetersiz, hatta faydasız kalabileceği varsayımını doğrulamaktadır.
Cengiz Çağla'nın makalesi Avrupa düşünce tarihinde ve siyasal kültüründe "vatan"ın ne anlama geldiğinin izini sürerek, Avrupa'yla bütünleşme sürecindeki Türkiye'de de vatan anlayışı düzeyinde yeni bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekiyor. Vatan kavramının bugünkü Avrupa'da kazandığı anlam üstüne düşünürken, vatanı doğrudan coğrafi bağlantısından ayrı olarak da ele alabileceğimizi gösteren bir düşünür olan Giuseppe Mazzini'ye gönderme yapan Çağla, Avrupa'da yabancı düşmanlığından arınmış bir yurtseverliğin, eşitlik ve özgürlük ideallerine dayalı ulus-aşırı dayanışmanın önemini vurguluyor. Çağla'ya göre, henüz Avrupa'nın siyasal ve felsefi temelleriyle ilgili entelektüel bir tartışmanın yaşanmadığı, territoryal ve ulusal bir vatan anlayışının hüküm sürdüğü Türkiye'de Avrupa Birliği'yle bütünleşme tartışmalarında ciddi gerilimler yaşanması kaçınılmaz görünüyor.
Deniz Vardar ise kendini icat etme sürecinde olan Avrupa Birliği'nde Avrupa vatandaşlığı kavramını Türkiye'nin tam üyelik beklentisiyle bağlantılı olarak ele alıyor. Vardar'a göre Türkiye'nin Avrupa'yla ilişkileri, Avrupa Birliği yurttaşlığıyla Türkiye yurttaşlığının eklemlenme sürecini de içermesi dolayısıyla oluşum halindeki Avrupa Birliği'nin iç ve dış sınırlarını bir arada düşünme olanağı sağlamaktadır. Heyecan veren bir kavram olarak Avrupa Birliği üyeliğinin askeri diktatörlüklerden demokrasiye geçen ülkelerin demokrasilerinin sağlamlaşma ölçüsüne dönüştüğünü kaydeden Vardar, bu üyeliğin demokratikleştirici güç rolünü bir süre daha üstleneceğini savunuyor. Bu bağlamda, Türkiye demokrasisini derinleştirmeye yatkın olduğu sürece, bütünleşme beklentisini gerçekleştirmenin yolu açıktır; Türkiye'nin üyeliği, Avrupa Birliği'nin dış sınırlarını genişletmenin yanı sıra iç sınırlarını da genişleten çoğulculuğun garantisi olacaktır. Vardar'ın bu düşünceleri Avrupa Birliği'nin kendi yapısından kaynaklanan mevcut sorunları telaffuz etmeyi engellemiyor. Bu sorunların başında "demokrasi açığı" gelmektedir. Söz konusu açık büyük oranda Avrupa Birliği yurttaşlığının halen ulus-devlete bağımlı bir kavram olarak düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Birlik, ulus-devletleri yavaş işleyen bir süreçle dönüştürmektedir. Demokrasi içinde diyalog ve tartışma alanlarını açabilecek ortamlar hazırlandıkça demokrasi açığı gibi sorunların küçülmesi ve Birlik'in siyasal oluşum sürecinin hızlanması beklenebilir.
Deniz Akagül'ün çalışması ise Fransa'daki güncel tartışmalar üzerinden Avrupa Birliği'nin jeostratejik geleceği ve Türkiye'nin tam üyeliği konusunu ele alıyor. Fransız basınında yer alan Türkiye karşıtı ve Türkiye yanlısı görüşlerin ayrıntılı bir panoramasını çizen Akagül, kamuoyu yoklamalarının çoğunluğunda Türkiye'ye karşı olanların çoğunluk oluşturduğu fikrinin genel olarak kabul gördüğünü belirtirken, bu algının genellikle cevapların yönlendirilebildiği araştırmalar aracılığıyla oluşturulduğunu savunuyor. Akagül'e göre Fransa'daki zengin tartışmalar hem Türkiye'nin Avrupa'ya aidiyetini, hem de Avrupa Birliği'nin kimlik sorunsalını eşzamanlı olarak gündeme getirmektedir. AB'nin kurucu ülkelerinden Fransa'da bu tartışmalar zamanla çok hararetli ve duygusal tonlarda da yapılmaktadır. Ancak Akagül'e göre sorun, esasen Türkiye sorunu olmaktan ziyade, Avrupa Birliği'nin medeniyetler çatışmasında takınacağı tutuma ve yeni dünya düzeninde kendine biçtiği role açıklık getirememesiyle ilgilidir.
Baskın Oran'ın makalesi, ulus-devlet, üniter devlet ve azınlıklar konusunda Türkiye'de mevcut olan olgusal bilgi eksikliği ve kavram karmaşasına müdahale ediyor. Ülkede egemen olan medyatik kirlilik içinde büyük oranda manipülasyona dayalı olan, sosyal bilimlerin ürettiği bilgiler ve tarihi gerçeklerle uyuşmayan önyargılarımızı tartışmaya açan Oran, özellikle Fransa'nın siyasi tarihinden verdiği örneklerle tabuları yıkıyor. Bu çerçevede üniter devletle ulus-devletin iki farklı kavram olduğunu, devletin bütünlüğünü korumakla milletin çoğulluğunu tanımanın birbiriyle çelişmediğini, tam tersine devleti güçlü kıldığını hatırlıyoruz. Oran, Fransa'nın bugünkü entegrasyon modelinin 1950 öncesine göre büyük farklılıklar içerdiğini belirterek üniter devlet formu içinde bölgesel dillerin korunması ve yaşatılmasının artık pekâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Fransa'nın Korsika ve Alsace-Moselle özel yönetim bölgelerinde geçerli olan kolektif azınlık haklarını ayrıntılarıyla irdelediğimizde, iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılmasının artık demokrasiyi geliştiren ve bütünlüğü güçlendiren bir faktör olduğunu görüyoruz.
Faruk Bilici, Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle bütünleşme sürecinde temel hak ve özgürlüklerle ilgili önemli bir konuya, yok olmakta olan yerel dil ve kültürlerden birine değiniyor. Sadece birkaç bin kişinin konuştuğu, eğitimi verilmeyen Pontus diliyle ilgili bizim bilgimiz dahilindeki ilk çalışma olan bu makalede yazar konuyu tarihyazımı, dil ve yer adları açısından ele alıyor. Bilici'ye göre Pontus dili, yazılmadığı ve öğretilmediği halde, özellikle Türkçeyle kurduğu ilişki sayesinde Türkiye'nin kültürel dokusunu zenginleştiren ve Türkçeyle birlikte yaşayan bir dildir. Bilici'nin çalışmasıyla, Pontus dilinin homojen sayılabilecek bir lehçeler bütünü olduğunu, Türkiye'de olsun Yunanistan'da olsun öğretilmediği için ölmek üzere olduğunu; Yunanistan'da, dışarıdan gelen bir topluluğun dili olarak sistematik şekilde dışlandığını, Türkiye'de ise yalnızca aile içinde ve özel alanlarda günlük konuşma dili olarak kullanıldığından asla yazıya geçemediğini, utanılacak bir kusur olarak kabul edildiğini ve folklor alanına hapsedildiğini öğreniyoruz. Ancak yine de, ülkenin zenginliklerinden biri olan Pontus dilinin Türkçeyle etkileşerek hayatta kalmış olması, dillerin de toplumlar gibi birden çok kimliğe sahip olabileceğini göstermesi ve aynı zamanda bir halkın Rumca konuşsa da Müslüman olabileceğini örneklemesi açısından önemli bir sosyolojik ve etnolojik olgudur; sözünü ettiğimiz olgu konuya siyasal manipülasyonlara mesafeli yaklaşacak araştırmacıları beklemektedir.
Etienne Copeaux ise Kıbrıs sorununa tarihçi bakış açısıyla yaklaştığı makalesinde, insani boyut çerçevesine yoğunlaşarak konuyu bireyler ve köyler düzeyinde ele alıyor. Strateji uzmanlarının ve devletlerin savaş nedeni oluşturmadığı sürece insani acıyı hesaba katmadığını hatırlatan Copeaux, çatışmanın tarihine yeniden girerek ve yaşanan acıları hesaba katarak, yakın döneme ait iki resmi açıklamanın eleştirisi üstünden bu tarihin mevcut durumu nasıl aydınlatabileceğini göstermeye çalışıyor. Yazara göre, Kıbrıs'ın tarihinde yer alan ama bugün Ada dışından bakıldığında pek anımsanmayan bazı tarihsel gerçekleri hatırlamakta büyük fayda vardır. Ancak böyle bakıldığında bütün Kıbrıslıların milliyetçiliğin kurbanı olduğu görülebilir. Copeaux'nun örneklediği acılar, bu acıların kolayca gün yüzüne çıkan imgeleri bireylerin hafızasında taze olduğu sürece adalet yerini bulmayacak, yaralar kapanmayacaktır. Copeaux, bu bağlamda sivil toplum çalışmalarına özel önem atfetmekte ve Güney Afrika'da kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu benzeri bir inisiyatifi gündeme almayı önermektedir.
Ali Kazancıgil, laikliğin Türkiye'de uygulanan versiyonunu incelediği makalesinde nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında Türkiye'nin bir istisna oluşturduğunu belirtiyor. Kazancıgil'e göre Türkiye'nin laiklik modeli, dini devletin ve siyasetin dışına çıkarma arzusu ve jakoben merkeziyetçiliğe bağlılığı açısından Fransız örneğinden esinlense de, belli bir dini organik biçimde kontrol altında tuttuğu, diğer dinlere kısmen ayrımcı yaklaştığı ve etnik milliyetçiliği desteklediği ölçüde bu örnekten ayrılmaktadır. Türkiye laikliğini devlet otoriterliğinin bir aracı olmaktan kurtarmak, demokrasiyle uyumlu hale getirmek gerekmektedir. Laiklik ve sekülerlik kavramları arasındaki farklara değinen Kazancıgil, çoğulcu laiklik uygulamasıyla sekülerleşmenin birbirlerini tamamlayabileceklerini ifade etmektedir. Bunun için devletin dinle ve etnik milliyetçilikle arasına mesafe koymasını öneren yazar, yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki farka ve bu farkın önemine dikkat çekmektedir. Milliyetçiliğin "milletin hastalığı" olduğunu hatırlatan Kazancıgil'e göre, Türkiye'nin alaturka ve otoriter laiklik eğiliminden sıyrılarak demokratikleşebilmesi için köklü siyasal reformlara ihtiyaç vardır; militarist mantıkla hazırlanan 1982 Anayasası' nın toptan değiştirilmesi bu yoldaki en önemli adım olacaktır.
Laiklikle doğrudan ilgili bir başka makale Samim Akgönül'den geliyor. Akgönül makalesinde Fransa'da ve Türkiye'de kullanılan aynı kavramın, siyasal, hukuksal ve toplumsal alanlarda büyük anlam farklılıkları gösterdiğini belirterek, diller arası karşılaştırmanın aynı zamanda farklı toplumsal bağlamlar arasındaki karşılaştırmaya tekabül ettiğini hatırlatıyor. Laiklik sözcüğünün iki dildeki farklı tarihsel serüveninin izini süren yazar, Fransa'da olduğu gibi Türkiye'deki laiklik kavramının da egemenlik anlayışındaki değişimle, ulus-inşa süreci ve modernleşme projesiyle doğrudan ilişkili olduğu tespitini yapıyor. Öte yandan Fransa'da laikleşme süreci oldukça uzun bir döneme yayılırken Türkiye'de bu süreç çok çabuk yaşanmıştır. Akgönül, laikliğin her iki ülkede farklı düzeylerde içselleştirilmiş olsa da kurumsallaştığını, ancak iki ülkede de henüz dogma aşamasından çıkarılamamış olduğunu ifade etmektedir.
Aynı konuya bir başka perspektiften bakan Jean Marcou ise Fransa ve Türkiye'deki laiklik uygulamalarının güncel görüntülerini aktarmaktadır. Türkiye laikliğinde çoğunluk dininin devlet tarafından kontrol altında tutulmasının temel kaygı olduğunu ifade eden Marcou, Avrupa Birliği'yle bütünleşme sürecinde laikliği ağır basan cumhuriyet modelinin özgürlükler açısından reforma tabi tutulması gerekeceğini belirtmektedir. Her iki ülkede de gündeme gelen başörtüsü sorununu ayrıntılarıyla ele alan yazar, Fransa'da sorunun yasa aracılığıyla şimdilik çözüldüğünü, Türkiye'de ise kamuoyu araştırmalarının tanıklık ettiği üzere, muğlaklığın ve kutuplaşmanın devam ettiğini savunmaktadır. Marcou'ya göre, bugün itibariyle Türkiye'de laiklik sorunu, demokrasinin derinleştirilmesi ve vatandaşlık anlayışının geliştirilmesi çerçevesinde yeniden ele alınmak durumundadır.
Derlememizin son makalesinde Haldun Gülalp, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ışığında çeşitli Avrupa ülkelerindeki din-devlet ilişkilerinin farklı biçimlerini ele alıyor. Fransa ve Türkiye'nin sekülarizm modeli olan laiklik ile, Yunanistan ve Bulgaristan'daki devlet-din özdeşliğini hatırlatan Gülalp, bu farklı uygulamalar karşısında birey ve topluluk hakları ve vicdan özgürlüğü açısından henüz tüm Avrupa ülkelerini kapsayacak ortak bir anlayıştan uzak olduğumuzu tespit ediyor. Çeşitli ülkelerden Mahkeme'ye aktarılan davalar üstünden bir karşılaştırma yapan Gülalp, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde sekülarizmin normatif bir tanımı yer almasa da, Mahkeme kararlarına egemen olan önkabullere göre Doğu Hıristiyanlığı ile İslamiyetin sorunlu dinler olarak algılandığını gösteriyor.
Semih Vaner'in anısını yaşatmak amacıyla derlediğimiz bu kitaba emekleriyle katkıda bulunarak bize destek veren tüm Vaner dostlarına ve elbette projeyi başından beri destekleyen Metis Yayınları' na teşekkür ederiz.