Giriş, s. 23-36
Birçok ülkede kadınlar, savaş ve barış konularına özel bir ilgi gösterirler. Kadınların savaşı erkeklerden daha az desteklediklerini veya en azından savaş hakkında daha kararsız ya da daha çekinceli olduklarını gözler önüne seren kamuoyu yoklamaları, bu konuda cinsler arasında bir fark olduğunu yaygın biçimde ortaya koymaktadır. Militarizme ve savaşa etkin biçimde karşı çıkmak isteyen kadınlar sıklıkla yalnızca kadınlararası örgütlenmeyi seçerler. Bu neden böyledir? Biz, kadın ya da feminist olarak ne yaptığımızı düşünüyoruz? Savaş karşısındaki feminist "duruş" nedir? Bazı yanıt taslakları oluşturmaya başlamak için bu kitapta, değişik ülkelerde, değişik zamanlarda farklı farklı militarizasyon ve savaş deneyimleri yaşamış kadınların silahlı çatışma deneyimlerini canlı bir şekilde sergiliyorum. Bu kadınların bazıları "sıcak" savaşı yalnızca uzaktan izlemişler, bazıları da on yıllarca süren savaşlardan güç kurtulmuş veya bu savaşların kurbanı olmuşlar. Yine de hiçbirimiz militarizasyondan ve "soğuk" savaşlardan uzakta değiliz. Bu kitapta yer alan kadınların hepsi bir konuda birbirine benziyor: Yalnızca "barışçı zihniyete sahip" olmakla kalmamış, bir şekilde militarizme ve savaşa karşı kolektif bir muhalefet örgütlemeyi seçmişler.
Kitabımın başlığı, Buradan Baktığımızda, deneme duygusuyla ve birçok soruya açık olmak üzere seçildi. Bunu biraz açabiliriz. Öncelikle bu başlığın, (elde pankart!) Biz Buradan Bakıyoruz demekle aynı şey olmadığını söyleyelim. Daha çok, "biz"in kim olabileceği sorusunu ve sözcüklerin en küçüğü ve en büyüğü olan "biz"in içine kaç çeşit "biz" konabileceğini akla getirir. "Biz"in içindeki "ben" (yazar) ile, haklarında ve kendileri için yazdığım kadınlar arasında ne ölçüde özdeşlik varsayılabileceğinin belirsiz kaldığını umut ediyorum. "Buradan" sözcüğü, akla birçok şeyin olduğu değişen bir manzaraya bakışı getirir, yorum gerektirir. Birimiz ya da diğerimiz başka bir yerden baktığımızda, yerimizi hafifçe değiştirmiş bile olsak, farklı olaylar görüş alanımıza girer ve perspektif farklı olur. "Buradan" sözcüğünün işaret ettiği konum benim zevkime göre biraz katı gerçi, ama en azından yararlı ve mümkün bir anlamlar dizisi önerdiğini umuyorum: örneğin, kesin olmayan ve geçici bir zemin, katliamlara nispeten yakın ya da çok uzak bir coğrafi bölgede olmak ya da hayatlarını belli bir sınıf veya etnik grubun üyesi olarak da yaşayan kadınlar olarak şanslarımızı belirleyen bir sosyal konumlandırma.
Son olarak, yalnızca bitmemiş bir cümlenin yan cümleciği olan başlığın tamamlanmamış olduğuna dikkat çekmek isterim. Çeşitli yerlerden bakıyoruz, gördüklerimize bir anlam atfediyoruz, peki sonra? Ne yapabiliriz? Her birimizin savaş ve barış karşısındaki duruşumuz kendi bakış açımıza göre olsa da, çoğumuz ortak bir amaç için uyumlu bir şekilde hareket etmek isteriz. Peki bizi harekete geçiren farklı saikler nelerdir acaba? Gruplarımız, örgütlerimiz ve çalışma ağlarımız militarizmi ve savaşı aynı şekilde mi görüyorlar? Çok sayıda ve birbirinden farklı farklı olan bizler, şiddet içeren geçmiş ve bugün hakkında, daha az şiddet içeren bir geleceğe katkıda bulunabilecek tutarlı bir şeyler söyleyebilir miyiz? Bunlar, benim yalnızca temkinli ve geçici yanıtlar verebileceğim sorular.
Kitabın Başlangıç Noktaları
1990'lı yılların ortalarında, Londra'daki akademik üssüm olan City Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde, Kuzey İrlanda, İsrail, Bosna-Hersek ve Kıbrıs'ta ulusal sınırları aşan bir faaliyet gösteren kadınlar arasında ve onlar hakkında ilerledikçe genişleyecek bir araştırma projesine başladım (Cockburn 1998; Cockburn ve Zarkov 2002; Cockburn 2004a). Bu arada, 1980'li yıllarda nükleer silahlara karşı Londra'da başlattığımız kadın hareketinden bazılarımız, Savaşa Karşı Siyahlı Kadınlar adını verdikleri bir grup olarak faaliyetlerine devam etmişlerdi. Siyahlı Kadınlar ağı, 1988'de İsrailli kadınlar tarafından Filistin topraklarının işgaline karşı bir hareket olarak başlatılmış ama 1990'lı yıllarda Siyahlı Kadınlar (WiB) fikri hızla yayılarak dünya çapında militarizme ve daha genel olarak da savaşa karşı yerel grupların bir hareketi haline gelmişti (www.womeninblack.org). Bu kadın ağının merkezi bir örgütlenmesi yoktu ama, her yıl düzenledikleri uluslararası konferanslar kadınların aidiyet duygularını besliyordu. Toplumlarımızı tahrip eden şiddetin giderek yükselen ve sonu gelmeyecekmiş gibi görünen döngüsüne karşı duyduğumuz ortak öfke, birbirimize aktardığımız deneyimler ve paylaştığımız sıcaklık bizim için çok önemliydi. Gerçi bu konferanslar bizlere hepimizin ne kadar farklı olduğunu da göstermişti. Eğer bir sosyal hareket ortak bir analiz ve amaç gerektiriyorsa, biz bir hareket olabilir miydik?
Bu konuda daha fazla bilgilenebilmek için bir araştırma fonu bulmaya karar verdim. Ancak bu çalışmanın, yalnızca Siyahlı Kadınlar hakkında olmayacağına da karar verdim. Siyahlı Kadınlar ile ilgili zaten net olan bir şey vardı: Birçok kadın için bu ağ, kalıcı biçimde "oldukları" değil, ara sıra "yaptıkları" bir şeydi. Değişik isimleri ve amaçları olan birçok örgütten kadınlar zaman zaman Siyahlı Kadınlar "olarak" sokaklara çıkarlar. Ayrıca Siyahlı Kadınlar adını hiç duymamış pek çok kadının da onlarınkilere benzer saikleri vardır ve onlar da kendilerini dünya çapında hayali bir hareketin parçası hissederler. Böylece, "kadınların militarizm ve savaş karşıtı hareketleri" üzerine, küresel bir perspektifi olmasa dahi en azından tek ülkeyle sınırlı kalmayan iki yıllık bir çalışma için mali fon arayışına giriştim. Bütçemin en yüklü kısmını seyahat masrafları oluşturuyordu. Bana sağlanan fonlar 2003 baharından 2005 sonbaharına kadarki süre içinde Belçika, Türkiye, ABD, Kolombiya, İspanya, Sırbistan, Hindistan ile Pasifik bölgesi, Sierra Leone, İtalya ve Filistin ile İsrail'i kapsayan ve 120.000 km civarında yol katedeceğim seyahatleri karşılayabilecekti. Çalışmama ayrıca İngiltere'de edindiğim tecrübeleri de kattım.
Bu on iki ülke ya da bölge, ortaya bir dünya fotoğrafı çıkması için yeterli değil. Dünyada, burada değindiklerimin en az yirmi katı yeni bitmiş ya da sürmekte olan çatışma alanı var. Rusya ve Çeçenistan, Sri Lanka, Sudan, Afganistan, Birmanya, Kongo ve Uganda bunlardan bazıları. Eklenecek her bir ülke çalışması, esaslı bir şekilde farklı bir çatışmayı ve kadınların farklı tarzda bir tepkisini gözler önüne serecekti. Bu nedenle çalışmam hayli eksik ve ortaya çıkan şeyin dünyanın tamamını temsil ettiği kesinlikle söylenemez. Başlangıçta yaptığım okumalar ve var olan temaslarımın önerdiği ülkeler, farklı türde savaşları ve kadınların onlara yönelik oluşturdukları ilginç inisiyatifler yelpazesini sergilemek üzere seçildiler. Seçilenler, olasılıkları tüketmek veya toplamını çıkarmaktan ziyade savaş/savaş karşıtı evrenimizde var olabilen fenomenin çeşidini ortaya sermek üzere tasarlandı.
Araştırmanın Yaklaşımı
Ziyaret ettiğim her ülkede ya da kentte hedefim, önde gelen militarizm ve savaş karşıtı kadın örgüt ve ağlarından en az bir veya iki üyeyle görüşerek onların içinde bulundukları politik koşulları, karşı çıktıkları şiddetin doğasını, çatışmayla ilgili analizlerini ve eylem stratejilerini öğrenmekti. 250'nin üzerinde kadından ve üç erkekten bilgi topladım. Bu kişilerin 163'üyle görüşmelerim resmi röportajlar biçiminde oldu. Geri kalanlarla gayri resmi konuşmalar ve grup toplantıları yoluyla temasa geçtim ve çok az bir kısmından da telefon ya da internet aracılığıyla bilgi aldım. Onlar kanalıyla, altmış üç tanesi ayrıntılı olmak üzere doksan bir örgüt ve grup hakkında bilgi sahibi oldum. Bu grup ve örgütleri örnek olarak değil, bazen bir TV programı için bir araya gelenler türünden, ama daha geniş bir panel olarak düşünüyorum. Bir panelin üyelerine soru yöneltebilir, fikirlerinizi onların deneyimlerine göre değerlendirebilirsiniz. Benim panelistlerimin bazıları en ön sırada, parlak spotların altında, net olarak görülüyor ve söyledikleri ayrıntılarıyla işitiliyor. İkinci ya da üçüncü sıradakiler zaman zaman savaşın genel hikâyesine, kadınların savaşa tepkilerinin daha geniş bir resmine katkıda bulunuyorlar. Sorularıma yanıt olarak kadınlar –sokak protestoları ve şiddet içermeyen doğrudan eylemler, kitlesel seferberlikler, lobi kampanyaları ve medya çalışmaları, eğitim ve bilinçlendirme, savaş sınırları ötesiyle temas ve işbirliği gibi faaliyetleri içeren kendilerine özgü eylem biçimlerini anlattılar. (Yalnızca "insani" etkinliklerde bulunan örgütleri kasıtlı olarak, belki de keyfi biçimde araştırmama dahil etmedim.) Her grubun ülke içinde ve dışında nasıl örgütlendiğini ve iletişim kurduğunu kavramaya çalıştım. Her bireyden aldığım bilgilerle, onun ülkesindeki militarizasyon ve çatışmanın ve savaş karşıtı ana-akım(1) hareketin daha genel ve bağlamsal bir resmini elde etmeye çalıştım.
Ziyaret ettiğim grup ve bireylerle çalışma biçimim ve onlara yönelttiğim soruların seçimi konusunda dikkatli davrandım. Daha sonraları bazıları, içinde bulundukları durumu ve yaşadıklarını yüksek sesle düşünmenin bana olduğu kadar onlara da yararı olduğunu söylediler. Gözler önüne sermeye çalıştığım, basbayağı uluslararası bir bağlantı sürecinin kaçınılmaz olarak parçası haline geldiğimi fark ettiğim için, yararlı bilgileri bir gruptan diğerine, bir ülkeden öbürüne taşımaya çalıştım. Fikir aşamasından yayımlanışına kadar, bir kitap üretmek uzun ve yavaş bir iştir. Hareketten öğrendiklerimi, geri besleme amacıyla hemen paylaşmak istedim. Bu nedenle bir web sitesi (daha doğrusu bir internet bloğu) oluşturarak, ziyaret ettiğim çeşitli bölge ve grupların "profillerini" şekillendikçe buraya gönderdim. Bu bilgiler, birkaç kitaba malzeme sağlayacak bir boyutta artık. Bu alan çalışması raporlarını, daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlar ulaşabilsin diye web sitemde (cynthiacockburn.org) bırakmak niyetindeyim. Süreç boyunca yazacaklarımı şekillendirmek için internet bloğunda tartışmalar açmaya da çalıştım.
Araştırmacılar olarak, bize zaman ayıran ve bizimle bilgilerini paylaşan insanlara karşı büyük sorumluluklarımız olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız çalışmanın doğası ve onlardan istediğimiz diyaloğun statüsü hakkında şeffaf olmamız gerekir. Sözlerinin kamusal kullanımı konusunda, bu insanlara mümkün ve makul ölçülerde denetim hakkı vermeliyiz. Ben bu çalışmayı, görüşmeye başlamadan önce not almak veya ses kaydı yapmak için kendilerinden izin alarak yürüttüm. Görüştüğüm kişilere, röportajdan elde ettiğim her sözü ve yorumu yayımlanmadan önce okuma şansı tanıyacağıma dair söz verdim. Bu amaçla da seyahatten döner dönmez röportajları yazıya döküp kaynaklarım için bir ülke veya bölge "profili" taslağı çıkardım. Bu insanlardan öğrendiklerimi, özel araştırma konum ışığında yorumladım ve oluşturduğum metinleri onlara e-postayla gönderdim. Kendilerini ve içinde bulundukları koşulları kesinlikle yanlış bir biçimde sunmadığından emin olana ve içlerine sinene kadar, metin üzerinde çalışmama yardım etmelerini istedim. Metinler üzerinde bireysel olarak veya birlikte tartıştılar ve değişiklikler önerdiler. Üzerinde anlaşmaya varıldığında (ki bu altı ay sürebiliyordu) ortaya çıkan profili web siteme koydum. Bu sürecin fiyaskoyla sonuçlandığı, defalarca yorum talep etmeme karşın görüştüğüm kadınlardan yanıt alamadığım nispeten önemsiz birkaç vaka da oldu. Sonuçta böyle durumlarda (diğer katılımcıları bekletmemek için) hazırladığım profili diğer kaynaklarımla üzerinde uzlaştığımız haliyle göndermeye karar verdim.
Bazen, sürecin iki aşamalı olması gerekebiliyordu. Örneğin aynı bölgedeki iki ya da daha fazla grup arasında görüş veya uygulama farkı olduğunda (aralarında anlaşmazlık veya düşmanlık yaratmamak için), önce her gruba profilin kendisiyle ilgili kısmını göndermek ve daha sonra da ayrı ayrı tartışılmış ve üzerinde uzlaşılmış çeşitli parçaları –herkesin aynı zamanda tek bir profil olarak görebilmesi için– bir araya getirmek bana en iyi çözüm gibi geldi. Gruplar arasındaki çatışmayı çözüme ulaştıracak, her iki tarafı da memnun edecek sözleri bulamadığım tek bir vaka oldu. Bu durumda, hepimiz o kadar emek harcadığımız halde ve istemeye istemeye de olsa, sonuçta oradan edindiğim malzemeyi kitabın dışında bırakmak zorunda kaldım. Kitabın ilk taslağı ortaya çıkınca bu metni web siteme koydum ve adı geçen tüm kadınlar ve gruplarla temasa geçtim. Bilgisayarda arama yaparak kendilerinin veya gruplarının adlarının belge içinde geçip geçmediğine bakmalarını ve bir ay içinde metinle ilgili görüşlerini iletmelerini istedim. Kitap son halini alıncaya kadar, mümkün olduğunca onların yorumları doğrultusunda ilerlemeye çalıştım.
Bazı Kavramlar ve Teoriler
Kitabın yalnızca akademisyenler tarafından değil, feminizm, savaş ve barış konularına ilgi duyan herkes tarafından kolayca okunabilmesi için –ister toplumsal cinsiyet ister savaş teorisi olsun– uzun ve derin teorik tartışmalardan bilinçli olarak kaçındım. Diğer taraftan, feminizmlerin teoriye dayanan hareketler olduğunu ve bir yazarın geçmişini ve belli bir terminolojiyi neden ve nasıl kullandığını bilmenin yararlı olduğunu düşünüyorum.
Kadınların savaşa yönelik örgütlü tepkilerini anlayabilmek için, Marksist düşünceden etkilenen ve 1980'lerde şekillenen materyalist feminizme başvurdum (örn. Hartsock 1985; Harding 1986). Militarizmi ve savaşı anlamaya uygun olduğuna inandığım, iktidar ve şiddete yönelik çokboyutlu ve bütünlüklü yaklaşımın gerekli bileşeni olan ekonomik sömürü ve sınıf ilişkilerini göz ardı etmemesi, bence bu çalışmanın önemli bir özelliğidir. Diğeri ise çalışmanın bazı Marksist kavramları, özellikle de yabancılaşmayı yaratıcı bir biçimde uyarlaması ve bu kavramları feminist bir toplumsal cinsiyet anlayışı için araç olarak kullanılmasıdır (örn. O'Brien 1981; Jónasdóttir 1994).
Çalışmamda ayrıca tüm toplumların gerekli özelliği olarak bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemi (ya da toplumsal cinsiyet düzeni) kavramı ve bizim yaşadığımız biçimiyle erkek egemenliği de (patriyarki) yer almak zorundaydı (örn. Connell 1987). Ben, toplumsal cinsiyetin iktidarla ilişkili olduğunu ve sosyal süreçler içinde tekrar tekrar üretildiğini düşünüyorum. Erkekler kadar kadınların da patriyarkal iktidar ilişkilerinde, dolayısıyla da toplumsal cinsiyet hiyerarşisinde etkin olarak yer aldıklarını ve bunları desteklediklerini görüyorum. Kadınlar kadar erkeklerin de içinde yaşadığımız toplumsal cinsiyet düzeninden zarar gördüklerini ve bazı erkeklerin bu düzeni cesaretle ve akıllıca eleştirerek onun ezici ve şiddet içeren uygulamalarına katılmadıklarını görüyorum. Connell gibi ben de biyolojinin değil, bedenlerin eylemliliğinin belirleyici olduğuna inanıyorum ve bu düşünceden yola çıkarak bedene özellikle önem veriyorum (askeriyenin yaptığı gibi). Beden bütün yapıları, kromozomları ve hormonlarıyla bir arenadır, "sosyal bir şeylerin meydana geldiği" bir alandır (Connell 2002a: 47-8). Toplumsal cinsiyet süreçleri ile sosyal yapıların karşılıklı olarak birbirlerini biçimlendirdiğini düşünüyorum; sosyal yapı derken örneğin hem aileyi hem de sadece sınıf ve etnik-ulusal iktidarla ilgili görünen (ama aslında öyle olmayan) kurumları kastediyorum. Erkekliklerin biçimlenme sürecinin militarizm ve savaşın bu alanında özellikle önemli olması beni cinsiyet şiddeti/cinsel şiddetle ilgilenmeye yöneltiyor (örn. Price 2005). Böyle bir meşguliyet birkaç yıl önce "radikal feministlik" olarak tanımlanabilirdi. Feminist analizlerin çeşitli boyutlarını bir arada kullanmakta çelişkili bir durum görmüyorum, hatta artık birçok kadının (özellikle savaş konusunda aktif olanların) böyle bir hareketi sıcak karşılayacaklarını düşünüyorum.
Yukarıda sözü edilen 1980 dönemi materyalist feminist çalışmaların sonucu ortaya çıkan bir gelişme de "bakış açısı" kavramıydı. Kitabın başlığı olarak seçtiğim Buradan Baktığımızda, diğer anlamlarının yanı sıra bakış açısı teorisini anıştırmaktadır (örn. Hartsock 1985 ve 1998; Harding 1986; Stoetzler ve Yuval-Davis 2002). Ancak burada dikkatli olmamız gerekir. Kadınların, hatta dikkatle tanımlanmış kadın topluluklarının (beyaz orta-sınıf İngiliz kadınlar, Mindanao'lu Moro kadınları) bile bir bakış açısını paylaştıklarını varsayamayız. Sıklıkla "bakış açısı" ile ilişkilendirilen faydalı bir fikre göre, farklı yorumlar farklı konumlardaki insanlardan gelir, dolayısıyla bilgi evrenselleştirilemez. Bilgiler "yerleştirilmiştir" (Haraway 1991). Bence "bakış açıları" bireysel değildir, hareketler tarafından ortaklaşa üretilir. Bu kitapta, birçok aktivistin anlattıklarından yola çıkarak kabul görebilecek bir antimilitarist feminizm taslağı geliştirmeye çalıştım (Sekizinci Bölüm) ve bu taslağı da toplumsal cinsiyete dayanan bir militarizm ve savaş perspektifine ulaşmamı sağlayacak bir bakış açısı olarak kullandım.
Bu bağlamda kaçınılmaz olarak "konumsallık" ve "kesişimlilik" gibi çirkin deyimler kullanmak zorunda kaldım (örn. Anthias 2002; Anthias ve Yuval-Davis 1992; Johnson 2005). Bireylerin ve grupların önemli sosyal farklılıklar boyutu açısından birbirlerine göre nasıl tanımlandıklarını görebilmek ve bundan bahsedebilmek için konumsallığa gereksinimimiz var. (Yalnız, bu hikâyelerden çıkan başka bir farklılıktan, kadınların şiddet ve savaşa fiziksel ya da zamansal yakınlıklarından veya uzaklıklarından bahsederken "yer" sözcüğünü kullandım.) Bu çalışmanın amaçları doğrultusunda, konumlandırmayı iktidarın üç boyutunda, hem toplumsal cinsiyet hem de sınıf ve ırk bazında vurguluyorum. İktidarın elbette daha pek çok boyutu var ama militarizm ve savaşı ele aldığımızda bu üçünün konuyla daha yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Sınıf derken, üretim araçlarına sahip olmaya ve olmamaya ve insanların genellikle uğruna silaha sarıldığı mülk ve servetle ilişkilerindeki farklılığı kastediyorum. Ten rengi ve fenotipin yanı sıra coğrafi ilişki, kültür, din, cemaat, etnisite ve ulusal kimliğe de dayanan toplumsal bir farklılaştırma, hiyerarşikleştirme ve yetkisizleştirme sürecinin sonucundan bahsederken kısaca ırk terimini kullanıyorum. Irk kesinlikle savaşın ikinci önemli etmenini oluşturuyor. "Yabancılar"la ilgili bir mesele. Bu boyutla ilgilenirken sık sık etnisite ve etnik-milliyetçilik gibi konuyla ilgili terimleri kullanıyorum.(2)
Konumsallık kavramı, karmaşık ve öngörüleme şeyler olarak (atfedilen) kimlikten ve (deneyimlenen) benlikten bahsetmeye özellikle uygundur; çünkü her birimiz farklılığın birden fazla boyutunda bulunuruz. Bu kavram, iktidar ilişkilerini gösterir: Birinin sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet açısından konumlanışı, başkalarına göre iktidar sahibi olmasıyla veya olmamasıyla sonuçlanır. Kitapta "ötekileştirme" ve "öteki" terimlerini de sık kullanıyorum.(3) İlkesel olarak benlik, ben olmayanla sürekli yaratıcı bir ilişkiyi çağrıştıran bir şekilde var edilebilir. Alternatif olarak ve sıklıkla da ben olmayan, yabancı ve karşıt öteki biçiminde farklılaştırılır. Öteki, "adlandırılmak" suretiyle hemen aşağılık veya tehlikeli olarak dışlanır ya da yalnız bırakılır (örn. Connolly 1991).
"Kesişimlilik", konumsallığın farklı boyutlarının birbiriyle nasıl kesiştiğini ve dolayısıyla da her birey veya kolektifin aynı anda pek çok konumu deneyimlediğini gözler önüne seren bir terimdir. Bir "kadın" ya da "erkek" de her zaman (başka şeylerin yanı sıra) etnik kökenine göre tanımlanır ve belli bir sosyal sınıfın (grubun, vb.) üyesidir. Bence kesişimlilik –bu fikir asıl sonuç argümanım açısından önemli– sadece birey veya grupların deneyimleri için değil, sistemler için de geçerlidir. Ekonomik iktidarın, "ırksal"/etnik-ulusal iktidarın ve toplumsal cinsiyet iktidarının yapı ve uygulamaları birbiriyle kesişirler ve birbirlerinin ayrılmaz parçalarını meydana getirirler. Cisimleştirdikleri husumetlerin en şiddetli dışavurumu savaştır. Bu yüzden de bu kitabın ana argümanı, savaşın toplumsal cinsiyete başvurmadan açıklanamayacağıdır.
Kitabın Şekli
Kitabın ilk bölümleri belli ülke, savaş ve örgütlerin "portrelerini" içeriyor. Sonraki bölümler ise daha kavramsal. Birinci Bölüm'ü, üç ayrı kıtadan (Kolombiya, Hindistan ve Sierra Leone), birbirine zıt çatışmaları tanıtarak açıyorum. Bu bölümde her ülkeden birer tane olmak üzere üç kadın inisiyatifi inceleniyor. Kolombiya'da solcu gerillalar, sağcı paramiliter güç ve devletin ordusu arasında geçen üç cepheli savaş öncelikle bir sınıf savaşı. Şiddeti azalmadan sürüyor. Buna karşılık Hindistan'da etnik bir çatışmaya, aşırı milliyetçi Hintlilerin Müslüman azınlıklara saldırdığı planlı bir katliama bakıyorum. Esas olaylar 2002 yılında meydana gelmiş olsa da şiddet içten içe sürüyor; katliam ve tecavüzlerin gelecekte yinelenme olasılığı korku ve endişe yaratıyor; Sierra Leone'de on yıl süren anarşik ve zalim iç savaşın bitmesine karşın hâlâ şiddetin tekrar başlamasından korkuluyor. Toplumsal sınıf veya etnik köken ayrımlarının bu savaştaki etkisi aşikâr olmadığından, toplumsal cinsiyetin şiddet içinde oynadığı rol net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu çatışmaların kadınların yaşamlarını nasıl etkilediğini ve etkilemeye devam ettiğini ve bu bağlamda kadınların savaş ve şiddetten bir kaçış yolu ararken geliştirdikleri bazı farklı stratejileri gösteriyorum.
İkinci Bölüm'de bu yerel çatışmalardan diğer bir uca, 11 Eylül 2002'den beri yaşamları değiştiren (ve söndüren), ırkçılığı yükselten ve insan haklarını çiğneyen küresel "teröre karşı savaş"a geçiyorum. Burada da, her biri geniş bir coğrafi alana yayılan üç uluslaraşırı(4) kadın aktivist ağını tanıtıyorum: Siyahlı Kadınlar, Pembe Kod: Barış için Kadınlar ve Doğu Asya-ABD-Puerto Rico Militarizme Karşı Kadın Ağı. Bunlar, çağdaş politik ortamdaki şirket sermayesinin dünya piyasalarını kontrol altına almak için bastırması, ABD militarizasyonunun tek kutuplu bir dünyanın her yerine yetişmesi ve çaresizlerin, güçlüyü tehdit etmek için masumları hedef alan kendi kendini kurban etme silahına sarılması gibi üzücü faktörlere farklı tepkiler gösteren farklı hareketler. İçinde bulundukları ortamın özelliklerinden biri, genellikle barış hareketleriyle solun ittifakından oluşan bir ana-akım savaş karşıtı hareket.(5) Bu hareketlerin içindeki sürekli maskülinizm genellikle kadınları erkeksiz örgütlenmelere iten bir etmen olmuştur.
Benim karşılaştığım savaş karşıtı kadın grupları genellikle üç şeyi görev biliyordu. Birincisi, olabildiğince geniş bir kitleyi militarizm ve savaşın toplumsal cinsiyetçi doğası hakkında ve silahlı çatışmalarda kadınların acıları, cesaretleri ve başarılarıyla ilgili olarak bilgilendirmek ve eğitmek. İkincisi, kendi toplumlarının militarizasyonuna karşı mücadele etmeleri; savaş, savunma politikası, göçmenlik ve insan haklarıyla ilgili politikalarını gözlemlemeleri ve bunlara karşı çıkmaları gerekiyor. Üçüncüsü, bir taraftan da savaşın böldüğü kadınlar arasında iletişim, bağlantı ve dayanışma sağlamak istiyorlar. Bu yan hareketlerin esasen iki tür alanı kapsaması gerekiyor. Bunlardan biri, savaşı başlatan ve savaş mağduru olan ülkelerde yaşayan kadınların fiziksel konumları ve deneyimleri arasındaki mesafe. İkincisi, savaşın, savaşa doğrudan dahil olan kadınlar arasında; yetkililerin "biz" dediği kadınlar ile –ulusal sınırların ister içinde ister dışında yaşasınlar– "öteki", "düşman" dediği kadınlar arasında yarattığı uçurum.
Üçüncü Bölüm'de, Sırbistan'daki feminist savaş karşıtı aktivistleri ve milliyetçi savaş yanlılarının sürdürdüğü etnik ötekileştirmeye rağmen, eski Yugoslavya'nın diğer bölgelerindeki kadınlarla aralarındaki anlamlı bağı koruma çabalarını görüyoruz. İspanya ve İtalya'daki kadınların bu çalışmayı desteklemeye yönelik bazı hareketlerini ve bu bağlantılar aracılığıyla teori ve pratiklerini, özellikle de çaprazlama politika kavramını nasıl geliştirdiklerini görüyoruz. Bir sonraki bölümde işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinli kadınlar, İsrail vatandaşı Filistinli kadınlar ve İsrailli Yahudi kadınlar arasındaki üçlü ilişkilere; bu kadınların ırkçılığa, ezilmeye ve silahlı çatışmaya nasıl baktıklarına ve her iki toplumda da düşman görülen kadınlar olarak, anlamlı ittifaklarını sürdürürken ne tür güçlüklerle karşılaştıklarına bakıyorum.
Beşinci Bölüm'de, en tanınmış, en uzun ömürlü ve en bütünlüklü yapıya sahip uluslarüstü savaş karşıtı kadın ağı olan Barış ve Özgürlük İçin Uluslararası Kadın Birliği'ni (WILPF) tanıtıyorum. Örgütün doksan yıllık geçmişi, kadınların barış aktivizminin ilk dönemlerini inceleme fırsatı veriyor.
WILPF son on yıldır, yine bu bölümde incelenen daha geniş ve amorf bir ağın merkezinde önemli bir rol oynuyor. Pek çok örgütten ve bireyden oluşan bu karma ağ, dönüm noktası sayılan bir çözüm tasarladı, bunun için kulis yaptı ve sonunda BMGK'nin 30 Ekim 2000 tarihli ve 1325 sayılı Kadınlar, Barış ve Güvenlik Kararı'nı almasını sağladı. Feminist enternasyonalizm açısından yüreklendirici bir kazanım; ama bu hikâye, kurumsal düzeyde çalışmanın taviz vermeyi gerektirdiğini de ortaya koyuyor. Bu bölümde ayrıca, tek tek kadınların, harekete çoğu zaman yazar ve danışman olarak katılan akademisyenlerin, bu hareket için ne kadar önemli olduklarını açık bir şekilde görüyoruz.
WILPF son on yıldır, yine bu bölümde incelenen daha geniş ve amorf bir ağın merkezinde önemli bir rol oynuyor. Pek çok örgütten ve bireyden oluşan bu karma ağ, dönüm noktası sayılan bir çözüm tasarladı, bunun için kulis yaptı ve sonunda BMGK'nin 30 Ekim 2000 tarihli ve 1325 sayılı Kadınlar, Barış ve Güvenlik Kararı'nı almasını sağladı. Feminist enternasyonalizm açısından yüreklendirici bir kazanım; ama bu hikâye, kurumsal düzeyde çalışmanın taviz vermeyi gerektirdiğini de ortaya koyuyor. Bu bölümde ayrıca, tek tek kadınların, harekete çoğu zaman yazar ve danışman olarak katılan akademisyenlerin, bu hareket için ne kadar önemli olduklarını açık bir şekilde görüyoruz.
Kadınların ana-akım savaş karşıtı hareketten ayrılmalarının nedenlerinden biri genellikle, örgütlenme ve eylem biçimlerini kendilerinin seçmek istemeleri oluyor. Altıncı Bölüm, savaş karşıtı kadın aktivistlerin içinde yer almayı seçtikleri çok çeşitli yapıları ve tercih ettikleri örgüt süreçlerini inceliyor. Burada bazı yeni ve farklı kadın örgütleri tanıtılıyor. Barış ve adalet için mücadele eden kadınların geliştirdiği bazı karakteristik aktivist yöntemlerini belirliyorum – örneğin sessiz nöbet, kampçılık ve sembol kullanımı. Aktivizmin araçlarının, istenen sonucu önceden belirten işaretler taşımasının kadınlar için özel bir önem taşıdığını görüyoruz.
Sorumuz halen geçerli: Dünyanın dört bir yanında, çok çeşitli faaliyetlerde bulunan bu kadın aktivistlerin ortak bir analizi var mı? Bu çok çeşitli hareketlerin "tek" bir hareket, o muazzam küresel ve toplumsal hareketler ırmağı içinde diğerlerinden ayrılan bir akıntı olduğunu veya olabileceğini düşünürsek, kendi içinde ne kadar tutarlı olduğunu söyleyebiliriz? Yedinci ve Sekizinci bölümlerde kadınların aralarında tartıştığı, bazıları kavramsal düzeyde veya uygulamadaki farklılıkları temsil eden konuları ele alıyorum. Yedinci Bölüm'de bu konuların bazılarını "pasifizm" ve "milliyetçilik" kavramları çevresinde topluyorum. Biz pasifist miyiz, eğer öyleysek bu ne demektir? "Adalet", "şiddet içermeyen eylem"in önüne geçer mi? Dış "müdahaleler" hakkında ne düşünüyoruz? "Milliyetçilik" lafı tartışmalarımızda sürekli geçiyor, her seferinde anlaşmazlıklara neden oluyor. Milliyetçilik tanım gereği kötü bir şey midir ve ulus-devletler mutlaka fena mıdır? Yoksa ulusal kimlik ve aidiyet meşru bir gereksinim midir ve ulusal "vatan" herkesin temel hakkı mıdır? Irkçılık da konuşmalarımıza girdi. Her antimilitarist ve savaş karşıtı hareket ırkçılıkla mutlaka ilgilenir mi? Bazı ırkçılık kurbanlarına, savaşın "bizim" kıyılarımıza sığınmacı, göçmen ve mülteci olarak savurduğu insanlara karşı politik bir sorumluluğumuz var mı? Savaş açısından farklı pozisyonlarda ve çeşitli konumlarda bulunan kadınların böyle konularda aynı fikirde olmalarını pek mümkün görmüyorum, ancak farklı bilgilere sahip olmanın da tutarsızlık anlamına gelmediğini öne sürüyorum. Tek bir "çizgiyi" dayatmayan tutarlı bir diyaloğa ulaşmak için hareketlerimizin ne tür ilişki kurma becerilerine gereksinimi olabileceğini tartışıyorum.
Pasifizm, milliyetçilik ve ırkçılık, kadınlar kadar ana-akım hareketin de ele aldığı konular. Ancak bu durum toplumsal cinsiyet için pek geçerli değil. Sekizinci Bölüm'de, annelik, erkek şiddeti ve kadınlarla erkeklerin askerlikle ilişkileri gibi kadınların tartıştığı konuları ele alıyor ve bu temaları "savaşın feminizme daha başka neler söylediği"ni bulmak için kullanıyorum. Bu bölümü, kitapta anlatılan birçok bireyin ve grubun felsefesini kendimce değerlendirerek ulaştığım belli bir feminizm türünü, militarizm ve savaş karşıtı kadın hareketlerinin karakteristik özelliğini formülleştirerek bitiriyorum.
Dokuzuncu Bölüm'de bu soruyu tersine çevirip antimilitarist bir feminist bakış açısını benimseyerek, "Militarizm ve savaş buradan baktığımızda nasıl görünüyor?" diye soruyorum. Kendi aktivizmimizden edindiğimiz perspektifin nesi yeni? Savaşla ilgili çalışmalara ve ana-akım savaş karşıtı hareketlere neler söylemek isteyebiliriz? Militarizm ve savaşla ilgili feminist anlayışla ana-akım anlayışı karşılaştırmak için, bir süreliğine uluslararası ilişkiler ve sosyoloji alanlarına giriyorum. Birçok savaş karşıtı kadın aktivistin açıkça veya örtük bir biçimde kullandığı feminist bir patriyarki teorisini genel hatlarıyla anlatıyorum. Bu erkek egemen toplumsal cinsiyet düzeninin ve özellikle de erkekliğin kültürel yollardan tam anlamıyla kurulmasının, hem bütün sistemi etkileyen erkek üstünlüğünün hem de askeri gücün yeniden üretiminde önemli bir rol oynadığını öne sürüyorum. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermek için, savaşa eğilimli maskülen ulusal kültürlerin sağlama alınması ve mevcut erkeklerin savaşmaya hazırlanmalarıyla ilgili örnekler veriyorum.
Son olarak, ekonomik sınıf katmanlarının ortaya çıkışının, "ırksal" farklılaştırmayı da içeren şehir ve devlet oluşumunun ve erkek üstünlüğüne göre tanımlanan bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet sisteminin doğuşunun yaklaşık beş bin yıl öncesine, tarihsel açıdan neredeyse aynı zamana denk düşmesine dikkat çekiyorum. Her üç gelişme de zorla ötekileştirmeyi içerir – ve sonuçta emekçi, yabancı ve kadın ortaya çıkar. Bu gelişmelerin en şiddetli ifadesi, aynı dönemde kurumsallaşan savaştır. Bu üç iktidar ilişkileri sisteminin bugün bile kesiştiğini ve savaş çıkarmayla ilişkili olduğunu ileri sürüyorum. Savaşın bu ilişkilerin ilk ikisinin etkisi olduğunu hepimiz biliyoruz; zaten bu kitabın anlamı da söz konusu ilişkilere bir yenisini eklemesinde, toplumsal cinsiyeti göz önünde bulundurmadan savaşın tam anlamıyla açıklanamayacağını savunmasında yatıyor. Bir toplumsal cinsiyet analizi, militarizmi yürürlükten kaldırmak ve savaşın döngüsünü kırmak için uğraşırken kullandığımız yetersiz araçlarımıza yapacağımız elzem bir eklemedir.
Notlar
(1) Burada ve başka yerlerde "ana-akım" sıfatını, bir bakıma "kadınlar"ın ya da "feminist"in karşısına yerleştiriyorum. Örneğin, "savaş karşıtı ana-akım hareket" dediğim zaman, kadınların savaş karşıtı hareketinden daha büyük ve geniş, hem kadın hem de erkek üyeleri olan bir hareketi kastediyorum. Ana-akım "uluslararası ilişkiler disiplini" dediğimde de, feminist eleştiri unsuru taşımayan akademik disiplinden söz ediyorum. Yukarı
(2) Irk terimini, ırkçı bir kavram olarak kullanıyorum. Daha fazla ayrıntı için lütfen, bu terimi özellikle tırnak içine almadan kullanmayı tercih ettiğim Yedinci Bölüm'e bakınız. Yukarı
(3) Bundan böyle bu terimleri yaygın anlamlarıyla ve tırnak içine almadan kullanacağım. Yukarı
(4) "Uluslaraşırı" sıfatını, üç ya da daha fazla ülkede üyeleri veya üye örgütleri olan ağlar için kullanıyorum (Moghadam 2005). "Uluslararası" sıfatının kullanımını çoğunlukla, hükümetlerin ittifakından oluşan Birleşmiş Milletler gibi kurumları ya da bu kurumların faaliyet alanlarını ve pratiklerini tanımlamakla sınırlıyorum. Ama bazen, mesela "dünya çapında" veya "küresel" dediğimde, kelimenin daha gündelik kullanımı kaçınılmaz bir hale geliyor. Yukarı
(5) Bu terimler kitapta sık sık karşımıza çıkacak. "Ana-akım" için dipnot 1'e bakınız. "Barış hareketi"yle, esasen militarizm, savaş ve barış meselelerine odaklanan örgüt, ağ ve birlikleri kastediyorum. Bunların bazıları dinci oluşumlar. "Sol" derken, emperyalizm ve kapitalizm karşıtı bir çizgi izleyen ve çoğu parlamento dışı olan çeşitli eğilim, hareket ve partilerden söz ediyorum. "Savaş karşıtı hareket"le, bugün daha çok barış hareketi ile solun koalisyonundan oluşan hareketleri kastediyorum. Britanya'dan bir örnek vereyim: 15 Şubat 2003'teki büyük gösteri Nükleer Silahsızlanma Kampanyası ve Britanya Müslüman Federasyonu tarafından, Sosyalist İşçi Partisi, Emekçi solun üyeleri ve bazı küçük sol partilerden oluşan Savaşı Durdurun Koalisyonu ile birlikte düzenlenmişti. Koalisyon'un siyasi partiler, sendikalar ve bireylerden oluşan daha pek çok üyesi var. Yukarı