Giriş, s. 15-26
Güney İran’ın petrol zengini Kuzistan eyaletinin başkenti Ahvaz' ın birkaç mil güneyinde, yani benim doğup büyüdüğüm yerde Karun Nehri sükûnetle aşağılara doğru akıp gitmeden evvel hafifçe batıya kıvrılır, yaklaşan akşamın ışığında parlak bir çikolata rengine döner, kıyılarında kendiliğinden yetişmiş bereketli palmiye korularını cömertçe besledikten sonra Basra Körfezi'ne dökülmek üzere ağır ağır yol alır; oradan da sanki hiç var olmamış gibi Umman Denizi'ne karışıp Hint Okyanusu'nda noktalar yolculuğunu. Son Pehlevi şahının, ülkenin dört bir yanında –çocukluk arkadaşlarımla hep bu nehrin kıyılarında gezdiğimiz 50'li yılların ortasında her yönüyle bir yenilik olan– buzdolabı gibi aletlerde kullanılan elektriği üretmek üzere inşa ettirdiği heybetli barajı aşan Karun, devasa türbinlerin mekanik sarsıntısından çektiği çileyi zarafetle taşır.
Tesadüfen karşılaştığınız başıboş bir köpek, birkaç ürkek tavuk, belki de burnu havada ama hiçbir işe yaramayan bir horoz, nadide bir kedi ya da amaçsızca gezinen bitkin, sıska bir atı saymazsak, Karun kıyılarında pek hayvan olmazdı. Ama sabırlı olup da hurma ağaçlarının dibine, mahsun ve kurşuni gökyüzüne doğru uzanan heykel gibi gövdelerini çevreleyen, hafif ikindi esintisinin okşadığı tüylü kabuklarına daha dikkatli bakacak olsanız, refah içindeki karınca kolonilerinin dur durak bilmeyen faaliyetini fark ederdiniz. Koyu kahverengi, cılız, daima evhamlı ve sıska bacaklarıyla çok daha telaşlı görünen ortalama şehir karıncalarından daha büyük, etli ve çok daha kaba sabaydı bu karıncalar. Şehir karıncaları gözüme hep –tam olarak ne olduğunu asla bilemediğiniz– bir şeyden kaçıyor ya da ona yetişmeye çalışıyor gibi görünürdü. Hep erişilmez görünen bir şeyin peşinden koşarken daima çok azimli, kararlı, hatta ürkmüş görünürlerdi. Bu şehir karıncaları ilahiyatçı olsa, serkeş kaderciler olurlardı muhakkak. Taşra karıncalarıysa aksine yüce gönüllü Karun'u çevreleyen bereketli tarım hayatından beslenen özgür irade yanlısı ilahiyatçılara benziyorlardı. Yoksul şehirli akrabalarının zengin taşralı kuzinleri gibiydiler. Her zaman ne yaptıklarını biliyor da, sıradan gündelik işlerini yapmak için hiç telaşlanmıyor gibi bir halleri vardı. Sanki gittikleri yere varmak için önlerinde sınırsız zamanları vardı. Bu besili, kendinden emin taşra karıncalarını, şehrimizin sokaklarına atılmış bir parça ekmeğin ya da bir tavuk kemiğinin başında didişen nevrotik kuzinlerinden ayıran tam da bu sükûnetti işte.
Hurma korularının çevresine kurulmuş küçük köylerde yaşayanların davranışlarında da işte bu karıncaların sabrından ve ağırdan alma tavrından bir şeyler vardı. Bu çiftçilerin kendilerine has, cömert mi cömert bir mesafe anlayışları vardı. Diyelim ki onlara bir köyün ya da bir korunun nerede olduğunu sordunuz; ellerini arkalarında kavuşturur ya da tespihlerini çekmeye devam eder, size asla orayı göstermez ya da nerede olduğunu söylemezlerdi. Sadece kavruk yüzlerinde kibarca bir gülümsemeyle size sabırla bakar, sonra da kafalarını kaldırıp çeneleriyle bir yönü göstererek, "Hona, hona!" ("Şurası, şurası!") derlerdi. Kim bilir, Basra'nın, Kerbela'nın, Necef'in, Bağdat'ın, hatta Kahire'nin yerini soracak olsanız, parmaklarıyla işaret edip, "O vakit, şu yana doğru epey bir yolun var," derlerdi herhalde diye aramızda eğlenirdik.
Bu cömert, sabırlı ve telaşsız zaman ve mekân anlayışına çoğu kez hayret etmişimdir. Kimi zaman onların iklime ve günlerle mevsimlerin ritmine sağladıkları uyumun bir belirtisi, kimi zaman yürümeye alışageldikleri uzak mesafelerin bir göstergesi ya da sonsuz sabırlarının bir ifadesi olduğunu düşündüm bunun. Ama ne muazzam bir zihinsel dinginlikti bu! Nirvana da böyle bir şey olmalı: ağır ve sabırlı bir taşın uzaklardaki bir göl anısının derinliklerine usulca çökmesi gibi sükûnete gömülmek.
İşte bu dinginliğin, maddi ama ezeli bir zamanın, tarih boyu sürüp gelen sabır ve azmin ışığı, bugün bizim "İran" dediğimiz şeyin ince kabuğunun altında hâlâ yanıp sönüyor.
Yarım yüzyıl sonra dünyanın diğer tarafında, çiftçilerin neşe dolu, eli açık bilgeliğinden ve hurma ağaçlarından çok uzakta, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda görev yapan Francis Fukuyama, 1989'da yazdığı bir makaleyi genişleterek 1993 yılında Tarihin Sonu ve Son İnsan adıyla basılan bir kitap haline getirdi. Bundan kısa süre sonra, Harvard Üniversitesi'nde profesörlük yapan Beyaz Saray güvenlik planlama eski koordinatörü Samuel P. Huntington da 1993 tarihli bir makalesini genişleterek Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı bir kitap kaleme aldı. Kitap 1998 Ocağı'nda yayımlandı.(1)
Fukuyama Tarihin Sonu ve Son İnsan'da liberal kapitalist demokrasinin en sonunda ideolojik rakiplerinin hepsini yenilgiye uğratmayı başardığını ve Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Berlin Duvarı' nın yıkılışı ve Doğu Avrupa Bloğu'nun dağılması ertesinde "liberal Batı demokrasisinin" diğer siyasi seçeneklerin tümüne üstün geldiğini savunmaktadır. Bunun neticesinde de, çekişen fikirlerin ideolojik muharebe alanı olarak "tarih" en nihayetinde son bulmuştur. Fukuyama'nın dediğine bakılırsa, bunu kendisine Hegel öğretmiştir.
Samuel Huntington da Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması'nda "liberal Batı demokrasilerinin" galip geldiğini varsaymaktadır. Ama ona göre, yıllar süren ideolojik çatışmanın ardından dünya bir "medeniyetler" çatışması çağına girmiştir. Buna göre insanlar kapitalist "Batı" modernliğine karşı durma yollarına ilişkin fikirleri tüketmiştir ve "Batı Medeniyeti"nin ilerleyişine karşı koymak üzere kendi kabile bağlarına başvurmaktadır. Huntington'a bakılırsa bu konuyla ilgili bir şey yapmak gerekmektedir.
Fukuyama ve Huntington tarihin kategorik son buluşu ve "Batı"nın tekyanlı olarak galip ilan edilmesini zaferin bir medeniyet soyutlamasına dönüştürülmesiyle bağdaştırarak birbirlerinin tasına su dökmektedirler. Fukuyama bütün alternatif tarih anlatılarının üstüne çarpı atmaya girişir, zira bunlar ezilen ulusların eline imparatorlukların ve bürokratlarının kabarmış kibrinde delik açacak silahlar vermektedir; öte yandan Huntington da bu ulusların küreselleşmiş zorbalığa karşı isyanlarıyla daha iyi başa çıkabilmek amacıyla onları ve onların başkaldırılarını bir avuç uydurma medeniyet kategorisine indirger. Karun'un uzak kıyılarına ait bir şeyler, iki yazarın da kendi kendisini kandırdığını söylüyor bana.
Hem dünyevi hem ezeli bir tarih anlayışının dinginliği ile tarihi kendinden uzak tutan teleolojik gayecilik arasındaki anlatısal mesafeden yola çıkarak, İran konulu bu kitabı yazma noktasına geldim.
"Tarihin sonu" ilan edildikten sonra herhangi bir ulusun hikâyesini anlatmak, hatta tarih yazmak nasıl mümkün olabilir? Bana göre Kuzey Amerika'ya özgü bir düşünsel bayağılık olan bu ilan aslında ahlaki tahayyülün tükenişidir; böyle bir tükeniş de kendi kendisine alkış tutan ve zafer naraları atan bir tarihyazımı-karşıtlığının ve herhangi bir halkın tarihine eğilmek şöyle dursun, onu tanımayı bile reddeden kasti bellek yitiminin yükselişiyle at başı gider. İran'ın ya da başka bir yerin tarihini anlatmak, tarihin artık son bulduğunu kendinden emin bir biçimde ilan edecek denli kendini muzafferane Hıristiyan gayeciliğine inandırmış bir "süpergücün" küstahça emperyal kibrine ahlaken ve yaratıcı bir şekilde kafa tutmanın bir yoludur. Bürokratik strateji uzmanlarının ve imparatorluk taktikçilerinin zihinlerinden başka hiçbir yerde tarih son bulmuş değildir. Hegel'e göre tarih Yunan ve Roma'da başlayıp Almanya'da zirveye ulaşmıştır. Fukuyama'ya bakılırsa tarih ABD Dışişleri Bakanlığı'nda son bulmuştur. Dünya aksini söyleyebilmek için yakarmaktadır. Hegel'in tarihe girmesine izin vermediği bizim gibilere şimdi de Fukuyama şöyle demektedir: "Kusura bakmayın millet! Tarih sona erdi!" Ama hayır, halklar olarak, büyük anlatıları reddeden madunlar olarak bizler itiraz ediyoruz.
Halkların nerede yaşadıkları ile büyük anlatıları uyarınca nerede yaşamış oldukları arasında sistematik bir nostaljik fark, bir yerinden yurdundan edilmişlik vardır – sanki koca dünya yasak bir ülkede sadece bir sene geçirip sonra oradan kovalanmıştır. Şimdi de boş ve kestirilmez vakitlerde o yeri unuttuğunu sandığında hatırlayıp, hatırladığını sandığında unutmaktadır; bir unutup bir hatırlamaya hem mahkûm edilmiş hem de böylece takdis edilmiş haldedir.
İran'ın son iki yüzyıllık hikâyesi, işte bu yerinden yurdundan edilmişlik hissinden payını ziyadesiyle almıştır. İranlılar sömürgeci modernlikle karşılaşma sürecinde bu yerinden edilmişlik hissini yaşamış, ülkelerinin meşru yerinden oynatıldığını, coğrafi açıdan bulunmaması gereken bir yerde bulunduğunu düşünmüştür. Bu durum da İranlıların bir ülke, bir halk, bir yer olarak İran konusunda yaşadığı süreksizlik hissini açıklamaktadır. Bu yerinden edilmişlik hissini, olaylar başka yerde cereyan ederken oradan alınıp ait olmadığınız bir yere yerleştirilme hissini etraflıca anlamak ve aktarmak istiyorum. Şarkiyatçılar İranlılara Hint-Avrupa milletinden olduklarını, ama Ortadoğu'da saplanıp kalarak, Samilerin –Yahudiler, Araplar vs.– ortasına düştüklerini anlatmaktadır. İnsanlar bu gibi zahiri kategorilerin mutlak geçerliliğine sanki vahiymişçesine itimat ediyor. İranlılar hiddetle Arap, Hintli ya da Türk olmadıklarında diretirler – oysa onlara çok benzer ve sık sık onlarla karıştırılırlar (ki anlaşılmaz bir nedenden dolayı bunu hakaret sayarlar). İranlılar demokratik bir hükümet modelini bundan nesiller önce hak ettikleri kanısındadır. Halbuki bugün bir İslam cumhuriyetinin ruhbanları tarafından bölgedeki en irticai teokrasiyle yönetilmektedirler. Bir Yahudi devleti ile köktendinci bir Hint hareketinin komşusu olan İranlılar, İslam cumhuriyetiyle yönetildikleri sırada kendilerini kibirli bir Hıristiyan imparatorluğuyla şiddetli bir münakaşa içinde bulmuşlardır. Bir İslam cumhuriyeti, bir Yahudi devleti, bir Hint köktendinciliği ile bir Hıristiyan imparatorluğunun ortasında bile, tarihin sonuç çıkarıp değerlendireceği, başlayacağı ve taşıyacağı daha birçok şey vardır.
Modern İran tarihi konusunda yanılgılarla dolu bir belleğe sahip olma hissi, aslında ait olunmayan bir tarih noktasına geçici olarak oturulduğuna dair topluca bastırılmış bir duygu var İranlılarda. Öyle ki, tarihin başka bir yerde cereyan ettiği hususunda İranlılar arasında tam bir mutabakat vardır adeta; biz de bu başka yere aidizdir, ama ait olmadığımızı, hak etmediğimizi düşündüğümüz bir yerin geriletici eğreti uzamına saplanıp kalmışızdır. Tam anlamıyla bir arada kalmışlık hissi söz konusudur hep. Travmatik bir şey –bir askeri darbe, bir devrim, deprem, başka bir ülkenin saldırısı– olduğunda belleğimizin harekete geçtiğini, işlemeye başladığını hissederiz. Tarihteki yerimizin yanlışlığını, doğru yerin uzakta kalmış tatlı hatırasını anımsarız; zamanın bir noktasındaki bu yere sahip olmak için öyle çaresizce debelenmişizdir ki o geri dönüp üzerimizde yarattığı etkiyle sahip olmuştur bize ve bunun farkına bile varmamışızdır. Bize candan ve insancıl, yakın ve yürekten gelen şeyleri hatırlarız – ama sonra hepsini unutmak, dünyadaki yerimize dair bir zamanlar çok huzur verici ve iç rahatlatıcı olan, ama artık yabancılaştırıcı ve geçici görünen şeyleri hatırlamamak gibi ortak bir alışkanlığımız var.
Bu modern İran tarihi anlatısında etraflıca ele almak istediğim de, tarihin normatif seyrinden işte bu bir anlığına kurtulma hissidir – sonra bir de bakarsınız ki tarih sizi arkada bırakmış! Bu anlatı, hiçbir yerde tarihin son bulmadığı, hatta bizim açımızdan tarihin başlamadığı yolundaki görüşüme dayanmaktadır. Bizler Hegel'den Fukuyama'ya kadar hep tarihin dışında bırakıldık. Tarih ne vakit başlayacak olsa, birileri tarafından toplanıp bulunduğumuz yerden uzaklaştırıldık, başka bir yere, olmak istemediğimiz yere gittik gibi geliyor bize. Bu yüzden, sahip olmadığımız, ama yine de üzerimizdeki etkisiyle bize sonsuza dek sahip olan "bir yerin" tatlı hatırası ile tarihte başka bir yere ait olduğumuz, ama o "başka yerin" nerede olduğuna dair hiçbir ipucuna sahip olmadığımız hissi arasında böyle gidip geliyoruz işte. Yakın tarihimiz ve yaşantımız iki zıt kutup arasına, yani ödünç alınmış bir geçmiş ile ebediyen ertelenmiş bir gelecek arasına kıstırılmış, buradan anlatılıyor. Bense tarihin son bulmak şöyle dursun, başlamasının bile mümkün olmadığı bu iki kutbun arasında bir yere yerleştirmek istiyorum modern İran'ın tarihini.
Kitaptaki temel savım, "İran" denen şeyin sistematik olarak kendiyle çelişmeye eğilimli bir ruh hali olduğudur. Bu çelişkinin ana hatlarının ve günümüzde geldiği noktaya ilişkin paradoksların bir haritasını çıkarmayı amaçlıyorum. Kitapta İran'ın son iki yüzyıllık tarihini okuyacaksınız, ama karşı çıkışı, bakış açısı ve masaya vuracak yumruğu olan bir tarih bu; İranlıların sömürgeci modernlikle karşılaşma sürecinde gündeme gelmiş ama çözümlenmemiş sorunları tartışmaya açan bir tarih. Memleketlerinde yaşayan yaklaşık yetmiş milyon İranlı, dünyanın dört bir yanında yaşayan daha milyonlarcası ve dünyanın geri kalanı, aynı kapıya çıkan terörizm ile terörizme karşı savaş seçenekleri arasına kıstırılmış halde, ölüm saçan ve giderek genişleyen bir şiddet döngüsünü yaşıyor. Bir mermi kafatasınızı parçaladığında ya da bir intihar bombacısı kendisiyle beraber görünürdeki her şeyi tuzla buz ettiğinde, Başkan Bush ile Başbakan Blair'e mi yoksa Usame Bin Ladin ile Ebu Musab El Zerkavi'ye (2006'da öldürüldü) mi inandığınızın hiçbir önemi kalmaz.
Bu kitabı yazmak, bir müdafaa eylemidir. İran üstüne düşünüp yazmanın ya Azer Nefisi'nin Tahran'da "Lolita" Okumak'ı (2003) ya da Kenneth Pollack'ın The Persian Puzzle'ı (İran Bulmacası, 2004) ile sınırlı olduğu bir kamusal alanda kılıçlar çekilmiş, hesaplaşma vakti gelmiştir.(2) İki kitabın tek ortak noktası aynı yayınevinden çıkmış olmaları değildir. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'ne ve bu proje kapsamındaki emperyal emellere hizmet etmeleri bakımından birbirlerini tamamladıkları gibi, aralarında hakikaten organik bağlar da vardır. Nefisi'nin tasvir ettiği İran George W. Bush ve Hıristiyan savaşçıları tarafından kurtarılmayı beklerken Lolita okuyan bakire hurilere azgın (din) adamların(ın) tecavüz ettiği bir yerken, Pollack da bu hurilerin kurtuluşuna giden stratejik bir yol haritası çıkarır. Amerika Birleşik Devletleri önderliğindeki kanunsuz ve ahlaka aykırı Irak işgaline ve akabinde on binlerce masum insanın katline zemin hazırlayan önceki kitabı The Threatening Storm: The Case for Invading Iraq'tan(3) (Tehditkâr Fırtına: Irak İşgalinin Zemini) sonra Pollack'ın insanlık suçlarına iştirakı gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı'na sevk edilmemesi gibi bir rezalet yaşanmış; onun yerine (bu defa daha ihtiyatla da olsa) İran saldırısını gerekçelendirmek üzere Nefisi'nin yayıncısıyla kazançlı bir sözleşme daha imzalamıştır. İran konulu kitabında Pollack'ın izlediği stratejide ufak bir değişiklik olsa da, emperyal mantığı olduğu gibi kalmıştır. Bu savaş çığırtkanlarının, ayrıca onların yerel muhbirlerinin ve emperyal strateji uzmanlarının ağızlarının payını vermek istiyorum.
İran konulu bu kitabın amacı kaybedileni telafi etmek, geçmişi doğru okutmaktır. Tarihini çarpıtarak halkımı küçük düşüren, yağmacı bir imparatorluğun bölgesel hâkimiyetine karşı durma iradesini yok ederek ceplerini dolduran bu insanlarla ve hempalarıyla görülecek hesabım var. İran tarihini ya da kültürünü toz pembe gördüğümden değil; Pehlevi monarşisine de, İslam mollarşisine de onların hepsinden on kat daha eleştirel yaklaşıyorum. Ne var ki bana göre modern İran'ın öyküsü hem içerideki zorbalara hem de küreselleşmiş sömürgeciliğe kafa tutma ve baş kaldırma öyküsüdür. Bir amacım da Azer Nefisi ve Fuad Acemi gibi kişilerin çizdiği imajı sorgulamak ve ıskartaya çıkarmak. Pentagon'daki patronlarının ihtiyacına göre imal edip kullanıma hazır hale getirdikleri pasif, yoz ve kötücül bir kültür imajıdır bu; kötü göstermek için baştan aşağı çarpıtılmıştır. (Bunların ikisi de eski savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz için çalışmıştır ve Bernard Lewis gibi kıdemli yeni muhafazakârlar onları hararetle desteklemiştir.)(4)
Doğduğum ülke ile artık evim dediğim ülke arasında avantajlı bir noktadan yazıyorum kitabımı: Doğduğum ülkede insanlar haddinden fazla tarihten mustaripken, evim dediğim ülkede insanlar tarihsel bellek yitimi yaşıyor, onlara tarihin sona erdiği söyleniyor. Böyle tehlikeli yanılgıların sorumluları Fukuyama ve Huntington gibiler değil sadece; bu belleksizliğin cehaletle (adeta kasti bir körlükle) birleşmiş hali son derece yaygındır ve ABD'nin ideolojik çarkının bir parçasıdır. Başka mevzularda dürüstlüklerine kimsenin laf etmediği bir grup insanın ABD'nin Irak işgaline kendi deyimleriyle "ahlaki" zemin hazırlamaya giriştiği, Thomas Cushman tarafından yayıma hazırlanmış A Matter of Principle: Humanitarian Arguments for War in Iraq (Bir Prensip Meselesi: Irak Savaşının İnsani Nedenleri, 2005) isimli kitabı geçenlerde okumaya başladım.(5) Kitabın hayret verici yanı ahlaksız, haksız ve kanunsuz bir savaşın, koca bir halkın ölümü, yıkımı, işkence görmesi ve tecavüze uğramasından sorumlu olan bir savaşın utanmazca savunulması değil kesinlikle, aksine hayret verici olan bu savunma sırasında açığa çıkan cehaletin boyutları. Öyle antikçağ ya da ortaçağ tarihine, hatta modern tarihe dair bir cehaletten bahsetmiyorum; George W. Bush'un başkanlığından önceki iki veya üç hükümete kadar uzanan bir tarihten, halen yaşayan ve zihinsel melekelerini kontrol edebilen insanların belleğinde canlı olması gereken bir tarihten bahsediyorum. Tarih konusundaki bu acayip cehaletin altında insanları kandırmak ve onları ahlaka aykırı bir savaşı desteklemeye ikna etmeye yönelik kasıtlı bir ideolojik şarlatanlık mı var, yoksa her yerde tekrarlanan kültürel bir tema masumane bir tarzda burada tezahür mü ediyor, ya da daha kötüsü bu ikisinin uğursuz bir birleşimi mi söz konusu bilemiyorum. Ne olursa olsun, Fukuyama'nın "tarihin sonu" fikriyle aynı kapıya çıkıldığı ortada. Bu imparatorluğun sınırlanmamış gücünü göstermenin ve imparatorluğa karşı çıkma ve direnme yollarını gözden düşürmenin en kalıcı şeklinin tarihi yok etmek ve kasıtlı bir belleksizliği beslemek olduğu bir zamanda, tarih yazmak demek iktidara kafa tutmak demektir. 1953'te CIA' nın demokratik seçimle iş başına gelen Muhammed Musaddık hükümetini devirmesi, yerine ABD'nin gayrimeşru çıkarlarına daha uysalca hizmet edecek bir şah getirmesi, şimdi de yeniden İran'a karşı silaha sarılması İranlıların halen hesaplaşamadığı gerçeklerdir. Birilerinin bu noktaları ve başka bazı noktaları birleştirerek insanlara, özellikle de genç insanlara, yağmacı savaş çığırtkanları karşısında doğruları söyleme imkânı verecek bir tarihsel anlatı üretmesi lazım.
Bir halkın tarihini yazmak, o halkı tarihsel başarısızlıklarının (ve kültürel hastalıklarının) içsel nedenleriyle yüzleşmeye ikna etmenin bir yoludur; böylece küreselleşmiş bir imparatorluğun yağma ve talan tasarılarını daha etkin biçimde boşa çıkarabilir, halkların kaderleri üstündeki küresel hâkimiyetine karşı çıkabilecek her ulusun tarihini diğer her şeyle –sağduyudan tutun da ozon tabakasına kadar– beraber yok etmesine mani olabilirler.(6) Tarihin ilerleyişini ve nedenselliğini (bizatihi imparatorluğun tarihinden başlayarak) inkâr etmek, bu yok edici küresel tahakkümü güçlendirme yönünde atılan ilk adımdır. 'Tarihin sonu" tezinin bir ABD Dışişleri Bakanlığı bürokratı tarafından formüle edilmiş olması bu anlamda tesadüf değildir. Söz konusu tezin uluslara "medeniyet" tayfında yer tahsis eden tamamlayıcısının da keza ilkin Bernard Lewis, sonra da kafadarı Samuel Huntington gibi ABD ordu ve istihbarat camiasına sadakatle hizmet eden iki taktikçi tarafından formülleştirilmiş olması da tesadüf değildir. Bu üçünün de tezlerinde sonuna kadar haksız olduğunu göstermek, insanları bu türden sistematik uydurmalar karşısındaki yerel ve küresel direnişlerinin tarihine yeniden kavuşturmak kadar önemli olamaz kesinlikle. Bir halkın tarihi o halkın mücadelesini dünyanın diğer yerlerindeki ulusların bu biçimsiz ve barbar imparatorluğa direnişiyle bağlantılandıran bir minvalde yazılmalıdır. "Şer ekseni"nin parçası saydıklarına kara çalmaya dayalı bu temeli çürük ideolojik yapıyı yerle bir etmenin tek yolu budur.
İranlıların modernlikteki sömürgecilik çıkmazını aşma yönündeki devamlı mücadelesinde yöreselliğin ötesinde, küresel bir yan da vardır – bu karşı koyuşun tarihi Latin Amerika, Asya ve Afrika' daki diğer ulusların mücadelelerinde yankı bulmaktadır. Modern İran tarihini konu alan bu kitabı, dünyanın her yanındaki halkların mücadele tarihiyle dayanışma içinde yazıyorum, ki bu halkların sömürgeci ve emperyal tahakküme karşı direnişlerinin tarihi en az ABD tarihi kadar eskidir ve yeryüzünün lanetlilerine ilham kaynağı olmuştur. Anlattığım hikâyenin dünyanın dört bir yanında pek çok farklı versiyonu var; imtiyazsızlaştırılan, yoksullaştırılan, dışlanan ve ırk ayrımcılığına maruz bırakılan Amerikalıların –Amerikan yerlileri, Afrika ve Asya kökenli Amerikalılar ile Latin Amerikalıların– hikâyesi de buna dahil. Bu kitabı hem bir İranlı olarak hem de bir Amerikalı olarak kaleme aldım; ama dünyaya hükmetmek isteyenlerden farklı bir Amerikalı, burnundan kıl aldırmayan ABD yeni-muhafazakârlarının emperyal fantazilerini gerçekleştirmek için kullandığı İranlılardan farklı bir İranlı. Amerikan imparatorluğu ve öncesindeki Avrupa sömürgeciliği pek çok ülkede derin ve travmatik izler bırakmış, hafızalardan silinmemesi, "tarihin sonu"nda unutuşun kollarına teslim edilmemesi gereken yaralar açmıştır.
Bu kitabı yazmaktaki amacım, İran'ın savaşçı bir gelenek ile kendine yabancı bir modernlik arasına sıkışmış bir ülke kategorisinden çıkarılmasına katkı koymak ve daha fazla tarihsel ayrıntıya yer veren, kültürel açıdan çokyönlü, ayağı yere basan bir İran anlayışının benimsenmesini sağlamak. Bernard Lewis gibi Şarkiyatçıların "İslam" ile "Batı" (ya da daha yerinde bir ifadeyle, "Batı" ile "Geri Kalanı") arasında büyük ve aşılamaz bir uçurum olduğu konusundaki ısrarlı ve asılsız iddiasının maskesini düşürmek ve İran ile onun müşkülatına dair daha makul bir okuma sunmak istiyorum. "Gelenek" "modernliğin" en büyük uydurmasıdır, üstelik bu "modernliğin" kendisi de sömürgeciliğin namlusu vasıtasıyla dünyaya yayılmıştır. Ben "gelenek" ile "modernlik" arasındaki bu ikili karşıtlığı yerle bir etmek ve felç edici "sömürgeci modernlik" paradoksunu aşmak istiyorum.
Ruhsuz bir dünyanın ruhunu dindarca arayan bir halkın umut ve özlemlerine kanıt olarak yazıyorum bu kitabı – modern tarihin tuhaf akışında İran'a giriş noktasını göstermek için. İranlılar halen huzura kavuşabilmiş değil, huzur bulma umutlarının gerçekleşeceğine dair hiçbir belirti de yok. Bu kitap, kendi kimliğinin peşine düşmüş bir halkın; selametini, tarihsel konumunu, bölgesel mevcudiyetinin küresel önemini kendi tarihinde bulmaya çalışan bir ulusun hikâyesidir. İranlılar zaferin erişilebilir, yenilginin askıda, dirilişinse kaçınılmaz göründüğü uzun bir mücadeleye girmiştir. Onların hikâyesi dünyanın dört bir yanındaki basit ve temiz insanların hikâyesidir. Onların ortak insaniyetinin, kırılgan umutlarının ve özgürlüğe doğru coşkulu yürüyüşlerinin hikâyesini anlatmak istiyorum.
Bütün bunları yaparken aynı zamanda İran'ın doğru bir tarihini de aktarmayı tasarlıyorum. Kitabın sonuna geldiğinizde, İran hakkında ABD Dışişleri Bakanlığı, CIA, Pentagon, Johns Hopkins Üniversitesi'ndeki Paul H. Nitze Gelişmiş Uluslararası Araştırmalar Okulu, Hoover Ensitütüsü, Heritage Vakfı ve diğer beş yeni-muhafazakâr beyin takımının –İran İslam Cumhuriyeti'ndeki İslami Rehberlik ve İslam Kültürü Bakanlığı'nın da bunlara dahil olduğunu eklemeye lüzum görmüyorum– bildiklerinin toplamından daha fazlasını bileceğinize sizi temin ederim. Onların bilmediği, umursamadığı, unutmayı yeğlediği, hiç öğrenmediği ya da size söylemeyeceği şeyleri biliyorum çünkü.
Broadway'le Riverside Anayolu arasında, Manhattan'ın kuzeybatısındaki 116. Sokak'ta bulunan evim, ebediyete akıp gidiyormuş gibi sabırla Atlantik'e doğru akan haşmetli ve görünüşte sakin Hudson Nehri'ne sadece kısa bir yürüyüş mesafesinde. Mevlana bir şiirinde "Denizden gelen denize gider" der. Tarih ebedi bir bilgeliğin getirdiği sabra sahip; tıpkı iki memleketimin, geçmişimin ve bugünümün iki haşmetli nehri olan Karun ve Hudson gibi. Bu sabrı en iyi anlayan kişi de, İran'ın şimdiye kadar yetiştirdiği en bilgili tarihçi olan Ebu El Fazl Beyhakkı'dır (d. 1077): "Tarih düz bir yol izler," demiş Beyhakkı, "zira tarihte hakikati eksik sunmak, tahrif etmek, sulandırmak ya da hakikate hile karıştırmak doğru değildir." Nitekim tarih bizi unutmaz; tıpkı uzakta bir göl anısının derinliklerine usul usul çöken ağır ve sabırlı bir taş misali birleşerek farklılıklarını kucaklamak için en derin okyanuslara ayrı ama benzer yollardan ilerleyen Hudson ve Karun'un suskun kararlılığındaki gibi.
Notlar
(1) Bkz. Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfü Dicleli, İstanbul: Gün, 1999 ve Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, İstanbul: Okuyan Us, 2006. Yukarı
(2) Bkz. Azer Nefisi, Tahran'da "Lolita" Okumak, çev. Mefkure Balatlı, İstanbul: Agora, 2003 ve Kenneth Pollack, The Persian Puzzle: The Conflict Between Iran and America, New York: Random House, 2002. Yukarı
(3) Bkz. Kenneth Pollack, The Threatening Storm: The Case for Invading Iraq, New York: Random House, 2002. Yukarı
(4) Azer Nefisi'nin Tahran'da "Lolita" Okumak, kitabının yayımlanışı üç anlamda hedefine ulaşmıştır: (1) Bütün bir kültürün vahşi bir sömürgecilik tarihine yönelik devrimci direnişini sistematik ve bitmek bilmez biçimde lekelemiş; (2) yağmacı bir imparatorluğun kültürel mevzilerini göz göre göre güçlendirmiş; (3) ABD'deki gerici güçlere, yani haklarını arayan çeşitli yabancı cemaatlere topyekûn savaş açan güçlere malzeme sağlamıştır. Nefisi'nin Tahran'da "Lolita" Okumak'ına yönelik ayrıntılı eleştiriler için bkz. Negar Mottahedeh, "Off the Grid: Reading Iranian Memoirs in Our Time of Total War", MERIP, Eylül 2004 ile "Native Informers and the Making of the American Empire", Al-Ahram sayı 797, Haziran 1-7, 2006. Yukarı
(5) Bkz. Thomas Cushman (haz.), A Matter of Principle: Humanitarian Arguments for War in Iraq, Berkeley: University of California Press, 2005. Yukarı
(6) ABD'yi bir imparatorluk olarak tanımlamak bir avuç dolusu hain tarihçi ve gözlemci tarafından tertiplenen radikal ve solcu bir komplo değildir. Colossus: The Price of America's Empire (New York: Penguin Press, 2004) adlı kitabında ABD'yi bir imparatorluk sıfatıyla elinden gelenin en iyisini yaparak, saklandığı yerden çıkıp emperyal kibrini daha açıkça gösterme yönünde cesaretlendiren Niall Ferguson gibi sağ kanat müdafilerin yanı sıra, The Sorrows of Empire: Militarism, Secrecy, and the End of the Republic (New York: Henry Holt, 2004) adlı sıradışı eserin yazarı Chalmers Johnson gibi ana akımdan gözlemciler de aynı tespiti yapmaktadır. ABD emperyalizmine dair daha klasik tespitler için bkz. Kiernan, America: The New Imperialism – from White Settlement to World Hegemony, Londra ve New York: Verso, 2005. Yukarı