ISBN13 978-975-342-632-9
13x19,5 cm, 304 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, s. 13-21

Önerdiğim sadece meselelere bakmanın bir yolu, o kadar.

Erik Erikson, Çocukluk ve Toplum

Bu kitap bizim bireysel öznellik anlayışımıza bir katkı niteliğindedir. Şimdiki zamanın deneyimsel dolaysızlığı içinde, bilinçdışı kişisel anlamlar oluşturduğumuz indirgenemez bir psikolojik yaşam alanının var olduğunu savunmaktadır. Bu alanı en iyi, bilinçdışı fantazi, aktarım, yansıtma ve içe yansıtma gibi klinik kavramlardan yola çıkan psikanalitik anlayışlar betimler; bu kavramların tümü de duygulanımların veya coşkuların, içsel resim ve öykülerin kurulmasına yardımcı olduğunu ve ruhsal gerçekliği şekillendirdiğini varsayar. Psikanaliz her şeyden önce, klinik ortamda kişisel anlamın oluşumunu konu alan bir kuramdır. Bu ortam duyguların gücünü açığa çıkarır; etkili bilinçdışı içsel gerçekliklerin ve süreçlerin deneyimlerimizi hangi yollardan biçimlendirdiğini, canlandırdığını ve çarpıttığını, onlara nasıl anlam ve derinlik kazandırdığını aydınlatır. Psikanaliz bize belli konular, belli deneyimler ve belli insanlara karşı neden derin duygular beslediğimizi ve bu güçlü duyguların neden anlamlı bir yaşamın parçaları olduğunu açıklar.

Duyguların Gücü'nde metin boyunca iki önemli konu ve bunları bir araya getiren bir kuramsal tavır işleniyor. İlk olarak, deneyimlediğimiz biçimiyle anlamın, her zaman hem dıştan hem de içten geldiğini ileri süren bir anlam kuramı geliştiriyorum. Buna göre anlam, bir taraftan sosyo-kültürel ve tarihsel bağlamın, diğer taraftan kişisel psikodinamik ve psikobiyografik bağlamın girift bir karışımıdır. Bundan başka, belli psikanalitik yaklaşımlardan ve genel olarak klinik ortamdan yola çıkarak, kültürel olanla bireye özgü olanı üst üste getirdiği ve birleştirdiği için, deneyimlenen anlamın birey açısından belli karşılaşmalarda ve ruhsal anlarda konumlandığını ve ortaya çıktığını iddia ediyorum. Bazı anlam inşaları diğerlerinden daha geçerli olabilir; ama ne ruhiçi geçmiş ya da kişiler arası geçmiş, ne de kültürel anlamda verili olan, anlamı ve deneyimi şimdinin dolaysızlığı içinde tam olarak belirleyebilir.

İkincisi, kişisel anlamın dolaysız şimdide oluşumuyla ilgili bir kuram olarak psikanalize odaklanmam, genelde vaka inceleme yönteminin, özelde de klinik yöntemin karşı karşıya kaldığı gerilimle, doğrudan olmasa da tematik bir şekilde ilgilenmeme neden oluyor. Bağdaşmaz görünen yöntem ile kuramı nasıl uzlaştırabileceğimizi araştırıyorum: bir tarafta, tedavinin gelişiminde her bir ruhun, her bir yaşamöyküsünün ve her bir analitik çiftin ayrıntılarda gizli biricikliğini aydınlatmaya yönelen ve bunu yadsınamayacak bir şekilde belgeleyen "klinik yöntem", diğer tarafta ruhun tüm insanlarda nasıl işlediğini açıklayıp betimlediğini iddia eden "kuram". Başka bir deyişle, psikodinamik kuramlar ile sosyo-kültürel kuramlar da dahil insanın işleyişine dair tüm kuramlar, tanımları gereği genelleyici ve evrenselleştirici, yani insan olmanın özüne dair savlarda bulunurlar. Bu kuramların tümü değilse de birçoğu, tarihsel, etnografik, biyografik veya klinik nitelikteki özel vakaları da inceler. Bu gerilimin psikanalizde de olması, sorunlu bir kuramlaştırmaya yol açar ve psikanalize dışarıdan yöneltilen haklı eleştirilerin odak noktası olur – bu eleştiriyi getirenlerin bazıları kendi alanlarında benzer ve varlığı aynı şekilde kabul edilmeyen sorunlarla karşılaşıyor olsalar bile.(1) Ben burada, hem bireysel klinik biricikliği tanıyıp kabul edecek hem de psikolojik yaşama ve ruh ile kültür arasındaki ilişkilere dair genel savlarda bulunacak kuramsal bir kavrayış geliştirmeye çalışıyorum.

Metin boyunca, belirttiğim gerilimler ve çelişkiler karşısında "ya... ya da" yerine, "hem... hem de" odaklı bir kuramsal tutum benimsemeye yöneliyorum. Ben her zaman bir kuramsal sentezci olmuşumdur. Bu nedenle, bazı okurlar bu kitaptaki psikanalitik kuramlaştırmada Kleincı bir tat bulacaklarsa da –çünkü kişisel anlamı, içe ve dışa yansıtılan bilinçdışı fantaziye dayanarak ele alıyorum– aynı zamanda, psikanalitik kuramın elverişli göründüğü her alanda, özellikle Hans Loewald'dan yola çıkarak, özgürce dolaşıyorum. Kleincı kuramın, Bağımsız İngiliz nesne ilişkileri kuramının, Loewald, Erikson ve diğerlerinin genelde birbiriyle bağdaşmaz sayılmaları beni kaygılandırmıyor, tek kişilik ya da iki kişilik psikolojilerden yana veya onlara karşı keskin bir tavır takınmıyorum. Aynı şekilde toplumsal ve kültürel kuram konusunda, kitabın cinsiyet ile kültür hakkındaki bölümlerinde, birçok akademik sosyal bilim ve beşeri bilim alanında görülen (en son ifadesiyle de postyapısalcılık-postmodernizm tartışmalarında karşılaşılan) kültürel belirlenimciliklere epey eleştirel yaklaşıyorum. Sonuç bölümünde de, açıkça modern olan ruhsal bütünlük biçimlerini savunuyorum. Ama aynı zamanda, evrenselleştirici ve özcü, kuram-öncesi kültürel varsayımları benimsediği için, psikanalize de eleştirel bir tutumla yaklaşıyorum. Cinsiyet ile kültür hakkındaki bölümlerde, cinsiyet, kendilik ve kimliğin postyapısalcılık ve postmodernizmden açıkça etkilenmiş olan anlamlarının barındırdığı çeşitlilik, kısmilik, istikrarsızlık, gerilimler ve çelişkiler üzerine de kimi görüşler ileri sürüyorum.

Bazı özgül meselelere yaklaşımımda da "hem... hem de" odaklı tutumu benimsediğim görülecek. Örneğin ikinci bölümde, güncel aktarımların ve ruhsal gerçekliğin geçmişten geldiğini savunan görüşe meydan okuyorum, ama ruhsal gerçekliğin doğumdan itibaren oluşturulduğu, böylece geçmişin şimdiye dahil olduğu görüşünü koruyorum. Üçüncü ila yedinci bölümlerde, anlamın aynı anda hem kültürel hem de kişisel olduğunu iddia ediyorum. İkinci kısımda cinsiyetin bireysel olduğunu, ama çoğu insanın bu kişiye özel cinsiyete hayatiyet kazandırmak için kullandığı –kültür, anatomi ve içsel nesne ilişkilerini kapsayan– paylaşılan bileşenler de olduğunu öne sürüyorum. Üçüncü kısımda, kendiliğin ve duyguların inşası konusunda kültürel belirlenimci yaklaşımı benimseyen ya da betimledikleri duygu ve fantazilerin psikodinamiğini tam anlamayan antropologlarla tartışıyorum. Ama aynı zamanda kültürün danışma odasındaki yerinin tam anlamıyla farkına varamayan psikanalistlerle de tartışıyorum. Tüm bu görüşlerin ancak kısmen doğru olduğuna inanıyorum. Hem çocukluktaki psikolojik deneyim hem de kültürel belirlenimler, her zaman olumsal, tarihsel, bireysel ve yaşamöyküsel açıdan özgül olan psikolojik etkinliğin süzgecinden geçer ve bir anlamda kişisel olarak yaratılırlar.

"Hem... hem de" odaklı yaklaşımı (belki biraz daha tereddütlü bir şekilde) sürdürerek, diyebilirim ki ben hem akademisyenlere hem de psikanalistlere hitap eden bir kitap yazmaya çalıştım. Her iki grup da, diğer bölümlere göre kendi ilgi alanlarına daha uygun olan ya da zaten bildikleri savları yineleyen bazı bölümler olduğunu görecektir. Bu bağlamda, kitapta iki amaç güttüm: Şu anki psikanaliz ve insan ruhu anlayışımı açıkça ortaya koymak ve anlamın yalnızca sosyo-kültürel olduğunu düşünenlere yanıt vermek. İlk amacım nispeten yeni psikanalist kimliğim ve pratiğimden kaynaklanıyor; ikincisi ise asıl düşünsel yuvam diyebileceğim sosyal bilimler ve feminizm alanlarında hep taşıdığım kaygıları biraz daha geliştiriyor. Bu iki amacı, hem psikanalistlerle hem akademisyenlerle diyaloğa girerek gerçekleştirmeye çalıştım. Temel kaygılarım ve kuramsal duruşum her iki okur kitlesine de sesleniyor.

Akademisyenlerle olan diyaloğumun odağında, kişisel psikodinamik anlamların genelde kültür, dil veya söylem kadar anlamın temelini oluşturduğu ve duyguların gücüyle yaratılan kişisel anlamın insan yaşamının merkezi olduğu yönündeki iddialarım bulunuyor. Daha sonra, sosyal bilimler ve beşeri bilimlerdeki psikoloji karşıtı ya da psikolojik olanı görmezden gelen veya onun yolunu tıkayan çok sayıda akımla ve sosyal bilim alanında bireyselliğe duyulan ilgiyi eleştiren ve reddeden tutumlarla tartışıyorum. Öznelliğin dil ve kültür tarafından şekillendirildiği, belirlendiği ve kurulduğu ya da duyguların, kimliklerin ve kendiliğin kültürel olarak yapılandığı görüşüne karşı çıkıyorum. Öznellik aynı derecede iç deneyim tarafından da şekillenir ve kurulur. İç dünya ise verili ya da dışsal olanın doğrudan bir yansıması veya sonucu değildir. Ayrıca, psikanalistlerin yanı sıra psikanalizle ilgilenen –edebiyat araştırmacıları, psiko-tarihçiler, psiko-yaşamöykücüleri, antropologlar vb.– akademisyenlerin de, şimdiyi açıklamak için geçmişi kullanan veya evrensel psikoseksüel gelişim ve anlam yörüngeleri olduğunu varsayan geleneksel psikanalitik gelişim kuramlarına temkinli yaklaşmaları gerektiğini söylemek istiyorum. Psikanalistler için olduğu kadar akademisyenler için de, ruhsal anlamın aktarımsal, içe ve dışa yansıtılan şimdi ve buradalığına ve klinik ortama odaklanmak, psikanalizi, ayağı yere basan deneysel göndergelerden neredeyse uzaklaşmış, katıksız bir kuram olarak sunma eğilimindeki değerlendirmelerden daha doğru bir şekilde ortaya koyar. (Bu konuda, klinik bir kuram olan psikanaliz ile meta-psikoloji arasındaki farkları en özlü şekilde dile getiren George Klein'a [1973] minnettarım.)

Psikanalistlerle olan diyaloğum, klinik bireysellik ve genel kuram sorunları, evrenselleştirici eğilimler, şimdi ile geçmiş arasındaki ilişki ve kültürün üstünü örtme, onu görmezden gelme tavrı etrafında dönüyor – çünkü hem psikanalitik varsayımların altında kültürel varsayımlar yatar, hem de kültür ruhsal anlamın kurucu öğelerinden biridir. Umarım bu kitap, psikanalitik düşüncenin, "ruhsal gerçeklik" ile "dış gerçeklik" arasındaki o basit karşıtlıkların ötesine taşınmasına ve dış gerçeklik denen şeyin psikanalitik kavranışının karmaşıklaşıp derinleşmesine yardımcı olur. "Ruhsal" ve "dış" gerçekliğin her ikisi de karmaşıktır ve yaratılmıştır: Hiçbiri münhasıran ortaya konmuş veya belirlenmiş değildir; her biri diğerinin kurulmasına ve oluşturulmasına katkıda bulunur. Ayrıca, özellikle psikolojik antropoloji alanıyla son dönemlerde daha yakından tanışmış olmam nedeniyle, psikanalitik kuramın, epistemolojinin ve metodolojinin psikanalizi aynı soydan gelen sosyal bilimlere bağladığını öne sürüyorum. Psikanalizi, insanların insanları, çoğunlukla uygulayıcı ile incelenen kişi arasındaki etkileşimi kapsayan metodolojiler benimseyerek incelediği sosyal bilimlerden biri olarak düşünmemize elverecek dayanaklar bulunduğunu belirtiyorum. Bu dayanaklar, psikanalizin tıp, nörobiyoloji, doğa bilimi, felsefe veya "sanat" arasında bir yerlere konmasına yol açmış dayanaklar kadar sağlamdır en azından.

Duyguların Gücü, zihnimi sürekli meşgul etmiş mesele ve sorulara değiniyor; bu mesele ve soruların çocukluktan kalma bilinçdışı kökleri vardır kuşkusuz, ama ancak üniversiteye başlamamdan kısa bir süre sonra (kısmen de olsa) bilinçli bir ifade buldular. Bu meseleler iç ile dış, bireysel ile toplumsal, ruh ile kültür arasındaki ilişkilere, psikolojik olanın kültürel olanla veya kendiliğin dünyayla buluştuğu o noktaya dayanarak formüle edilebilir. Bu konulara dair bilinçli (bilinç öncesi) farkındalığımı, Erik Erikson'un Childhood and Society (Çocukluk ve Toplum), Ruth Benedict'in Patterns of Culture (Kültür Örüntüleri) ve Oscar Lewis'in Children of Sanchez (Sanchez'in Çocukları) adlı kitaplarını okumuş olmama bağlıyorum. Bu okumalar, üniversitedeki ilk yılımdan sonraki yaz edindiğim entelektüel bir perde anı oluşturuyor. Kitapların her biri sözünü ettiğim ilişkilere odaklanır; her biri iç ile dış arasında kendine bir yol açmaya çalışır; Erikson ve Lewis bize bireylerin kendi kültürel-psikolojik zaman ve uzamları içindeki canlı portrelerini sunar. Bu kitaplar benim için, süregelen bazı bilinçdışı zihinsel meşguliyetlerin ayrıntılarına inmeme yardımcı olan ve benimle işbirliği yapan yol açıcı nesneler (Bollas 1992) ya da kişisel simgeler (Obeyesekere 1981) haline gelmiş gibi görünüyor. Bollas'ın öne sürdüğü gibi bana "öz-deneyimimi ifade edebileceğim bir sözdizimi" (1992, 38) sağladılar. Benim için bu bilinçdışı meşguliyetler "çözümlenmiş değil" neyse ki (belki de); profesyonel hayatıma kişisel anlam bahşetmeyi sürdürüyorlar. Ne yazık ki birçok bilinçdışı meşguliyet gibi, benim saplantımın da tekrara ve zorlamaya dayalı bir yanı var. Bu durum da düşüncelerime bir kaygılanma niteliği kazandırıyor, çünkü burada kültürel ve kişisel anlamla ilgili olarak sormayı yıllar önce bilinçli olarak bıraktığım soruları gündeme getiriyorum: Kültürel anlamda belirlenimci olmayan, kişisel psikolojik deneyimin ve güdülenimin gücünü açıklayabilen bir kültürel psikoloji olabilir mi? Kültürü içine alan bir kişisel psikoloji olabilir mi? Hem kültürü hem de psikolojiyi kucaklayabilir misiniz, yoksa aralarında bir seçim mi yapmalısınız?

Bu meselelerle ilgili ilk bağımsız atılımım, üniversiteli bir an-

tropolog adayıyken psikolojik antropolojiye odaklanmak oldu. Sosyolojide yüksek lisans programındayken ve sonraki yıllar boyunca, ruh ve kültürle esasen feminizm üzerinden ilgilendim, gerçi bir feminist olarak psikanalizle, ebeveyn-çocuk ilişkileriyle ve psikolojik gelişimle ilgilenmeyi sürdürdüm, bu ilgi de kültür ve kişilik alanından getirdiğim meselelerle bağdaşıyordu. Fakat sosyal bilimler ve feminist kuram ruhu yalnızca kısa bir süreliğine ya da belli dönemlerde önemli görmüşlerdir. Belirlenen şey ruh bile olsa, kültürel, toplumsal ve siyasi belirlenimleri her zaman daha geçerli saymışlardır. Benim çalışmam da bu önyargıları ve tavırları, içe değil dışa doğru bir listelemeyi yansıtıyordu. Psikolojik antropoloji ve psikanalitik sosyoloji, kişisel deneyimin etkisini ve kişisel güdülenimin gücünü daha ayrıntılı olarak kuramlaştırmamı sağladı. Ama ben yapısal antropolojiyi tercih ederek psikolojik antropolojiyi geçici olarak reddettim; ilk feminist yazılarımda belirgin biçimde toplumsal belirlenimci bir hava vardır. (Gerçi bu durum, birçok feminist toplumbilimcinin ve başka feminist kuramcıların, bireyle ve ruhla "içeriden" ilgilenmemi eleştirmelerini ve reddetmelerini engellememiştir.)

Ancak, The Reproduction of Mothering'in (Anneliğin Yeniden Üretimi) ve konuyla ilgili başka yazılarımın yayımlanmasından sonra, bir feminist ve toplumbilimci olarak araştırmalarımı cinsiyet ile toplum arasındaki bağları kapsayacak şekilde genişletmek veya postyapısalcılık ve diğer kültürcü kuramları benimsemek yönünde değil, daha ziyade, klinik psikanalist olmak –ruh hakkında olabildiğince yoğun ve derin keşifler yapmak– yönünde ilerledim. Başka bir yerde (1989) "psikanaliz tutkusu" diye adlandırdığım bir tutkuya karşılık verdim ve dikkatimi yıllardır sadece psikanalitik dünyaya ve klinik anlayışa, dışarıdan çok içeriye verdim. Bu kitap sarkacın diğer yöne salınımını temsil ediyor; içten yine dışa doğru... Daha açık bir deyişle, kendimi, ikisinin birlikte var olduğu ve birinin diğeri olmadan düşünülemediği ya da tecrübe edilemediği en uç noktada konumlandırmayı deniyorum. Psikanalizi, tam da, bireyin aynı anda içeriye ve dışarıya nasıl aracılık ettiğini ve onları nasıl yarattığını ayrıntılarıyla anlatan kuram olarak yorumluyorum.

Duyguların Gücü, bu giriş bölümüne ek olarak üç kısım ve bir de sonuç bölümü içeriyor. Birinci kısım, psikanalizi, klinik ortamda ifade edilen ve oluşturulan bir kişisel anlam kuramı –duyguların gücüne ilişkin bir kuram– olarak gören bir okuma öne sürerek zemini hazırlıyor. Birinci bölüm, psikanalizin kilit kavramları olduklarını düşündüğüm kavramları ayrıntılı bir şekilde açıklıyor; kişisel anlamın aktarım, yansıtma, içe yansıtma ve fantazi aracılığıyla oluşturulması üzerinde duruyor. İkinci bölümde ise, bu değerlendirmenin gelişime ve ruhsal yaşamın şimdideki belirlenimlerine dair psikanalitik varsayımlar hakkındaki düşüncemiz açısından bazı içerimlerini ele alıyorum. İkinci kısımda bu okuma cinsiyet meseleleriyle ilişkilendiriliyor. Üçüncü bölümde, çağdaş feminizm bağlamında, cinsiyet inşasına yapılan karmaşık kişisel ve duygusal katkılar ile içeriden gelen bireysel öznellik ve kendi kendini yaratma veçhelerinin önemi tartışılıyor. Dördüncü bölüm odağı psikanalize kaydırıyor ve psikanalistlerin dikkatini, cinsiyetin anlamı ve klinik bireyselliği üzerindeki karmaşık kültürel katkılara çekiyor.

Üçüncü kısımda, ikinci kısımda ele alınan konular genişletilerek kültür ve ruhla ilgili düşüncelerin üstünde daha esaslı bir şekilde duruluyor. Beşinci bölümde de, benim çağdaş feminizm değerlendirmemle uyumlu olarak kendilik ve duygu antropolojisi değerlendiriliyor. Çağdaş feminizm çalışmalarında, fazla dışlayıcı bir kültürel belirlenimciliğin yanı sıra, kendiliklerin ve duyguların, psikanalizin tanımladığı indirgenemez psikodinamik süreçlerle içeriden hangi yollarla oluşturulduğunun anlaşılıp tanınması konusunda bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Altıncı bölümde, çağdaş psikanalitik antropolojinin, kuramlaştırma ve ruh-kültür ilişkisini etnografik ve aktarımsal bir şekilde açıklama yönünde, dolayısıyla hem ruhun hem de kültürün görüş açısında tutulduğu, hiçbirinin diğerine indirgenemediği, her ikisinin de birbirine geçmiş tek bir oluşum gibi işlediği bir perspektif oluşturma yönünde önemli gelişmeler kaydettiği belirtiliyor. Yedinci bölümde ruh-kültür merceği yeniden psikanalize çevrilerek psikanalitik kurama ve kültürün ruhtaki kurucu rolünün klinik açıdan kavranışına dair daha bütünlüklü bir değerlendirme savunuluyor ve bazı psikanalitik antropologlar gibi, bu amaç doğrultusunda adımlar atmış klinik tedavi uzmanlarına dikkat çekiliyor.

Son olarak, dördüncü kısımdaki sekizinci bölümde, birinci kısımda sözü edilen konulara dönülüyor, ama bu kez amaç, psikanalizin insan zihniyle ve insanın kendini gerçekleştirmesiyle ilgili bir "büyük kuram" olduğunu göstermek. Burada, psikanalistlerin radikal iddialarda bulunma konusunda hiç de anlamsız olmayan çekincesine yanıt vermeye çalıştım. Bu bölümde aynı zamanda, psikanalizdeki yöntem ve süreç takıntısına, psikanalizi bir sanat, felsefi antropoloji, etik, zihin, ahlak veya anlam kuramı olarak değil de, mümkün olduğunca nesnel savlara sahip bir doğa bilimi olarak görmeye yol açmış olan tarihsel örüntü ve akımlara tepkimi ortaya koydum. Genelde "büyük kuram" konusundaki çağdaş akademik şüpheciliğe, özelde de bölünmüş öznelliğe, kısmiliğe, parçalanmaya, yabancılaşmaya ve kendiliğin kültürel ve söylemsel inşalarına odaklanmayan öznellik kuramlarının akademisyenlerce reddedilişine yanıt vermeye çalıştım. Akademiler ne derse desin, öznellikle ilgili psikanalitik görüşler, hayatın anlamı, kendiliğin doğası ve başkalarıyla kurulan iyi ilişkilerin niteliği hakkında asırlardır yürütülen zihinsel çabanın parçasıdırlar.

Notlar:

(1). Robert Wallerstein, 1996 veya 1997'de yaptığımız kişisel bir görüşmede, klinik tekillikle genel kuram arasında keşfettiğim gerilimin özellikle Amerikan psikanalitik ben psikolojisi tarihinde şiddetlenmiş olabileceğini ve dolayısıyla bu keşfin, kısmen, psikanaliz eğitimimi Amerika'da almış olmamdan kaynaklanabileceğini belirtmişti. Heinz Hartmann ve takipçileri psikanalizin genel bir psikoloji olduğu konusunda bilhassa ısrarcı olmuşlardır ve yazılarına tek tek vaka örneklerini dahil etmeleri mümkün olmamıştır. En önemli istisna elbette Erikson'dur, ama onun ben psikolojisi Hartmann'ın ve Anna Freud'un ben psikolojik kuşağında hiçbir zaman tam olarak kabul görmemiştir. Buna karşılık, Kleincıların da evrenselleştirilmiş, genel bir kuramları olmasına rağmen, Kleincı yazılar başından beri kapsamlı, tekilleşmiş, benzersiz, çoğunlukla adları verilmiş çocukları ve yetişkinleri içeren vaka örnekleriyle dolu olmuştur. Freud'un tüm klasik vakalarının yapısal kuramın gelişiminden önce ortaya çıktığını da belirtmek gerekir. Muhtemelen bu dengesizlik Freud'un yaşlılığının ve hastalığının bir sonucuysa da, yapısal kuramın Freud'un önceki formülasyonlarına göre klinik tekillikten daha çok uzaklaşıp uzaklaşmadığı konusunda tartışmaya değer.Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X