1. Sav, s. 13-25.
Yirminci yüzyıl fiziğinin en belirleyici kavramsal olayı, dünyanın deterministik –belirlenimci– olmadığının keşfidir. Uzun süre metafiziğin kalesi olan nedensellik devrilmiş, ya da hiç olmazsa sarsılmıştı: Geçmiş gelecekte ne olacağını tam olarak belirleyemez. Bu olayın öncesinde dönüşüm daha kademeli bir biçimde gerçekleşiyordu. 19. yüzyılda, dünyanın düzenli olabileceği, ama gene de doğanın evrensel yasalarına tabi olmayabileceğini anlama imkânı doğdu. Şans için bir yer açılmıştı.
Belirlenimcilikteki bu aşınma, kimsede ani değişikliklere neden olmadı. Çok az insan olan bitenin farkına vardı. Daha kapsamlı başka bir şey vardı ve herkes de bunu öğrendi: İnsanların ve alışkanlıklarının sayımının yapılması. Toplum istatistiksel bir hale geldi. Doğa yasalarına benzeyen, ama insanlarla ilgili yeni bir yasa türü ortaya çıktı. Olasılık terimleriyle ifade edilen bu yeni yasalar, beraberlerinde normallik ve normdan sapma yananlamlarını getirdiler. Aydınlanma psikolojisinin baş kavramı, tek başına insan doğasıydı. On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde ise onun yerini farklı bir şey almıştı: normal insanlar.
Bu iki dönüşümün bağlantılı olduğunu savunuyorum. Anlatılacak olayların çoğu doğa bilimleri arenasında değil, toplumsal arenada gerçekleşmiştir, ama sonuçlar her ikisi açısından da çok önemliydi.
Akıl Çağı boyunca, şansın bayağı insanların boş inancı olduğu söylendi. Şans, boş inanç, bayağılık, akıldışılık, bunların hepsi aynı şeydi. Akılcı insan, gözlerini böyle şeylerden ayırabilir, kaosu sarsılmaz yasalarla örtebilirdi. Dünya gözümüze çoğu kez gelişigüzel görünebilirdi, ama bunun nedeni onun iç mekanizmasının kaçınılmaz işleyişini bilmiyor olmamızdı. Matematiğine şanslar öğretisi adı verilmiş olan olasılık ise, çok az şey bilen insanların kusurlu ama gerekli araçlarından ibaretti.
O günlerde belirlenimcilik hakkında kuşkuları olan birçok insan vardı: özgür irade için bir hareket alanına ihtiyaç duyanlar ya da organik ve canlı süreçlerin kendilerine has nitelikler taşıdığında ısrarcı olanlar. Bunlardan hiçbiri, şans yasalarının kesinlikle nedensel olan yasalara bir alternatif sunabileceğini bir an bile düşünmedi. Ama 1900 yılına gelindiğinde bu, birkaç maceraperest tarafından bir olgu gibi ortaya atılan, gerçek bir ihtimal haline gelmişti. Nihai belirlenemezcilik için artık sahne hazırdı. Peki bu nasıl oldu?
Meselenin, bilginin ya da yönetimin herhangi bir biçimde yozlaşmasıyla alakası yoktur. Belirlenimcilikteki aşınma, düzensizlik ve cehaletin bir yaratısı da değildi – tam tersi söz konusuydu. Soyarıtımı ve istatistiksel biyometri okulunun kurucusu Francis Galton 1889 yılında, ana olasılık yasası "en çılgınca karışıklığın ortasında, sükûnet ve tam bir gizlilikle hüküm sürmektedir," demişti.(1) Yüzyılın sonunda, şans bir Viktorya dönemi uşağının saygınlığına erişmişti; doğa bilimlerinin, biyolojinin ve sosyal bilimlerin sadık hizmetkârı olmaya hazırdı.
Görünüşte bir çelişki var gibidir: Belirlenemezcilik ne kadar fazla olursa, denetim de o kadar fazladır. Bu durum fiziksel bilimlerde çok açıktır. Kuantum fiziği doğanın eninde sonunda indirgenemez bir biçimde olasılıksal olduğunu sorgusuz sualsiz kabul eder. Doğaya müdahale etme ve akışını değiştirme yeteneğimizi ölçülemez derecede artıran, tam da bu keşif olmuştur. Bir an düşünüldüğünde benzer bir ifadenin insanlarla ilişkili olarak da kullanılabileceği anlaşılacaktır. Paralellik hayli erken fark edilmiştir. Nicel psikolojinin kurucularından Wilhelm Wundt, daha 1862'de şöyle yazıyordu: "Sevginin psikoloji yasalarına uyduğunu ilk gösteren istatistik olmuştur."(2)
Bu tür toplumsal ve kişisel yasalar olasılığın, şansın konusu olacaktı. Haliyle istatistiksel olan bu yasalar, gene de sarsılmaz nitelikteydi; kendi kendilerini düzenleyici bile olabiliyorlardı. İnsanlar, böyle yasaların merkezi eğilimine uydukları takdirde normaldi, uçlardakiler ise patolojikti. Çok azımız patolojik olmaktan hoşlandığımızdan "çoğumuz" kendimizi normal hale sokmaya çalışırız ve bu da normalin ne olduğunu etkiler. Oysa atomların böyle eğilimleri yoktur. Beşeri bilimler fizikte görülmeyen bir geri besleme etkisine sahiptir.
Anlatacağım dönüşümler, çok fazla şeyi kapsadığı için nadiren durup dikkat ettiğimiz bir olayla yakından ilişkilidir: matbu, basılı sayıların çığ gibi büyümesi. Ulus-devletler, tebaalarını durmadan sınıflandırmış, saymış ve çizelgelere yerleştirmiştir. Sayımlar, sadece hükümetin iki ana amacını gerçekleştirmek, yani vergi toplamak ve askere almak için yapılsa dahi, daima bir şekilde bizimle birlikte oldu. Napolyon döneminden önce resmi sayımların çoğunu yönetim dışında kimse öğrenemiyordu. Daha sonra büyük çapta basılıp yayımlandılar.
Sayısal veri hevesi ABD sayımlarında görülebilir. İlk Amerikan sayımında her hane halkına dört soru sorulmuştu. Onuncu on yıllık sayımda, farklı programlarda halka, firmalara, çiftliklere, hastanelere, kiliselere, vb. 13,010 soru soruldu. Bu 3,000 kat artış çarpıcıdır, ama basılı sayıların gerçek artış hızını büyük oranda küçük göstermektedir: 300,000 çok daha sağlıklı bir tahmin olacaktır.
Sayıların basımı yüzeyde görünen sonuçtu. Bunun altında yeni sınıflandırma ve sayma teknolojileri ile bu teknolojileri uygulamaya sokacak yetki ve sürekliliğe sahip yeni bürokrasiler yatıyordu. Bürokrasiler tarafından sunulan olguların birçoğunun daha önce varlığının bile söz konusu olmaması manidardır. İnsanların sayılabilmeleri için uygun bir şekilde içinde yer alabilecekleri kategoriler yaratılması zorunlu oldu. İnsanlar hakkında sistemli veri toplanması yalnızca toplumu kavrama biçimimizi etkilemekle kalmadı, komşumuzu tarif etme biçimimizi de etkiledi. Ne yapmayı yeğlediğimizi, kim olmaya çalıştığımızı ve kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü de derinden dönüştürdü. Marx resmi istatistiklerin ayrıntılarını, fabrika müfettişleri ve benzerlerinin raporlarını okumuştu. Şu sorulabilir: Sınıf bilinci üzerinde en çok kimin etkisi olmuştur; Marx'ın mı, yoksa insanların kendilerini içinde gördükleri sınıflandırmaları yaratan resmi raporları yazanların mı? İşte bunlar, "insanları tertiplemek" adını verdiğim konudaki sorulara örnektir. Elinizdeki kitapta bunlara yalnızca dolaylı bir şekilde değinilecektir.(3)
Basılı sayısal verilerin çığ gibi büyümesinin benim ana konum olan belirlenimciliğin aşınmasıyla ne ilgisi var? Buna dolaysız bir yanıt verilebilir. Belirlenimcilik şans yasalarınca devrilmiştir. Bu tür yasaların varlığına inanabilmek için, büyük nüfuslar hakkında yasa gibi işleyecek istatistiksel düzenliliklere ihtiyaç vardır. Yoksa evrensel nedenselliğe kafayı takmış olan bir uygarlık alternatif türden bir doğa ya da toplumsal davranış yasası fikrine nasıl ulaşabilirdi ki? Doğum ve ölüm verileri kadar şans oyunları da şans süreçleri için başlangıç örnekleri sağladılar. Söz konusu verilerin ve şans oyunlarının hepsi on yedinci yüzyılda matematiksel inceleme nesnesi oldu. Onlar olmasa, modern olasılık fikri gibi bir şeye sahip olamayacaktık. Ama bir belirlenimci açısından zarın düşmesinin ya da ruletin dönüşünün mekaniğin basit ve değişmez yasalarına bağlı olduğunu varsaymak kolaydır. Newton'cı bilimin –altta yatan nedenleri belirlemekte bir araç olmasının dışında– olasılığa ihtiyacı yoktu. Katı, indirgenemez olgular gibi duran istatistiksel yasalar ilk önce beşeri konularda görüldüyse de, ancak toplumsal fenomenlerin sayımı yapıldıktan, çizelgelere konulduktan ve kamuya açıklandıktan sonra bu yasaların farkına varıldı. On dokuzuncu yüzyılın başında basılı sayıların çığ gibi büyümesi de bu role çok büyük katkıda bulunmuştur.
Yakından incelediğimizde, hiçbir sayının amaca hizmet etmediğini görürüz. Yasaya benzeyen düzenliliklerin çoğu, ilk kez intihar, suç, serserilik, delilik, fahişelik, hastalık gibi sapmalarla bağlantılı olarak algılandı. Bu olgu öğreticidir. Bugün bilgi ve denetimi karar kuramı, yöneylem araştırması, risk analizi ve daha geniş ama pek o kadar kesinleştirilmemiş istatistiksel çıkarsama alanlarını çevreleyen tarafsız terimler olarak tarif etmek artık sıradan hale gelmiştir. Bu fikrin kökeninde, sapmış bir alt nüfusun sayım ve sınıflandırmayla düzeltilebileceği –denetlenebileceği– mevhumunun yattığını görmemiz gerek.
İstatistiksel yasaların yüzeye çıkabilmesi için düzenli bir şekilde sayısal veri toplamanın yeterli olmadığını da görmeliyiz. Yasaların başlangıçta verilerden yorumla çıkartılmaları gerekti. Sadece okumayla belirmiyorlardı. Bu kitap boyunca, sayısal verilere karşı Prusyalı (ve diğer Doğu Avrupalı) tavırlarla, Britanya, Fransa ve Batı Avrupa'nın diğer uluslarının tavırları arasında çok incelikli değilse de kullanışlı bir tezatlık kurdum. İstatistiksel yasalar, kişi ve devlet hakkında özgürlükçü, bireyci ve atomist anlayışın egemen olduğu Batı'daki toplumsal verilerde görülüyordu. Kolektivist ve bütüncü tavırların daha geçerli olduğu Doğu'da böyle bir şey olmamıştı. Nitekim tarif ettiğim dönüşümler, bireyin ne olduğu ve toplumun ne olduğu gibi soruların oluşturduğu daha geniş bir bağlamda anlaşılabilecektir sadece.
Matematiksel olasılık anlayışları hakkında çok az şey söyleyeceğim. Yine de, burada açıklanacak olaylar, olasılığı anlamak ve neden inanılmaz bir başarı öyküsüne dönüştüğü sorusunu yanıtlamak için gereken malzemeyi sunmaktadır. Peki, bu nasıl bir başarının öyküsüdür? Dörtlü bir başarıdır bu: metafizik, epistemolojik, mantıksal ve etik.
Metafizik, evrenin en âli hallerinin bilimidir. Bu alanda, kuantum mekaniğinin olasılıkları evrensel Kartezyen nedenselliği yerinden etmiştir.
Epistemoloji, bilgi ve inanışın kuramıdır. Günümüzde olasılıklara dayanarak kanıtları kullanıyor, verileri çözümlüyor, deneyler tasarlıyor ve inanılırlığı değerlendiriyoruz.
Mantık, çıkarsama ve savın kuramıdır. Bu amaçla saf matematik tarafından sağlanan aksiyomların tümdengelimli ve sık sık da totolojik çözümlerini kullanırız, ama aynı zamanda, uygulamaya dayalı işlerin çoğunda artık –kimi zaman hassasiyetle, kimi zaman tesadüfen– istatistiksel çıkarsama mantığını kullanıyoruz.
Etik, kısmen, ne yapılması gerektiğinin incelenmesidir. Olasılık değerler dayatamaz, ama artık resmi görevlilerce yapılan tüm akılcı tercihlerin temelinde o yatmaktadır. Hiçbir kamusal karar, risk çözümlemesi, çevresel etki ya da askeri strateji, olasılık terimleriyle desteklenmiş karar kuramı olmadan sürdürülemez. Kanaati bir nesnellik örtüsüyle örterek, yargının yerine hesaplamayı koyuyoruz.
O zaman, olasılık yirminci yüzyılın ilk yarısının felsefi başarı öyküsüdür. Felsefi başarı lafı bir akademisyenin abartısı gibi görünebilir. Öyleyse en dünyevi işlere bakalım. Olasılık ve istatistik üzerimize yığılmaktadır. Zevklerimizin ve kusurlarımızın istatistikleri amansızca çizelgelere dolduruluyor. Spor, seks, içki, uyuşturucu, gezi, uyku, arkadaşlar – hiçbir şey bundan kaçamıyor. ABD' de televizyonların en çok izlendiği saatlerde aleni şiddet eylemlerinden daha çok aleni olasılık ifadeleri yer alıyor (reklamları da sayıyorum). Ortak korkularımız durmaksızın olasılık terimleriyle tartışılıyor: nükleer patlama, kanser, gasp, deprem, nükleer kış, AIDS, küresel sera etkisi ihtimali, sırada ne var acaba? Olasılıkların ta kendisinden başka korkulacak bir şey yok (gibi gelebilir insana). Tehlike ihtimalleri ve olumsuzlukları düzeltme yöntemleri konusundaki bu takıntı doğrudan doğruya on dokuzuncu yüzyıl bilgi ve denetiminin unutulmuş yıllıklarından gelmektedir.
Bu olasılıklar emperyalizmi, yalnızca dünyanın kendisi de sayısal olursa hayata geçebilir. Doğanın nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda temelde nicel bir duygu edinmiş bulunuyoruz. Bunun kısmen basit nedenleri var. İnsanları sayıları değerlendirmek üzere eğittik. Yakın zamana kadar, küçük sayıları işleme becerisi bile çok az insanın tekelindeydi. Bugün sayabilirliği de en azından okuryazarlık kadar önemsiyoruz.
Ama sayılarla düşünme konusundaki eski anlayışla karşılaştırıldığında bile, önemli değişiklikler olmuştu. Galileo, Tanrı'nın dünyayı matematiğin dilinde yazdığını öğretiyordu. Bu dili okumayı öğrenebilmek için, hesaplamaya olduğu kadar ölçmeye de ihtiyacımız vardı. Gene de, ölçümler uzun süre esas olarak klasik astronomi, geometri, optik, müzik bilimleri ve bir de yeni doğan mekanikle sınırlı kalmıştı. T.S.Kuhn, putları kırarcasına, daha sonra kimya ve fizik diye adlandırılan "Bacon'cı" bilimlerde ölçümün pek de bir rol oynamadığını öne sürmüştür.(4) Ölçümün fizikteki yerini –ışığın, sesin, ısının, elektriğin, enerjinin, maddenin incelenmesi– on dokuzuncu yüzyılda aldığına dikkat çeker. Ölçüm uygulamasının tam anlamıyla yerleşmesi ancak 1840'ta gerçekleşmiştir. Zamanı gelince de ölçüm deneysel olarak yapılan tek şey haline gelmiştir.
Ölçüm ile olguculuk yakın akrabadır. Auguste Comte, tüm Avrupa dillerinde "pozitif" sözcüğünün iyi yananlamları olduğunu savunarak felsefesine "pozitivizm" (olguculuk) adını seçmişti. Comte'un felsefesi çok da başarılı olmadı, ama sözcük tuttu. Pozitif bilim, sayısal bilim anlamına geliyordu. Pozitif bilimlere istatistiksel bir bilimden daha uygun bir örnek düşünülemez – ironik bir durum, çünkü Comte kendisi salt istatistiksel araştırmaları küçümserdi.
Sayıların çığ gibi çoğalması, belirlenimciliğin aşınması ve normalliğin icadı Sanayi Devrimi'nin daha önemli konularının içine işlemiştir. Sayıların halk tarafından benimsenmesi ve ölçümlerde hassasiyet sağlama yolundaki mesleki tutku, aşina olduğumuz imalat, madencilik, ticaret, sağlık, demiryolları, savaş, imparatorluk temalarının güdümündeydi. Benzer şekilde, norm fikri de bu alanlarda kurallara bağlandı. Demiryolları zamanın denetlenmesini ve cep saatlerinin seri üretimini talep ettiği gibi, yalnızca hatların açıklığı gibi bariz konularda değil, bir trende arka arkaya dizilen vagonların tamponlarının yüksekliği gibi konularda da standartlar dayattı. Bu kitapta, sözünü ettiğim daha dar veçhelere eğilmek yalnızca bir tercihtir; kasıtlı olarak yapılmış, ama keyfi olmayan bir tercih. Projem felsefidir: İki alandaki kavramları bugünkü mevcut biçimleriyle örgütlememizi mümkün kılan koşulları anlamak istiyorum. Bunlardan biri fiziksel belirlenemezcilik alanı, diğeri ise toplumsal denetim amacıyla geliştirilen istatistiksel bilgi alanıdır.
Bu çalışma bir dizi daha genel felsefi temayı aydınlatmakta kullanılabilir. Bunlardan birinden yukarıda söz ettim: insanları tertipleme fikri. İddia ediyorum ki, sayıp dökme işlemi kategorilere ayırmayı gerektirir ve istatistiksel amaçlarla yeni insan sınıflarının tanımlanması, ötekileri nasıl kavradığımızı da, kendi imkân ve becerilerimiz hakkında neler düşündüğümüzü de etkiler.
Başka bir felsefi tema da akıl yürütmedir. Bilim üzerine düşünürken, T.S.Kuhn'un paradigmaları, Imre Lakatos'un araştırma programları ve Gerald Holton'ın temaları gibi bir dizi analitik kavrama aşina olduk. A.C.Crombie'nin izinden giderek, bir akıl yürütme tarzını kullanmayı uygun gördüm.(5) Crombie'nin aklında, a. matematiksel bilimlerdeki basit önerme ve tümdengelim, b. deneysel araştırma, c. modellerin analoji yoluyla farazi inşası, d. karşılaştırma ve taksonomi yoluyla çeşitliliklerin düzenlenmesi, e. topluluklardaki düzenliliklerin istatistiksel çözümlemesi ve f. genetik gelişmenin tarihsel olarak türetilmesi gibi kalıcı düşünme tarzları vardı.(6)
Bu tarzların her birinin kendi kaynakları ve temposu vardır. Bilginin genişlemesinde süreklilik olduğunu düşünenler, her tarzın kendi temposunda evrildiğini görür. Felaket kuramcıları ise sert başlangıçlar ve radikal mutasyonlar görür. Akıl yürütme tarzlarının bir araya gelişini görmek için bu uçlardan birine dogmatik bir bağlılık göstermeye gerek yok. Crombie'nin "Avrupa toplumunda bir araştırma zihniyetinin gelişmesi" olarak adlandırdığı şeye ikisi de katkıda bulunmuştur.
Benim konum, Crombie'nin ayırt ettiği altı tarzın en yenisi olan (e) topluluklardaki düzenliliklerin istatistiksel çözümlemesidir. Çeşitli ayırt edilebilir öncülere ve tahminlere karşın, olasılık fikrimiz ancak 1660 dolaylarında oluştu ve büyük istatistiksel düşünce hamlesi de on dokuzuncu yüzyıldan önce gerçekleşmedi. İstatistik örneği, bir akıl yürütme tarzının gelişmesinin yalnızca bir düşünce meselesi değil, aynı zamanda da bir eylem meselesi olduğunu açıkça ortaya koyar. Hiç de sorunlu gibi görünmeyen bir konu olan nüfusu ele alalım. Şu görüntüye alışmışızdır: Bir kentteki ya da ulustaki insan sayısı bellidir. Bu kesinlik açısından nüfus, bir odada öğle saatinde bulunan insanların sayısına benzer, ama bir ayaklanmadaki insan sayısı ya da geçen yıl dünyada yaşanan intihar vakaları sayısından farklıdır. Gelgelelim, "nüfus"un ne anlama geldiğini belirleyecek ve tanımlayacak kurumlar olmadan, bizatihi kesin nüfus mevhumu dahi pek bir anlam taşımaz. Aynı şekilde, hantal verilerden, şunun ya da bunun kaç adet olduğuna dair açık anlamı olan ifadelere geçilebilmesi için akıl yürütme tarzlarına ihtiyaç vardır. Bugün artık birçok profesyonel, temsili örneklemenin, kapsamlı bir nüfus sayımına kıyasla bir nüfus hakkında daha kesin bilgi sağladığına inanıyor. On dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmında bu düşünülemezdi bile.(7) Önce bizatihi temsili olma düşüncesinin ortaya çıkması gerekiyordu. Bunun için, veri toplama teknolojilerinin yanında düşünme tekniklerine de ihtiyaç vardı. Tüm bir bilimsel akıl yürütme tarzı evrim geçirmeliydi.
Akıl yürütme tarzının gelişmesi, bir toplumun ne olduğu hakkındaki daha geniş kapsamlı sorularla yakından ilişkiliydi ve bu yüzden de bizi Batılı cemaat/topluluk kavramının oluşumu hakkında spekülasyonlara ve tarihsel araştırmalara götürmektedir.(8) Ama aynı zamanda daha soyut analitik felsefeyi de davet eder, çünkü akıl yürütme tarzları ilginç bir şekilde kendi kendini onaylama özelliğine sahiptir. Bir önerme, ancak doğruluk değerinin saptanmasını sağlayacak bir akıl yürütme ve soruşturma tarzı varsa doğru ya da yanlış olarak değerlendirilebilir. Önermenin ne anlama geldiği, doğruluğunu belirleme tarzlarımıza bağlıdır. Bu masum gözlem, sinir bozucu bir şekilde döngüselliğin sınırında durur. Tarzı, önermenin doğruluğunu ortaya çıkarmanın en iyi yolu olması bakımından gerekçelendiremeyiz, çünkü önermenin anlamı da doğruluğunu belirleyen akıl yürütme tarzına bağlıdır. Görüldüğü kadarıyla bir düşünme tarzı, soruşturduğu şeyin anlamını belirleyecek statüye ulaştıktan sonra düpedüz yanlış olamaz. Böyle düşünceler, dünya çapında bağımsız bir doğru kıstası fikrini sorgulamayı gerektirir. Böylece, görünürde masum olan akıl yürütme tarzı mevhumu bizi derin sulara sürükleyebilir ki, bu noktada soyutlamaya balıklama dalmak yerine, örneklerin sığ sularından işe başlamak daha doğrudur. İstatistiksel düşüncenin gelişimi belki de elimizdeki en iyi örnektir, çünkü en yeni, en dayanıklı ve en yaygın olanıdır.
Tarihçiler buradan sonrasının tarih olmadığını hemen fark edecektir. Bilim tarihi ya da düşünce tarihiyle uğraşmaktan başka amaçlarla da geçmiş bilgilere ilgi gösterilebilir. Giriştiğim işin tarafsız bir izahı şöyle olabilir: toplumsal ve davranışsal bilimlerin, doğa bilimlerindeki nedensellik kavramı için de sonuçları olan, epistemolojik bir araştırması. Ben bundan daha beklenmedik bir tarifi yeğlerim. Bu kitap, bir felsefi analiz çalışmasıdır. Felsefi analiz, kavramların soruşturulmasıdır. Kavramlar bulundukları yerlerde sözcük olurlar. Bulundukları yerler de cümleler ve kurumlardır. Kurumlar hakkında çok az, cümleler ve nasıl düzenlendikleri hakkında da çok fazla şey söylemiş olmaktan üzüntü duyuyorum.
Peki ama hangi cümlelerden bahsediyorum? Yalnızca basılı cümleleri, yani söylenmiş olanın çok küçük bir kısmını kullanıyorum. Saygın bir istatistikçi olan I. J. Good, bir eleştirisinde, "olasılığın, ya da genelde bilimin gerçek tarihinin hiçbir zaman yazılamayacağına, çünkü birçok şeyin kaydedilmemiş sözlü iletişime dayandığına ve yazarların da genellikle kaynaklarını belirtmediklerine" dikkat çekmiştir.(9) Gerçek bir bilim tarihçisi ikinci sorunu pekâlâ çözebilir, ama birinciyi çözemez. Yine de, Viktorya çağından kalma defter, mektup ve benzeri malzemelere başvurarak birinci sorun konusunda bir ilerleme sağlamak mümkün. Ben bu yolu izlemiyorum, çünkü kavramların kamusal yaşamlarıyla ve nasıl saygınlık kazandıklarıyla ilgileniyorum. Benim verilerim yayımlanmış cümleler.
İyi ama hangi sözleri aldım? Birçok önemli sözü atladım, çünkü her şeyi birden yapmaya imkân yok. Örneğin Malthus ve Mendel'i, A.A.Cournot, Gustav Fechner, Florence Nightingale ve şansın terbiye edilmesine mütevazı katkılarda bulunmuş birçok kişiyi dışarıda bıraktım. Çok güzel: Ama istatistiksel mekanik şans ve olasılığın yalnızca fizikte değil, aynı zamanda metafizikte de yayılımı açısından çok önemli olmasına karşın, Maxwell, Bolzmann ya da Gibbs hakkında da bir şey söylemiyorum. Evrimsel kuramsallaştırmanın şansı biyolojiye sokmuş olmasına karşın, Charles Darwin hakkında da bir şey söylemiyorum. Şansın terbiye edilmesinin izahına dahil ettiğim rakamların ve resmi istatistiklerin aynılarını kullanarak sağlam bir zorunluluk inşa eden Karl Marx hakkında da bir şey söylemiyorum.
Bu kişiler hakkındaki suskunluğumun, sağlamlığı tartışma götürmez nedenleri var. Yaşamlarını bunlardan herhangi birinin incelenmesine adamış olan tek tek araştırmacılar ya da araştırmacı grupları mevcut. Burada onlardan kısaca bahsetmek, onlara yalnızca bir bölüm ayırmak çılgınlık olur. Ama dilimi tutmamın nedeni ihtiyatlılık ve saygı olduğu kadar, yöntemdir de. Kavramlardaki ve akıl yürütme tarzlarındaki dönüşümler, tek tek bireylerin müdahalesiyle değil, sayısız damlanın birikimiyle gerçekleşir. Marx, Darwin ve Maxwell, bulunacak bir şeylerin olduğu bir mekânda çalıştılar. Yani bu mekânda doğruluk ya da yanlışlıkla ilgili imkânlar halihazırda formüle edilebilir durumdaydı. Bu kitap işte o mekân hakkındadır. Bu nedenle, her ne kadar birçok cümle bu kitapta yinelenmişse de, bunlar kahramanların sözleri değil, zamanında orta derecede dikkat çekmiş kişilerin sözleri, yaşamlarımızın daha şahsi olmayan kısımlarının malzemesidir.
Cümleler iki anlamda güçlüdür. Ebedidirler ve belli bir anda söylenmişlerdir. Anonimdirler, ama gene de etten-kemikten çıkarlar. Bu iki olguya yanıt vermeye çalıştım. Bir yandan, cümlelere sadece maddi nesneler, yazılar olarak bakıyorum. Ama bununla kalmak beyhude soyutlamalara gömülmek anlamına gelir. Bu durumu dengeleyebilmek için, her bölümün başına, konuşmacı için önemli olan bir günde bu sözcüklerin sarf edildiğini ya da sarf edildiğinin söylendiğini anımsatmak üzere, tarihler koydum. Bir yıldızla işaretlediğim dipnotlar, daha ciddi bir havası olan metinde yer alması uygun olmayacak anekdotlardır.* Bu notlar konuşmacıların kim olduğu konusunda küçük ipuçları veriyor. Ama dipnotlarda çok az kişisel şey var. Bunlar bireylere genellikle bir memurun, kamuya mal olmuş yazarın hitap ettiği gibi hitap ediyor, hatta davranışı bize garip bile gelebilir.
Nitekim her ne kadar birçok bölüm belli bir karakter ya da metin etrafında dönüyorsa da, bunun nedeni Salomon Neumann,
A.-M. Guerry ya da John Finlaison'un "önemli" olmaları değildir. Bunlar belli bir cümle bileşimi için uygun ve örnek olacak kerterizler oluştururlar. Frederic Le Play'nin 16. Bölümün konusu olan istatistik-karşıtı yöntemini kullanıyorum. Onun Hartz dağlarının yazılı muadili içinde bıkıp usanmadan dolaştıktan sonra, bir konuşmacının en iyisi olduğunu düşündüğüm örneğini alıyorum. Ben de Le Play gibi, yazıma birkaç hikâye ekledim, ama benim kullandığım kişiler, o kadar kapsamlı olmasalar da, bir anlamda onun ev bütçeleri gibidir.
Bu bölümler arasında bir tek istisna vardır. Son bölüm öbürlerinin iki katı kadar uzundur ve bir tek yazarın, C.S.Peirce'in bir tek yönünün eksiksiz bir izahını verir. Peirce, mutlak bir indirgenemez şans evrenine gerçekten inanıyordu. Onun sözleri bu kitabı bitirmek için çok uygundur, çünkü o yazdığı için bu düşünce mümkün oldu. Ama benim iddiama göre bu düşünceyi mümkün kılan, Peirce'in olasılık ve istatistiğin nüfuz ettiği bir yaşam sürdürmesi, bu nedenle de onun şans anlayışının garip bir şekilde kaçınılmaz olmasıdır. Peirce yirminci yüzyıla yetişmişti. Olasılığın Ortaya Çıkışı'nda Leibniz'i kullandığım gibi, burada da Peirce'i felsefi bir tanık olarak kullandım.(10) Ama Leibniz orada açıkladığım dönüşümün, yani olasılığın 1660'lar ve hemen sonrasında ortaya çıkışının tanıklarından biriydi. Burada ise Peirce, kendisinin olgunlaştığı sıralarda olup bitmiş olan bir şeyin tanığıdır. Bu nedenle, Peirce son bölümün konusudur, halbuki Leibniz'in adı Olasılığın Ortaya Çıkışı'nın her yerinde geçer.
Her iki kitapta başka filozofların da adının geçmesine karşın, yalnızca Leibniz ve Peirce önemli bir rol oynamaktadır. Ama bu iki çalışmanın yapısı başka açılardan farklıdır. Olasılığın Ortaya Çıkışı kitabım, çabucak gerçekleşen radikal bir mutasyondan söz eder. Kuşkusuz, Sandy Zabell ve Daniel Garber'ın da örnek olacak bir şekilde gösterdikleri gibi, kitap çeşitli türden öncüleri küçümsemiştir.(11) Gelgelelim, benim o çalışmadaki merkezi iddiam, felsefi olasılık anlayışımızın büyük bir kısmının, hemen öncesindeki Rönesans anlayışlarını takip eden geçişin doğası tarafından oluşturulduğudur. Metodolojiye dair izahlar başka yerde verilmiştir.(12) Şansın Terbiye Edilişi, tersine, kademeli bir değişmeden söz eder. Doğa benzetmeleri de buradan çıkar, çığ gibi büyüme, ama aynı zamanda da aşınma.
Yaptığım yeğlemeler ve göz ardı etmeler –uzun uzun Peirce' den söz etmem ve diğer filozofları göz ardı etmem gibi– kasıtlıdır. Ama tembellik ve kısmet de üzerlerine düşen rolü oynadılar. Ben çalışmaya başladığımda el altında pek fazla ikincil kaynak yoktu, ama şimdi çok var. Özellikle dostlarım Lorraine Daston, Ted Porter ve Stephen Stigler tarafından yazılan yeni kitaplar ve William Coleman ile Donald MacKenzie'nin daha eski kitapları beni memnun ediyor. Hepimiz Lorenz Krüger'in ilham verdiği ve önderlik ettiği ortak çalışmaya katıldık. Bu grubun ortak eseri de yayımlandı. Bu nedenle, benimkiyle çakışan pek çok konuda bir sürü parlak ve genellikle de eksiksiz çalışma var artık.(13) Bunlar birçok konuyu incelememi gereksiz kıldı. Ayrıca, özgül tarihlerin yanında, bu ortak çalışmanın yeterince aydınlattığını düşündüğümden üzerinde fazla durmadığım çok genel bazı noktalar da var. Örneğin, kullandığım doğa eğretilemeleri, belirlenimciliğin aşınmasının farklı zeminlerde farklı oranlarda gerçekleşmesi bakımından da faydalıdır. Disiplinlerin en az belirlenimci olanının, belirlenemezciliğe en fazla direnci göstermesi şaşırtıcı değildir; iktisat bunun tipik bir örneğidir. Bu olgu araştırma grubunun tekil çalışmalarında ortaya çıkmıştır ve sonuçlarının yakın tarihli bir özetinde bir kez daha altı çizilmiştir.(14)
Yalnızca dokunduğum ya da tamamen kaçındığım başka daha özgül konulardan söz etmiştim: insanların tertiplenmesi, akıl yürütme tarzları, büyük bilimciler, filozoflar; matematiksel olasılık. Daha göze çarpan bir ihmalim de var. Şansın terbiye edilmesi üzerine yazıyorum, yani görünürde şansa bağlı veya düzensiz olayların doğal ya da toplumsal yasalara nasıl bağlandığından söz ediyorum. Dünya şansa daha fazla değil, çok daha az bağlı bir hale gelmiştir. Bir zamanlar ayaktakımının boş inancı olan şans, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin merkezi unsuru haline gelmiştir, daha doğrusu kibar ve akılcı insanlar böyle düşünmeye itilmiştir. Ama şans nasıl terbiye edilebilir ki? Şansın zikrettiğim biçimde terbiye edilmesine paralel olarak, kendi kendisinin bilincinde olan bir saf düzensizlik anlayışı ortaya çıkmıştır. Akıl Çağı'nın dışarıda bıraktığı şans türlerinden bile daha çılgınca bir şeydi bu. Kısmen eski ve işlevini yitirmiş bir şeyi anımsatıyordu. Aynı zamanda geleceğe, yeni ve genellikle aşağıda ele aldığım kişilerinkinden daha karanlık görüşlere dönüktü. Bu anlayışın en tutkulu sözcüsü Nietzsche'dir. En ince ve çok katmanlı ifadesi de Mallarmé'nin "Un coup de dés" (Bir zar atımı) şiiridir.(15) Sözcükleri basılmış olmaktan ziyade sergilenmiş olan bu grafik eser, "şansı HİÇBİR ZAMAN sıfırlayamayacağımızı" ifade ederek başlar. İmgeler bir deniz kazasıyla, bir dümencinin kesin matematiksel seyrüseferinin bir işe yaramamasıyla ilgilidir. Ama son sayfada, ortasında "takımyıldız" yazılı bir gökyüzü imgesi bulunur. Son sözlerse, Une pensée émet un coup de dés (Bir düşünce, bir zar atımı doğurur) şeklindedir; şiirin kendisinden söz eden ve her ne kadar şansı terbiye etmeyi tahayyül etmese de, onu aşmaya çalışan sözcükler.
Notlar
(1) F. Galton, Natural Inheritance, Londra, 1889, s. 66. Yukarı
(2) W. Wundt, Beiträge zur Theorie der Sinneswahrnehmung, Berlin, 1862, s. xxvi. Yukarı
(3) Bunu ele almaya, "Making up People", Reconstructing Individualism içinde, haz. T. Heller ve diğ., Stanford, 1986, s. 222-36'da başlamıştım. Aynı zamanda bkz. benim makalem: "Biopower and the Avalanche of Printed Numbers", Humanities in Society 5, 1982, s. 279-95. Başka bir perspektiften çok daha ayrıntılı bir çalışma için bkz. Alain Desrosières ve Laurent Thevenot, Les Catégories socioprofessionelles, Paris, 1988; S. R. S. Szreter, "The Genesis of the Registrar-General's Social Classification of Occupations", The British Journal of Sociology 35, 1986, s. 522-45. Yukarı
(4) T. S. Kuhn, "The Function of Measurement in Modern Physical Science", 1961, The Essential Tension içinde, Chicago, 1977, s. 220. Yukarı
(5) Ian Hacking, "Styles of Reasoning", Postanalytic Philosophy içinde, haz. J. Rajchman ve C. West, New York, 1985, s. 145-64; bu, "Language, Truth and Reason" adlı makalenin genişletilmiş bir versiyonudur, Rationality and Relativism içinde, haz. M. Hollis ve S. Lukes, Oxford, 1983, s. 48-66. 1980 yılında, A. C. Crombie'nin Styles of Scientific Thinking in the European Tradition adlı çalışmasının taslağını okudum ve o zamandan beri de buna göndermede bulunurum. Yayımlanmış halini de yakında görmeyi umuyorum. (Londra, 1995. e.n.) Yukarı
(6) Bu liste, A. C. Crombie, "Philosophical Presuppositions and Shifting Interpretations of Galileo"dan alınmadır, Theory Change, Ancient Axiomatics and Galileo's Methodology içinde, haz. J. Hintikka ve diğ., Dordrecht, 1981, s. 284. Yukarı
(7) William H. Kruskal ve Frederick Mosteller, "Representative Sampling. I. Non-scientific Literature", International Statistical Review 47, 1979, s. 13-24; "II. Scientific Literature, Excluding Statistics", a.g.e., s. 111-27; "III. The Current Statistical Literature", a.g.e., sayı 48, 1980, s. 169-95. Yukarı
(8) Alain Desrosières, "The Part in Relation to the Whole: How to Generalize? The Prehistory of Representative Sampling", The Social Survey in Historical Perspective içinde, haz. M. Bulmer ve diğ., Cambridge, 1989. Yukarı
(9) I. J. Good, "Changing Concepts of Chance", The Probabilistic Revolution haz. L. Krüger ve diğ., 2 Cilt, Cambridge, Mass., 1987 hakkındaki eleştirisi, Nature 332, 1988, s. 406. Yukarı
(10) Ian Hacking, The Emergence of Probability, Cambridge, 1975. "Hume dediğimiz kişi" o kitabın son bölümünün konusuydu, ama oynadığı rol, Peirce'in bu kitapta oynadığından tamamen farklıydı. O zaman tanığım Leibniz'di, şimdi de tanığım Peirce. Yukarı
(11) D. Garber ve S. Zabell, "On the Emergence of Probability", Archive for History of Exact Sciences 21, 1979, s. 33-53. Aynı zamanda, bkz. Daston, Classical Probability (aşağıda, not 13). Yukarı
(12) Ian Hacking, "From the Emergence of Probability to the Erosion of Determinism"de (Probability, Thermodynamics and the History of Science içinde, haz. Hintikka ve diğ., Dordrecht, 1981, s. 105-23) Michel Foucault'ya olan ve Olasılığın Ortaya Çıkışı içinde açıkça ifade edilen borcumun altı çizilmiştir. Foucault'nun daha sonraki çalışmalarına olan borcum bu kitapta da açıkça görülmektedir. Philosophy in its Context haz. R. Rorty, J. Schneewind ve Q. Skinner, Cambridge, 1984 içindeki "Five Parables"ın üçüncü kısmı (s. 103-24) Olasılığın Ortaya Çıkışı'nın genel programını ortaya koyar. New Literary History içindeki (1990'da çıkacak) "Two Ways for the Philosopher to Use the History of Knowledge" bir dereceye kadar aynı işi bu kitap için yapar. Daha önceki, nispeten sert bir ifade için bkz. "How should we do the History of Statistics?" I&C 8, 1981, s. 15-26. Yukarı
(13) William Coleman, Death as a Social Disease, Madison, Wis., 1981; Lorraine Daston, Classical Probability in the Enlightenment, Princeton, 1988; L. Krüger ve diğ., The Probabilistic Revolution; Donald MacKenzie, Statistics in Britain, 1865-1930: The Social Construction of Scientific Knowledge, Edinburgh, 1981; Theodore M. Porter, The Rise of Statistical Thinking 1820-1900, Princeton, 1986; Stephen M. Stigler, The History of Statistics: The Measurement of Uncertainty before 1900, Cambridge, Mass., 1986. Yukarı
(14) Gerd Gigerenzer ve diğ. (haz.), The Empire of Chance: How Probability Changed Science and Everyday Life, Cambridge, 1989. Yukarı
(15) Mallarmé'nin Un Coup de dés jamais n'abolira le hasard'ı 1897'de Cosmopolis'de yayımlanmıştır, ama tipografi talimatlarına 1926 tarihli bir basıma kadar uyulmamıştır. Benim kullandığım çeviri, Brian Coffley (çev.), Dice Thrown Never Will Annul Chance, Dublin, 1965. Yukarı