Sunuş, “Emperyalizme Çelme Taktığımız Gün”, s. 7-9
1 Mart 2003 tarihinde Londra'da Uluslararası Savaş Karşıtları Buluşması gerçekleşiyordu. Amerika'nın Irak'a saldırısı gün gün yaklaşırken, uluslararası hareketin temsilcileri savaşı engellemek için neler yapılabileceğini, savaş çıkarsa neler yapılacağını tartışmak için bir araya gelmişti. Aynı saatlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi de, kâğıt üzerindeki yasal/diplomatik kelimeler ne olursa olsun, özü itibariyle Amerika'nın Irak'a saldırmak için Türkiye topraklarını kullanıp kullanamayacağı anlamına gelen tezkereyi tartışıyordu. Ve yine aynı saatlerde, Türkiye savaş karşıtı hareketi Meclis önünde 100.000 kişilik bir gösteri yapıyor, tezkerenin kabul edilmemesini sağlamaya çalışıyordu.
Londra'daki toplantıda Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nu temsilen bulunan Yıldız Önen, Vecdi Sayar ve Haydar İlker bir yandan tartışmalara katılıyor, bir yandan Ankara'dan haber bekliyordu. Nihayet haber geldi: Tezkere kabul edilmişti. Toplantının bitiminde delegelerden bir kısmı yakında bir yerde yemeğe gitti. Yemek yenirken, cep telefonunu cevaplayan İspanyol bir delege ansızın çığlık atmaya başladı. Hayır, tezkere kabul edilmemişti! Ankara'dan değil Madrid'den gelen haber üzerine, tüm delegeler kalkıp birer birer Önen, Sayar ve İlker'le öpüştüler! Benzer sahneler Türkiye'nin ve dünyanın çok çeşitli köşelerinde yaşanmıştır kuşkusuz.
Tam iki yıl sonra, 21 Mart 2005'te, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld "Sizce savaşın en büyük hatası neydi?" sorusuna ABC televizyonunda şu cevabı verdi:
Dördüncü Piyade Birliğinin Irak'a Türkiye'den girmesini sağlayabilmiş olsaydık... bence çok daha az sayıda Baas taraftarı ve rejim yandaşı unsur kaçmayı becerebilecekti. Ve bunun sonucunda direniş bugün olduğundan daha düşük yoğunluklu olacaktı.
Ertesi günkü Los Angeles Times gazetesinin haberine göre,
Rumsfeld, ABD'nin bugün karşılaştığı direnişin suçlusu olarak Irak'ı Türkiye üzerinden işgal etme izninin alınamamış olmasını görüyor... İşgalin ikinci yıldönümü vesilesiyle yaptığı televizyon söyleşisinde, Rumsfeld ülkenin kuzeyindeki Irak askeri ve istihbarat güçlerinin yeraltına çekilerek direnişi oluşturabildiklerini belirtti... Irak savaşının öncesinde, Türkiye topraklarının işgalin üslerinden biri olarak kullanılmasına izin verilmesi için Washington Ankara'ya siyasi ve ekonomik yardımlar sunmayı önerdi. Ancak ülkede kamuoyunun yüzde 90'ının savaşa karşı olduğu bir durumda, Türkiye parlamentosu başbakanın önergesini kabul etmedi ve Amerikan asker ve silahlarının Irak'a Türkiye üzerinden geçmesine izin vermeyi reddetti. Dördüncü Piyade Birliği yeniden konuşlandırıldı ve Irak'a Küveyt üzerinden girdi.
Rumsfeld'in Irak'taki tüm direnişi Saddam yandaşı olarak karalama çabasını bir kenara bırakalım – Amerika dışında buna inanan kimse kalmamıştır artık herhalde. Ama dünyanın her yanında, Türkiye'deki savaş karşıtı hareketin
1 Mart günü Amerikan emperyalizmine önemli bir çelme taktığını bilenler var. Sadece Londra toplantısında Türkiye delegasyonuyla öpüşenler değil. Tezkerenin reddinin ikinci yıldönümünde, hem bunu kutlamak, hem de Bush ile Condoleeza Rice'ın Suriye'yi hedef göstermesini protesto etmek için Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu ile Doğu Konferansı'nın düzenlediği Şam yolculuğunda karşılaştığımız hemen herkes de biliyordu. Çünkü 1 Mart dünya savaş karşıtı hareketinin belki de o güne kadar kazandığı en somut zaferdi.
1 Mart gösterisinin ve öncesindeki aylarda Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar yayılan Irak'ta Savaşa Hayır kampanyasının önemi sadece tezkereyi engellemekte oynadığı rol değildi. Türkiye'de muhalefet hareketlerinin uzun vadeli geleceği açısından belki de daha önemli özellikleri vardı bu sürecin.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri yapmak istediklerini yaparlar. Üstelik bu istediklerinin yapılmasını Amerika Birleşik Devletleri hükümeti de istiyor ve yapılması için baskı uyguluyor ve rüşvet veriyorsa, kesinlikle yaparlar. Kimin ne düşündüğü, halkın bunu isteyip istemediği önemli değildir; ancak seçimler yaklaşıyorsa belki ikincil bir unsur olarak hesaba katılır, o kadar. Egemenler istediklerini yapar, böyle gelmiş böyle gider, "Biz ne yapabiliriz ki?" Yapabilirmişiz işte! Tezkerenin reddi her şeyden önce bunu gösterdi.
İkincisi, nasıl yapabileceğimizi gösterdi. Kapsayıcı, sınırsız, katılanlardan (savaş karşıtlığı dışında) hiçbir talepte bulunmayan, bu sayede her zamanki bildik muhalif grupların fersah fersah ötesine geçen, tüm savaş karşıtlarına (yani toplumun büyük çoğunluğuna) ses çıkarabilmek ve savaş karşıtlıklarını ifade edebilmek için bir araç sunan devasa bir kampanya inşa ettik. "Biz ne yapabiliriz ki?" diye düşünenleri, yapılabilecek bir şeyler, yapabilecekleri bir şeyler olduğuna ikna eden, yapabilmelerini sağlayan bir kampanya oluşturduk. İki temel koşulu vardı bunun: Sosyalist bir kampanya değil, savaş karşıtı bir kampanya olmalıydı, çünkü nüfusun çoğunluğunun sosyalist olmadığı, kızıl bayraklar altında yürümeyeceği açıktı; ve her konuda değil, sadece savaş karşıtlığı konusunda örgütlenen bir kampanya olmalıydı, çünkü konular çoğaldıkça katılımın azalacağı açıktı. Bu koşulları gerçekleştirebildiğimiz içindir ki kitlesel bir kampanya yaratabildik. Kitlesel olmayan bir kampanyanın ne faydası vardır ki? Başarı şansı ne olabilir ki?
Üçüncüsü, Irak'ta Savaşa Hayır kampanyası uluslararası hareketin gücünü, uluslararası hareketin bir parçası olmanın ve dünyaya bir bütün olarak bakmanın önemini gösterdi. Evet, kampanyayı Türkiye'de inşa ettik, ama 15 Şubat olmasaydı, o gün dünyada 30-40 milyon insan savaşa karşı sokaklara dökülmeseydi, 1 Mart da olmayabilirdi, tezkere reddedilmeyebilirdi. Biz 15 Şubat'ta dünyadan güç ve moral aldık, dünya da 1 Mart'ta bizden. Bugün hâlâ yurtsever cepheler inşa etmeye çalışanlar, özelleştirme siyasetlerine karşı durmanın yolunu küresel bir mücadelede değil, vatan topraklarını korumakta bulanlar, tüm dünyada savaş ve neoliberalizm karşıtları temmuz ayında İskoçya'da G8 toplantısını protesto etmek için Edinburgh'a gitmeye hazırlanırken hâlâ misak-ı milli sınırlarının ötesini göremeyenlere bol şanslar. Bütün dünya gider Mersin'e, onlar gider tersine!
Onlar bağımsız Türkiye hayalleri kurarken, 2003 yılının kış ve bahar aylarında Türkiye'de ve dünyada savaş karşıtları, tümüyle birbirlerine bağımlı olarak, emperyalizme çelme taktılar. 15 Şubat ve 1 Mart, Donald Rumsfeld'in çok iyi anladığı gibi, bir anlamda Irak direnişinin başlangıcı oldu. Savaş karşıtı hareket ve Irak direnişi, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl planlarını daha ilk adımda çıkmaza soktu, bundan sonraki adımları yokuşa sürdü. Yüzyılımızın tarihini etkilemiş olduğumuzu bundan sonraki yıllarda daha açıkça göreceğiz.
"Tarih yapmak" böyle matrak bir şey işte. Yaparken, yaptığının bilincinde bile olmuyor insan. Ve zaten tarihi bizlerin değil, "büyük" insanların yaptığı anlatıldığı için her zaman, yapabileceğimizi düşünmek bile zor geliyor, fazla iddialı geliyor hepimize. Tek gözlü evinin kirasını zor ödeyen bir işçi, ana dili Türkçe olmayan çocukların ilgisini çekmekte zorlanan bir ilkokul öğretmeni, ertesi hafta pek de hazır olmadığı bir sınava girecek olan bir üniversite öğrencisi, kocasının sözünden zor çıkan bir ev kadını, o güne kadar "toplum" ile, "tarih" ile ilgili tek bir soyutlama yapmaya zaman bile bulamamış nice insan: Bir soran olsa, "Biz kim, tarih yapmak kim!" diyeceğizdir elbet. Oysa bizim yaptıklarımızdan, yaşadıklarımızdan ibarettir zaten tarih. Yapan da biziz tarihi, değiştiren de. 1 Mart 2003 günü olduğu gibi. Bu kitapta okuyacağınız gibi.