Françoise Riviêre, Kabul konuşması, s. 11-13
Sayın başkan, sayın bakan, bayanlar baylar, değerli arkadaşlar.
Konumuz "Barışı tahayyül etmek". UNESCO tarafından büyük önem taşıyan böyle bir temaya ayrılmasını uygun gördüğünüz Evrensel Kültürler Akademisi'nin 6. Forumu dolayısıyla sizleri burada, UNESCO Sarayı'nda Genel Müdürümüz Koïchiro Matsuura adına ağırlamak, benim için gerçekten büyük bir onur. Bu vakfın mimarları, elli sene kadar önce, kurucu metinde yer alan ifadeyle "insanların zihinlerinde barış duvarlarının yükseltilmesi"ni hedefleyen bir kurum oluşturmaya karar verdiklerinde, UNESCO'nun doğum belgesine de bu temanın mührü vurulmuştu. UNESCO bugün, Birleşmiş Milletler'in 2002'de "Uluslararası Barış Kültürü Yılı" kutlamasının ardından ilan ettiği on yıllık uluslararası bir projenin, "Şiddet Karşıtlığı ve Barış Kültürü" projesinin hedefe ulaşmasına katkıda bulunuyor. Dünyanın hemen her ülkesinden pek çok katılımcı bu organizasyonda UNESCO'yla birlikte çalıştı; içlerinden bir kısmı da şu an salonda bulunuyor. Bu yüzden size hoş geldiniz derken, hem onların hem de sizin etkinliklerinizin hakkını teslim etmek istiyorum. Bu etkinlikler, görüş alışverişinde ve barış davasının ilerlemesinde çoğu zaman belirleyici oldular.
Barışın hayal edilmesi yolunda gösterdiğiniz ortak çaba çerçevesinde, hiç şüphe yok ki bu kavramın birçok boyutunu düşünmeyi deneyeceksiniz: Barışın Tarihini –zira, yazılmadan kalmış da olsa barışın büyük T ile başlayan bir tarihi vardır–, hayata geçirdiği değerleri somutlaştıran tanımları, gelişmesini sağlayan süreçleri ve maalesef dünyanın değişik bölgelerindeki zaman zaman şahit olduğumuz gerileyişini...
En önemli çıkış noktasını, yani "barış isteği"nin temelleri meselesini de ihmal etmeyeceğinizden eminim. Kendini ötekinde yeniden tanımak için, çoğunlukla cesur, bireysel olmayı gerektiren kararlı bir bilinç yoluyla nefretin, şiddetin kıskaçlarını kırabilen insanlar da var tabii. Aslında "birlikte doğma" (co-naissance) olan bu "tanıma" (reconnaissance) öncelikle karşılıklı konuşmanın, daha sonra anlaşmanın ve uyum sağlamanın, nihayet en son aşamada barışın hüküm süreceği ortak bir geleceğin inşasının vazgeçilmez önkoşulu olarak karşımıza çıkıyor.
Öyleyse barışı hayal etmek öncelikle, barışın henüz muhtemel görünmediği yerlerde ortaya çıkmaya hazır olan faillerini tespit etmek demektir. Aynı şekilde, savaşın anlaşmazlıkları çözmenin tek yolu olduğuna inanan veya insanları buna inandıran kişilerce kurulan tuzaklara ve engellere rağmen, üstelik barış olası bir gelecekte daha yeni yeni belirmişken, çoğu zaman hayatları pahasına eylemde bulunanlara yardım etmek demektir. Zira, en tahammül edilmez canavarlıklardan, en berbat zulümlerden sonra bile barışı hayal edebilmek gerekir. Yazık ki savaşın acıları, şiddetin hırpaladığı hafızalar yoluyla toplumların ruhunu, yüreğini ve zihnini sarsan yaralar olarak kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Söz konusu yaralar, toplumların yine kendilerini hedef alan uzun soluklu çabaları neticesinde kapanabilecek yaralardır. Elbette ki bu süreç, hakikatin ortaya konmasını, hukuk devletinin yeniden düzenlenmesini, demokrasi ve adaletin sağlamlaştırılmasını, özellikle de uzlaşma sürecinin işletilmesini gerektirir.
Kalıcılaştığı ölçüde zararlı hale gelen güvensizlikleri dağıtmak, uzun vadeli ve sabırlı çabalar gerektirdiği için, bu görev şüphesiz başarılması en zor görevdir. Çok sayıda antlaşmada amaçlanan fakat daha da fazla sayıdaki antlaşmalar tarafından çiğnenen, hatta neredeyse tamamen içi boşaltılan kalıcı barış kavramına yüklenebilecek en yüce anlam tam da bu zor görevde bulunmuyor mu? Her bir gruba, her bir halka özgü kültürün, bir çeşitlilik yelpazesi içerisinde ifade edilmesine imkân tanıyan; vatandaşları eğitimden, bilimden, iletişimden eşit ölçüde yararlandırarak onlara kendi kaderlerini belirleme hakkını veren; bulaşıcı hastalık felaketini yok etmeyi, aşırı yoksulluğun kökünü kazımayı sağlayan gerçek bir güvenlik ortamı olmaksızın kalıcı barışın olamayacağını biliyoruz. Bunları başarmak için gerekli imkânların var olduğunu da biliyoruz. Asıl mesele: verilen, yinelenen ama somutlaşmakta geciktikçe halklar için gayet iyi bildiğimiz olumsuzluklara sebebiyet veren sözlere –Afganistan'ı düşünün– daha çok sahip çıkmaktır. Savaşın, savaşın doğurduğu sonuçların yıkıp geçtiklerini yeniden inşa etmeden, barışı tesis edemeyiz.
Çok kültürlü, çok etnili, çok dilli hale gelen toplumlarda barışı tesis etmek; küreselleşme, öteki hakkındaki bilgisizlik gibi faktörlerce beslenen ayrımcılık ve dışlamacılığın olumsuz etkilerine, gündelik hayatta karşı koymaktır da aynı zamanda. Bu bilgisizlik, eğer önlem alınmazsa bizi geçmişteki ölümcül hataların tekrarına sürükleyebilir.
Şüphesiz, Kant'ın tahayyül ettiği uluslararası ölçekteki ebedi barıştan ve Spinoza'nın durmaksızın bahsettiği barış ve güvenlik ortamı arasında her toplumda kurulması gereken sıkı bağlardan çok uzağız. Buna karşın bugün, kendi başlarına ve komşularıyla barış içinde yaşayan, barışa giden yolları bulmayı bilmiş ve uluslararası planda barışı dava edinmiş pek çok insan vardır. Aksi yönde her türlü delil olduğu halde, bizi barışın ulaşılması imkânsız bir amaç olduğuna inandırmak isteyenlerin sinizmini bertaraf etmenin belki de en iyi yolu, kalıcı barışın yararlarına işaret etmektir.
Tek kelimeyle, barış umuduna somut ve belirgin bir çehre kazandırmadan barışı tahayyül edemeyiz.
Bu meydan okumayı şüphesiz daha da ileriye götüreceksiniz ve tartışmalarınız, hayal edilen barışın kısa zamanda eylemlerde ve olgularda somutlaşan bir barışa dönüşerek her yere ulaşacağı bir mesaj olacaktır. Hiç kuşku yok ki UNESCO, en uygun gördüğünüz vasıtaları kullanarak, bu mesajın sadık taşıyıcılığını yapmaya hazırdır.
Sizlere verimli bir forum diliyorum.