Sunuş, “Ulusötesi Zorbalık Bizi Öldürmeden...”, s. 7-11
Susan George’un ilk kitabı 1970'lerin ortalarında yayımlandığında ben üniversitedeydim. Dünyada her şeyin olması gerektiği gibi olmadığını hayal meyal sezinlemeye başlamış, niyesini araştırıyordum. George'un "Dünyada Açlığın Nedenleri" altbaşlıklı kitabını okuduğumda, başka hiçbir neden olmasa, salt bunca zenginliğin ortasında insanların açlıktan ölüyor olmasının bile dünyayı değiştirmek için yeterli olduğunu düşündüğümü iyi hatırlıyorum. O gün bu gündür, dünyadan memnun olan veya değişim isteyenleri "hayalperest" bulanlarla karşılaştığımda hep şaşırmışımdır. Gerçekten de son tahlilde mesele şu kadar basit bence: Dünyada herkesi tıka basa doyuracak kadar gıda üretiliyor ve her yıl milyonlarca insan ellerinde "para" denilen bir kağıt parçası olmadığı için açlıktan ölüyor. Demek ki, insan toplumlarının örgütlenme biçiminde bir sorun var, başka bir biçimde örgütlenmek gerek. Nasıl örgütlenmek gerektiği aylarca yıllarca tartışılabilir, ama mevcut örgütlenme biçiminin makul olmadığı, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamadığı gün gibi aşikâr.
George da o ilk kitabından bu yana hep bunu anlatmaya devam etti. Lugano Raporu adlı kitabında, ilkinden 24 yıl ve 12 kitap sonra, şöyle diyor:
Hep iktidarın nasıl kullanıldığını anlamaya ve tarif etmeye çalıştım. Bu bakış açısından, inceleyip araştırdığım konular dünyada açlık ve Üçüncü Dünya'nın yoksulluğu, güney yarımküresinin borçlarının etkileri, Kuzey-Güney ilişkileri, ulusötesi şirketler ve Dünya Bankası gibi kurumlar oldu.
Bu yıllar boyunca, akademik değil "taraflı" araştırmacılığının ve yazarlığının yanı sıra, George hareketle ilişkisini de hiç koparmadı: Greenpeace International'ın ve Greenpeace Fransa'nın yönetim kurullarında bulundu, toplumsal değişimi savunan radikal üniversite görevlilerinin oluşturduğu Ulusötesi Enstitü'nün (Transnational Institute) yöneticiliğini yaptı, Üçüncü Dünya'nın Batı bankalarına olan borçlarının silinmesi için mücadele eden Jübile 2000 kampanyasının önde gelen isimlerinden biri oldu, Le Monde Diplomatique gazetesine yazılarıyla katkıda bulundu. Bugün de Fransa'nın en geniş tabanlı kampanyalarından biri olan neoliberalizm karşıtı Attac'ın başkan yardımcılığını yürütüyor. Ve sadece yazar olmayıp aynı zamanda 30 yıllık yorulmaz bir kampanyacı olduğu için, bugün her zaman olduğundan daha umutlu:
Kaderciyseniz, kapitalizmin her şeye rağmen insanlığın ve çevrenin büyük kısmını ezip geçerek durdurulamaz bir güç gibi ilerlediğini söyleyebilirsiniz. Ama kırılgan, çatlakları olan bir sistem bu. Bize düşen, ellerimizde baltalarımızla o fay hatlarının üzerine gitmek. Bazen karamsar olduğum için eleştirildiğim oluyor ama, doğrusu, şimdilerde çok uzun zamandır olmadığım ölçüde iyimserim. Önümüzde şimdi gerçekten çok büyük fırsatlar olduğunu düşünüyorum.1
George'un niye umutlu olduğunu elinizdeki kitabın daha ikinci paragrafından anlamak mümkün:
Kendilerini bu hareketin içinde görenler birbirlerinden çok farklı olabilirler, fakat hepsini birleştiren şey, "başka bir dünyanın mümkün" olduğu düşüncesi. Bu popüler slogan afişlerde, pankartlarda, tişörtlerde ve benim gibilerin miting konuşmalarının sonunda karşımıza çıkıyor, hatta Brezilyalılar, Brezilyalı olduklarını gösterircesine, bu sloganı bir sambaya dönüştürdüler: "Um otro mundo es possivel."
"1960'ların sonunda... Hareket'e katıldığımda, 'ABD Vietnam' dan Defol' derdik," diyen George, bugün de "kendilerini bu hareketin içinde görenler" arasında; 30 Kasım 1999 günü Seattle'da dünya sahnesine çıkan hareketin bir unsuru, örgütleyicisi, konuşmacısı, yazarı. Geleceğe bu nedenle umutla ve iyimserlikle bakıyor, kitabını da 2004'ün görmüş geçirmiş gözüyle değil 1968'in ilk gençlik heyecanıyla yazıyormuş gibi. Hareketi beslerken hareketten beslendiği için.
Yine aynı nedenle, en teknik, akademik açıdan en zorlu kitaplarını bile George her zaman "Ne yapabiliriz?" sorusunu sorup cevaplamaya çalışarak bitiriyor, hareketle ilişkilendiriyor, direnenler için pratik öneriler üretmeye çalışıyor. Bu kitapta da, "Başka Bir Dünya Çok Yakın... Eğer Herkesi Kapsayıp İttifaklar Kurarsak" bölümünde, "çok iyi fikirlerimiz ve mükemmel önerilerimiz olsa bile, hareketin dünyayı değiştirmeyi başarabilmesi için 1) üyelere, 2) örgütlenmeye ve 3) ittifaklara ihtiyacı var" dedikten sonra, bir toplantı düzenlerken katılımcı sayısını artırmak için nelere dikkat etmek gerektiğini anlatıyor! Üçüncü Dünya ülkelerinin borçları, açlık ve Dünya Bankası arasındaki karmaşık ilişki hakkında dünyada en ayrıntılı bilgiye sahip olanlardan biri, aynı zamanda belki de yirmi otuz kişinin katıldığı toplantıların düzenlenme pratiği ile ilgileniyor!
Susan George'un harekete bakışı, umudu, kapsayıcılığı, özellikle Türkiye'deki muhalif hareketler açısından çok çarpıcı. Veya en azından öyle olması gerekir. Şöyle ki, George, üyesi olduğu Attac önderliği ile birlikte, hareketin "sağ" kanadında. "Sağcı" olduğu anlamında değil elbet, hareketin içinde bir yeraltı nehri gibi akan "reform mu, devrim mi" tartışmasında reformdan yana olması anlamında. Londra'da "Marxism 2003" toplantılarında yaptığı konuşmada George "Devrimin çözüm olduğuna inanmıyorum," diyordu, "çünkü devrimin yaratacağı felç ve karmaşa ortamında milyonlarca açın beslenebileceğine, milyonlarca yoksula yardım edilebileceğine inanmıyorum. Üretimin durup elektriklerin kesildiği, karanlığa gömülmüş bir dünyadan yeni bir toplum çıkabileceğine inanmıyorum." Elinizdeki kitapta da, adeta Londra'daki konuşmasına devam edercesine, şöyle diyor:
Fakat bu durum, sermayenin gücü karşısında yumuşak başlı olunması gerektiği anlamına gelmiyor. Siyasi etkinliğin büyük oranda fırsatları değerlendirip küçük de olsa alanlar açmakla ilgili olduğu ve gerçek politikaların bu sayede büyük ölçekte hayata geçirebileceği anlamına geliyor. Bana göre "antikapitalizm" bu fırsatları değerlendirip eldeki tüm imkânlarla bu alanları yaratmaktır. Bundan ötesini şimdiden tahmin edemeyiz.
Bu reformcu yaklaşım, Türkiye'de hâlâ 1980'lerin karanlıklarında yaşayan, yenilgi havasının karamsarlığından, Stalinizmin bataklığından kurtulamayan ve dolayısıyla yepyeni bir kitlesel hareketler dönemine girdiğimizin farkına bile varamayan pek çok örgüt açısından George'u mahkûm etmeye, karalamaya ve en önemlisi, onunla birlikte çalışmayı reddetmeye yeter de artar bile.
Oysa, aynı George bu kitapta şöyle diyor:
En çok karşılaşılan yanılsamalardan biri, "onların", yani zengin ve güçlü olanların görüşlerimizi paylaşabileceklerine ve gerçekten de servetlerinden ve güçlerinden vazgeçebileceklerine inanılması. Buna inananların hayal güçlerindeki ahlâki yöne saygım var ("kimse o kadar açgözlü olamaz, bir noktada herkes 'yeter' diyeceği bir sınıra gelecektir"), ama böyle bir tahlili kabul etmem mümkün değil. Zaman zaman, bir tırmık ile bir parça toprağı saraylara ve iktidara tercih eden soylu Romalı general Cincinnatus gibilerinin çıkabileceğini kabul ediyorum, ama nadir rastlanan bir kişi yerine tüm bir sınıftan bahsediyorsak bu kesinlikle mümkün değil.
Veya, ... bunun da ötesinde, kapitalizmin –son zamanlarda yaygın olarak kullanılan adıyla– "çevresel sürdürülebilirlik"le mantıksal ve kavramsal olarak uyuşmadığını iddia ediyorum. Ekonomik dünya görüşü ile ekolojik dünya görüşü, ister kabul edilsin ister edilmesin, ciddi bir savaş içindeler. Bu savaşın sonucu insanlığın geleceğini, hatta insanlığın bir geleceğinin olup olmayacağını belirleyecek.
Teorik yaklaşımı ve kullandığı terminoloji ne olursa olsun, George egemen sınıfların tartışma yoluyla servetlerini paylaşmaya, açları beslemeye ikna edilemeyeceğini, kapitalist bir düzende çevrenin imha edilmemesinin mantıken imkânsız olduğunu, farklı bir dünya istiyorsak bunun için mücadele etmemiz gerektiğini anlatıyor. Ve bu mücadelede kapsayıcı olmak, kampanyacı olmak, birlikte çalışmak gerektiğinde ısrar ediyor. Bunun somut olarak ne anlama geldiğini şöyle örnekliyor:
Somut bir örnek vereyim: Bu kitapta ayrıntısına giremeyeceğim tarihsel ve siyasal nedenlerden dolayı Fransa'da sivil amaçlarla nükleer enerji kullanımı bölücü bir konu olagelmiştir. Şahsen 1960'lardan beri –gerek sivil gerekse askeri amaçlarla– nükleer enerji kullanımına karşıyım. Fakat Attac'ın bu konuyla ilgili bir duruşunun olmamasını normal karşılıyorum, ne de olsa siyasi parti değiliz ve olmayı düşünmüyoruz.
Türkiye'de parti ile kampanyanın farkını anlayamayan, her kampanyanın her konuda kendi parti çizgilerine getirilmesi için savaş veren ve böylece "az olsun, ama benim gibi olsun" anlayışını hayata geçirerek kampanyaların ölüm fermanını imzalayan "devrimci"lerin "reformcu" Susan George'dan öğrenecekleri çok şey var. (Sosyal demokrat reformcularımızın ise, pek az istisnayla, ders bile öğrenemeyecek kadar gerçek dünyadan uzak ve habersiz olmaları Türkiye için daha da büyük bir bahtsızlık).
George, bir de, şiddet kullanmaya ve özellikle de hareketin şiddet kullanmasına karşı. Ama yine tutarlı, yine ilkeli; bakın Irak'ta işgal ve direnişin sürdüğü günlerde yayımlanan bu kitapta ne diyor:
Aynı zamanda insanlara karşı şiddet kullanmanın hangi durumlarda meşru sayılacağını da iyi değerlendirmeliyiz. Yabancı bir gücün işgali altındaki bir ülkede her türlü mücadele aracı meşrudur. Sorunların çözümü için yasal yolların bulunmadığı totaliter bir devlete karşı da şiddet meşru olabilir, ama ille de doğru seçenek olduğu söylenemez.
Kısacası, Susan George antikapitalist hareketin özelliklerini anlayan ve yansıtan, birlik içinde çeşitliliğin önemini, kitlesel mücadelenin gereğini kavrayan, hareketin içinden biri, bizden biri. Aşağıdaki sözlerinden de anlaşıldığı gibi:
On sekizinci yüzyılın ortalarında Amerikalıların veya Fransızlarınkine benzer bir durumdayız... Yüzyılımızın daha olgun olup olmadığını bilmiyorum, şiddet içermeyen çözümler yaratabilecek miyiz, kan dökülmeden başarıya ulaşabilecek miyiz –umarım öyle olur– bilmiyorum; ama biliyorum ki tarihin sonunda değiliz ve ulusötesi zorbalık bizi öldürmeden bizim onu öldürmemiz gerekiyor. Atalarımız gibi bizler de, tebaa olmaktan yurttaş olmaya, kurban olmaktan kendi kaderimizi belirleyen özneler olmaya doğru ilerlemeliyiz.