Önsöz, s. 11-14
"Tarihin çok özel bir anında yaşamaktayız. Bu an, kelimenin tam anlamıyla bir kriz anıdır. Ruhsal ve maddesel uygarlığımızın tüm dallarında aynı kritik dönüm noktasına gelmiş görünüyoruz. Bu krizin ruhu, yalnızca günlük olaylarda değil kişisel ve toplumsal hayatta temel değerlere karşı takınılan genel tavırda da kendini gösteriyor.
"... Önceleri şüpheci saldırı, özellikle doktrinsel ve ahlaksal sistemleriyle yalnızca dine yönelikti. Derken putkırıcı, sanatın yetki alanında o güne kadar kabul edilmiş idealleri ve ilkeleri sarsmaya başladı. Şimdi de bilimin tapınağını işgal etti. Şu günlerde yadsınmamış bir bilimsel aksiyom bulmak çok zor. Aynı zamanda bilim adına öne sürülebilecek herhangi bir saçma sapan kuramın şurada ya da burada müritler ve havariler bulacağı kesin gibi." – Max Planck, "Bilim Nereye Gidiyor?", 1933
Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, burjuva kültürünün ciddi şekilde hasta olduğunu söylemek için ille de Marksist olmak gerekmiyor. Sanatta, bilimde, dinde, ekonomide ve etikte her yerde çatışma var ve Einstein'dan Freud'a kadar çağdaş kültürün kendini kabul ettirmiş tüm önderlerinin yazılarında binlerce şaşkınlık ve karamsarlık itirafı bulmak mümkün. Yüzyıl öncesinin o bildik rahat güveni kayboldu. Dinin tek tesellisi, bilimin nedenselliği reddetmesi; bilimcilerse "uygulamacıların" devlet gemisini yürütemeyip karaya oturttuğunu görerek rahatlıyorlar.
Bununla birlikte burjuva kültürünün son elli yıl içinde kaydetmiş olduğu ilerleme büyük. Bu kültürün deneysel alandaki gelişmeleri relativite, kuantum fiziği, genetik gibi konuları; insan zihninin derin katmanlarına ilişkin yeni bir içgörüyü; antropolojinin şimdiye dek bilmediği değişik toplumsal ilişki biçimlerini ve uçak, telsiz, motorlu taşıtlar, elektrik gücü gibi yüzlerce teknolojik buluşu kapsıyor. O halde, kendini kanıtlamasını sağlayan bunca şeye karşın neden bu kadar ümitsiz burjuva kültürü?
Ümitsiz, çünkü her yeni buluşu Midas'ın dokunuşu gibi yeni düş kırıklıkları yaratıyor. Kuantum fiziği nedenselliği yadsımakla gerçekliği bilim alanından dışarı itmiş görünüyor. Psikolojideki buluşlar birbirinden temelden ayrılan yüzlerce değişik okulun önderlik için mücadele ettiği umutsuz bir karışıklık ortaya çıkardı. Burjuva antropolojisi toplumların istikrarının yanılsama olduğunu iddia ediyor. Oysa modern insanın yanılsamaları yoktur – ya da o olmadığına inanır. Üretici güçlerdeki eşitsiz gelişme de barış, bolluk ve mutluluk yerine, savaş, açlık ve acı doğurdu yalnızca. Her alandaki krizin altında yatan, anarşidir. Krizin, insanların çabalarının karşılığında beklediklerinin tam tersini yaratan anarşik bir özelliği vardır. Bir başka anarşik özelliğiyse, insanların ortak bir doğru, ortak bir inanç, ortak bir dünya görüşü oluşturmak için ideolojik yapıda verdikleri çaba ne kadar artarsa gerçekliğin o ölçüde çok parçalı ve çelişkili görüntülerini ortaya çıkarmasıdır.
Bunların açıklaması nedir? Ya aramıza çok güçlü bir şeytan girdi, ya da ekonomide, bilimde ve sanatta nedensel olarak açıklanabilen ortak bir hastalık var. O halde neden tüm bu olanları dikkatle incelemiş olan Eddington'lar, Keynes'ler, Spengler'lar ve piskoposlar, çağdaş kültürde var olan ve bu yüzden yeterince açık olması gereken hastalığın kaynağını saptamakta aciz kaldılar? Yanıt için bu kişilerin Herzen'in sözlerine kulak vermeleri gerekir: "Bizler doktor değil, hastalığın kendisiyiz."
Marksistin ilk görevi, bu karışıklığın içinden gerçek deneysel buluşları ayırmak ve bunları sentezci dünya görüşüne oturtmaktır. Bu nispeten kolay olanı. Asıl zor olan, her buluşu, deyim yerindeyse, onu bulanın ellerinde harcayan nedenin çözümlenmesidir. Bu garip çöküş neden burjuva kültürünü tehdit ediyor? Neden burjuva kültürünün gelişmesi adeta yalnızca çöküşünü hızlandırıyor? Tek bir neden nasıl olur da bu kadar değişik alanı etkileyerek bu kadar değişik çürüme ve karışıklık biçimleri doğuruyor?
Bu kitaptaki denemeler her iki görevle de ilgili, hem sentezci hem analizcidir, ama ikincisi şu aşamada daha önemli ve daha değerli görünüyor. Denemelerden bazıları, başında Lenin'in sözlerinden alıntı yapılmış çalışmalar olarak aşırı eleştirel görülebilir. Ama burjuva kültürüne eleştirel yaklaşımın en büyük değeri her zaman aynı yöntemi uyguluyor olmasındadır. Sanatta, felsefede, fizikte, psikolojide, tarihte, sosyolojide ve biyolojide burjuva kültürünün "kriz"inin hep aynı nedenden kaynaklandığını görebiliriz. Bu da, kuşkusuz, bir rastlantı değil. Bu öldürücü hastalık bir zamanlar burjuva uygarlığının dinamik gücüydü, ama şimdi burjuva uygarlığı tüm olanaklarını tüketmiş durumdayken, hastalık doğuran bir güç olabiliyor ancak. Yıpranmış motorlar fren olur. Yıpranmış doğrular yanılsama olur. Burjuva kültürü bir mit yüzünden ölüyor.
Ama denebilir ki burjuva kültürü aslında yanılsamanın değil düş kırıklığının acısını çekiyor. Bunu herkes söyledi – Freud, Jung, D. H. Lawrence, hatta Centerbury Başpiskoposu. Ama işte burjuva kültürünün yanılsamasının en tehlikeli yanı budur; hep kendisinin düş kırıklığına uğradığına inanır. Burjuva kültürü, tüm ikinci derecedeki yanılsamaları –ahlak, teleoloji, demokrasi, metafizik– yok etmiştir. Ama kendini en temel burjuva yanılsamasından kurtaramamıştır ve bu yanılsamadan habersiz olduğundan, bugünse bu yanılsamanın kabuğu çatlayıp özü açığa çıktığından, burjuva kültürü çağdaş ideolojinin tüm dokusunu şiddetle bozuyor artık.
Söz konusu yanılsama, insanın "doğal olarak" özgür olduğudur – yani toplumun tüm örgütlenmesinin insanın özgür içgüdülerini sınırladığı ve insan için, katlanması ve elden geldiğince azaltması gereken kısıtlamalar koyduğu anlamında doğal. Bundan da, insanın kendi isteklerini özgürce yerine getirdiği zaman en iyi ve en soylu durumda olacağı sonucu çıkar.
Bu yanılsama, kuşkusuz, burjuvazinin Rönesans sözleşmesinin bir sonucudur. Burjuvazi tüm feodal kısıtlamalara, ayrıcalıklara ve tekellere karşı "doğal insan" için özgürlük istedi. Toplumun temel ilişkisi, her türlü ilişkiden azade olmaktı – özgür tüccar, özgür işçi, özgür sermaye. Böylece herkes kendi isteklerini özgürce izlerken, toplumun en değerli çıkarları, iddia edildiğine göre, korunmuş olacaktı. Feodal ilkeye kıyasla daha üstün olan bu ilke, burjuvaziyi egemen ve dinamik kıldı, ve bu ilkeye bir süre için ölümsüz doğrunun kutsallığını verdi. Hâlâ da burjuva kültürünün dayandığı varsayım budur.
Eğer bu varsayım doğru olsaydı her şey çok rahat olacaktı. Özgürlük gerçekten insanın doğal özgürlüğü kadar basit bir şeye dayanıyor olsaydı ne iyi olurdu. Ancak ne yazık ki bu doğru değildir. Özgürlük içgüdülerin değil, toplumsal ilişkinin ürünüdür. Özgürlük insanın insanla ilişkisinde saklıdır. Bu yüzden burjuva kültürünün bu isteğinin gerçekleşmesi olanaksızdır. İnsan kendini toplumsal ilişkilerden soyup gene de insan kalamaz. Olsa olsa bu toplumsal ilişkilere gözlerini kapatabilir. Bu ilişkileri eşyalarla, kişiliksiz bir pazarla, parayla, sermayeyle ilişki kılığı altında maskeleyebilir, böylece girdiği ilişkiler ona sadece sahip olma ilişkisi gibi görünebilir. Eşyaya, sermayeye ve paraya "sahiptir". Tüm toplumsal ilişkileri kendisinin eşyalarla ilişkileri gibi görünür; kişi de eşyadan üstün olduğuna göre artık özgür sayılır, hükmedicidir. Ama bu bir yanılsamadır. Gözlerini, toplumu oluşturan ve onun gerçek maddesi ve cevheri olan insanlar arası ilişkilere kapamakla, kontrolünü kaybettiği güçlerin tutsağı olmuştur, çünkü bu güçlerin varlığını kabul etmemiştir. Artık pazarın, sermaye hareketinin, çöküş ve patlamaların insafına kalmıştır. Kendi kendini aldatmıştır. Olayların acımasız deneyi göstermiştir bunu. Her insanın kendi özgür istekleri ve kişisel kârı için mücadele ettiği bu burjuva özgürlüğü, özgürleştirmek bir yana, şansın ellerine çoktan teslim etmiştir bizi; kör talih, savaş, işsizlik, çöküşler, ümitsizlik ve nevroz biçimlerini alarak "özgür" burjuvaya ve onun "özgür" takipçilerine saldırır. İnsanın mücadelesi onu finans kapitalin gücü kıldı, tröstleştirdi, ya da eğer "özgür" emekçiyse onu seri üretim fabrikasının sürüsüne kattı. Özgür olmak bir yana, insan toplumsal değişimin fırtınasında bir yaprak gibi sürükleniyor. Tüm bu anarşi, etkisizlik ve karmakarışık çekişme onun kültürüne de yansımakta. Üretici güçler özgür burjuvayı yıpratıyor, onu ve yanılsamalarını acımasızca eziyor artık.
Böyle basit bir yanlış, tabii eğer yanlış denebilirse, fiziğin sakin diyarlarını, sanatın ücra alanlarını, psikolojinin iç dünyasını zehirleyebilir mi? Felsefeyi çarpıtıp kahramanı başarılı olmaktan alıkoyar mı? Nasıl olur da hiç görülmemesine karşın her zaman çarpıtıcı bir etken olarak karşımıza çıkar? Ancak bu, tıpkı etherin hızını ölçerken Fitzgerald'ın kabul ettiği daralma gibi, ideolojisinin her yerinde göründüğü için, fizikçi nasıl dünyanın etherdeki hızını ölçemezse burjuva da bu yanlışı gözlemleyemez.
Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, değişik konularda olmasına rağmen tek bir temayı işler. Bu tema çağdaş kültürün bağrında yatan, onu öldüren yalandır; gene de bu yalanı tamamlayan doğru, kültürü dönüştürecek, onu yeniden canlandıracak olan doğru, kültürün daha da derinlerinde yatıyor.