Sevin Okyay, “Tek başına, aydınlık, sessiz”, Radikal, 17 Ocak 2002
Filmin afişinin tam ortasında, beyaz üstünde beyaz, bir lavabo var. Hüseyin Karabey'in 'belge-film'inin kurmaca bölümünden bir manzara. Karabey, tanıklarının anlattıklarıyla tecridin gözümüzde canlanamayacağını düşünerek Jülide Kural'ın oynadığı kurmaca bir bölüm de eklemiş.
Bir mahkûm, floresan ışıkla aydınlatılan tertemiz hücresinde. Bir yatak, bir masa, lavabo, tuvalet. Tertemiz, bembeyaz, apaydınlık. Adalet Bakanı'nın deyişiyle, 'beş yıldızlı otel'. Avrupa tecrit cezaevlerinde yılları geçmiş Alman, İtalyan, İrlandalı, Bask eylemcilerin tanıklıklarını dinlerken, arada kurmaca karakterin hücredeki hayatını da izleme imkânı buluyoruz. Hep aynı dört duvar arasında, tek başına, dışarıyla yegâne bağlantısı günde üç kez yemek getiren gardiyanın ayak sesleri.
Hücre dışında hiçbir şey görmüyor, duymuyor, hissetmiyor. Dışarıyla da, içerideki diğer insanlarla da bağlantısı sıfır. Karabey, bize durumu biraz olsun anlatabilmek için bu yöntemden yararlanmış, ama onun da dediği gibi, tecrit anlatılmaz. Gene de, anlatmaya çalışmak bile yürek dağlayıcı bir filmle sonuçlanabiliyor.
Hüseyin Karabey, önceki filmi 'Boran'ın gösterimi için Almanya'ya gittiğinde 'Sessiz Ölüm'ün ilk adımları atılmış. Tecritte Avrupa standardını sorgulamasına yol açan da, F tipleri tartışılırken, daha ölüm oruçları başlamadan önce Adalet Bakanı'nın verdiği, 'Avrupa standartlarını Türkiye cezaevlerine getireceğiz' yolundaki demeç.
Her yerde sabıkalılar
Araştırınca, Avrupa'nın da, tecrit cezaevlerinin de sabıkalı olduklarını görmüş Karabey. Aylarca, yıllarca tecritte kalmış eylemcilerle konuşmuş: Alman Irmgard Möller, Günther Sonnenberg, İtalyan Domenico Maracino, Salvatore Francolacci, Bask Tomax Karrera Juarros, Kuzey İrlandalı Jim Mc Leigh'in de aralarında bulunduğu, eski siyasi tutuklular...
Möller ve Sonnenberg, hapisten çıktıktan sonra kendi ülkelerinde kimseyle söyleşi yapmayı kabul etmemiş. Oysa 'Sessiz Ölüm' için yalnızca Karabey'le konuşmakla kalmadılar, gala için Türkiye'ye de geldiler. Aynı şeyler burada da olmasın, Türkiye, ancak işine geldiği zaman örneklerini izlediği Avrupa'ya bu konuda benzemesin diye.
Tecrit, bir ay bile sürse tutuklu üzerinde kalıcı etkiler bırakıyor. Görme, işitme duyularını yitiriyorsun. Mesafeler, orantılar ortadan kalkıyor. Konuşmayı unutuyorsun. Sonnenberg, yıllar sonra hapisten çıktığında, insanlar sorduğu sorulara cevap vermiyor diye kızıyormuş. Derken o soruları sormadığını, sadece düşündüğünü fark etmiş. Tecrit, bembeyaz bir zamansızlık içinde, düşünme ile konuşma arasındaki farkı yok ediyor çünkü. İntihar oranı da yüksek, Fransa'da sadece geçen yıl bu rakam 150'yi bulmuş. İntihar süsü verilmiş infazlar da arada kaynıyor.
Tek kişilik tecridin bir gömlek aşağısı, üç kişilik tecrit. Almanlar bu yöntemi çok seviyor. Ama bu yöntem, iki kişinin birleşip üçüncüye karşı cephe alacağı, sonuçta birbirlerini yok edecekleri varsayımı üzerine kurulu. İrlandalılar ibe daha iyi durumda, çünkü onlar hücrelerde iki kişi kalıyorlar. Tecrit cezaevlerinde en şanlı kazanımın mimarı da İrlandalılar oluyor.
'O da Bir Ana' (Some Mother's Son), Bobby Sands'in öncülük ettiği, 12 kişinin öldüğü bu açlık grevini, Türkiye'deki durumdan daha iyi kavramamızı sağlamıştı. ABD'deki tecrit yerine prangalı kadın mahkûmları otuz gün çalıştıran, çadırlarda yaşanan, mahkûmların köpekten daha ucuza beslendiği cezaevi ise, gerçekten dudak uçuklatacak cinsten. Karabey'in görüntülerini Uluslararası Af Örgütü'nden aldığı cezaevinin bulunduğu Maricio County'nin şerifi; belgeselci Errol Morris'in katilleri, işkencecileri, cellatlarıyla aynı deftere yazılmayı hak ediyor.
Karabey kendisiyle hesaplaşmak, kendisi anlamak için anlattığını söylese de, aslında bize anlatıyor. Ona kulak verin, çünkü korkunun ecele faydası yok. Bilme korkusu da, en bencil, en geriletici korkuların başında gelir.