Sunuş, s. 7-11
2000 yılı Haziran başında Adalet Bakanlığı'nın yürürlüğe koymak istediği F tipi cezaevleri, Türkiye kamuoyunda yoğun olmasa da tartışılmaya başlamıştı. O dönemde Adalet Bakanlığı'nın bir açıklaması dikkatimi çekmişti: "Avrupa standartlarını Türkiye cezaevlerine getireceğiz. Cezaevlerimiz Avrupa'dakiler gibi olacak."
Bunun üzerine Avrupa'daki cezaevlerini görmek ve bu standardı anlatmak için bir belgesel film yapmaya karar verdim. Çünkü Türkiye'de nedense Avrupa'dan gelen her şeyin iyi olduğu düşünülüyor ve Adalet Bakanlığı'nın böyle bir şey yapmayacağına (Adalet Bakanlığı'nın tutuklular lehine bir şey yapmayacağına olan pek de haksız görünmeyen inançtan dolayı!) inanan birçok kesim de, uygulanmak istenen sistemin Avrupa'da artık uygulanmadığını ya da hiçbir zaman uygulanmamış olduğunu iddia ediyordu.
Adalet Bakanlığı 1996 yılında cezaevlerindeki uygulamaları nedeniyle Avrupa hükümetlerinin hışmına uğradığında, cevaben "Beni eleştiriyorsunuz ama sizin de Stammheim'ınız var," diyordu. (Stuttgart'taki Stammheim cezaevi, 70'li yılların başında Alman radikal solunun tutuklularına ilk defa tecrit politikasının uygulandığı ve halen aynı amaçlarla faaliyet gösteren cezaevidir.) Bugün yaşananlara sessiz kalan Avrupa hükümetleri, Türk hükümetinin neyi uygulamaya geçirdiğini çok iyi biliyorlar. Yine Almanya'da Türkiye'de uygulanmak istenen F tipi cezaevlerini protesto eden Almanlar tepkilerini, "Boğaz'da yeni Stammheim'lara hayır!" diyerek gösteriyorlar.
Belgesel için ön araştırmalar yaklaşık bir yıl önce internet üzerinden Almanya ile başladı; daha sonra İspanya, Kuzey İrlanda ve İtalya, en sonunda da Amerika Birleşik Devletleri eklendi projeye. Açıkçası karşılaştığımız sistem henüz araştırma aşamasındayken bile ürkütücüydü. Avrupa ve Amerika'da yaygın olarak uygulanan ve tecrit (izolasyon) kelimesi ile özetlenen cezaevi sistemi Türkiye'de uygulanmak istenen sistemin ilham kaynağını oluşturuyordu. Sistemin özü, insanın duyusal algılarının uyarıcılardan, yani dış dünyadan ve doğal olan her şeyden yoksun bırakılarak kişiliğinin yok edilmesi ve yerine istenilen başka normların empoze edilmesi olarak özetlenebilir. Bu uygulama, süreç içinde kişinin kendini yok etmesine izin vermeyi de içeriyor (sadece 2000 yılında Fransa'da tecrit hücrelerinde 125 kişi intihar etti). Tecrit sisteminin, insanın psikolojik doğasına ait araştırmaları olan bilim adamlarının yüz yılı aşkın bir süredir yürüttükleri bilimsel çalışmaların sonuçlarını iktidar sahipleriyle tam bir işbirliği içinde paylaşmalarıyla gerçekleştiğini gördük. Bu nedenle uygulama kelimenin gerçek anlamıyla bir "sistem"dir; gelişigüzel ve rastlantısal değil, ABD ve Avrupa tarihinin belirli dönemlerinde üzerinde "düşünülmüş", "deneyler yapılmış" ve ondan sonra hayata geçirilmiş bir tekniktir.
Karşımızdaki bu sistem, birikimlerini paylaşmak isteyen dost ülkelere de cömert davranıyor. Daha önce de Almanya'nın deneyimlerini, zamanında çok eleştirilen İspanya, Şili ve Peru ile paylaştığını görüyoruz. Şimdi Peru ve Şili'de olduğu gibi bizim cezaevlerimiz de Avrupa standartlarına kavuşmuş oldu.
2000 yılının Ekim sonu ile Aralık başı arasında görüştüğüm 20'ye yakın kişi ve kayıt dışı konuştuğum onlarca insanın Avrupa cezaevlerinde yaşadıkları ve sonuçta ortaya çıkan ürkütücü sistem belgesel bir filmin sınırlarını aşmaktaydı. Bu nedenle, filmde ancak 1.5 saatini kullanabildiğim 30 saate varan bu görüşmeleri bir kitapta toplamaya karar verdim. Kitapta Avrupa'nın çeşitli kentlerinde dolaşarak yaptığım bu video röportajları okuyacaksınız. ABD'de, Marisco County Cezaevi'nde yaptığım ve filmde yer verdiğim röportajı ise, görüntü ağırlıklı olduğu ve farklı bir röportaj tekniği kullandığı için dışarıda bıraktım. Ayrıca film için yaptığımız araştırmalar sırasında elimize geçen belgelerden alıntılanmış kısa çerçeveler yer alıyor kitapta: bilimsel araştırma dokümanları, mahkemelere avukatlar tarafından sunulmuş belgeler, doktor raporları, tecritten yazılmış mektuplar. Bu belgelerden bazıları elime ilk geçtiğinde dehşete kapıldığımı itiraf etmeliyim.
Burada özellikle iki bilim adamından kısaca bahsetmek istiyorum. Bunların ilki, modern anlamda uygulanan tecrit sisteminin, ülkesi Almanya'da da uygulanması için 1843 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne gidip araştırma yapan D. Ludwig Friedrich von Froriep. Kendisi Philadelphia ve Auburn'de tek hücre sistemiyle uygulanan izolasyonun çok başarılı olduğunu bizzat gözlemlediğini yazmaktadır. Ancak bu bilim adamı, her mahkûm için yapılacak tam yalıtılmış ayrı hücrelerin kendi ülkesi Almanya için çok masraflı olacağını düşünerek mahkûm üzerinde aynı etkinin daha kısa sürede ve daha ucuza nasıl elde edilebileceğine dair bir araştırma yapmış. Doktorun bu düşük maliyetli ve kullanışlı modelini kitapta göreceksiniz.
Diğer bilim adamı ise yine Almanya'dan Jan Gross. Onun durumu da az çarpıcı değil: Kendisi Hitler döneminde toplama kamplarında tutuklu kalmış biri. O dönemlerde bilim adamı değil. Toplama kamplarının kendi üzerinde bıraktığı izleri silmek için psikolojiye ilgi duyuyor ve geç yaşta da olsa psikoloji eğitimi alıyor. Sonra psikoloji üzerine doktora ve bilimsel araştırmalar yapıyor. En son uğraşı ise Federal Almanya'da 1970'li yıllardan itibaren tutuklulara uygulanacak modern izolasyonun hayata geçebilmesi için gerekli olan bilimsel araştırmaları gerçekleştirmek. Kitapta ondan da yer yer alıntılar var.
1970'li yıllarda ilk kez RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) tutuklularıyla başlayan tecrit sistemi uygulaması Almanya'da bugün de sürdürülüyor. Başlangıçta sadece siyasi mahkûmlara uygulanırken, şimdi bu koşullarda kalan birçok tutuklu var; tıpkı diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi. Sistemin temel savı aslında son derece basit: "Toplumdaki en zararlı unsurlara ceza vermek yetersiz. Onları inançlarından da vazgeçirmeliyiz. Bizim gibi olmalılar."
Kuşkusuz bu düşünceyi toplumda en az savunulabilecek kişilere, yani "teröristlere" uygulayarak başlıyorlar işe. Bu kavramın kendisi yeterince muğlak: Ülkeden ülkeye değişiyor, belli bir ülkedeki genel siyasi duruma göre değişiyor, siyasi gelişmelerin gidişatına bağlı olarak kolaylıkla kapsam genişleyebiliyor. Ama değişmeyen bir şey var: Mevcut toplumsal düzende değişime yol açabilme potansiyeli taşıyan "tehlikeli" düşünceleri ve bu düşünceleri yayacak insanları ortadan kaldırmak. Öldürmek değil çürütmek. Biyolojik olarak olmasa da sosyolojik olarak, yani tecrit ederek, ta ki pişmanlık duyana kadar... ya da sosyal anlamda bir ölüye dönüşene kadar...
Belli ki bu "yaşatarak öldürme tekniği" sayesinde Avrupa'nın artık idam cezasına ihtiyacı yok. Ölümler idam şeklinde olmasa da intihar şeklinde varlığını sürdürüyor. 2000 yılında Alman cezaevlerinde 70'e yakın kişi intihar etti. Bu sayı diğer Avrupa devletlerinde de pek farklı değil. Fransız cezaevlerinde intihar olgusu bir rutine dönüşmüş durumda. Tutuklu yakınları, mahkûmların ölüm haberlerini ziyarete gittiklerinde öğreniyorlar. Yani devlet ailelere haber verme ihtiyacı bile duymuyor. İntihar oranı bu kadar yüksek olan Fransa'da, tecride maruz kalan birçok tutuklunun hızla depresyona girdiği de gayet iyi biliniyor.
Fransız cezaevlerinde uzun süre kalan Basklı bir siyasi mahkûmla görüşmemde bu intihar olaylarını sordum. Söylediği şuydu: Tutuklular tecritten dolayı depresyona girdikleri zaman cezaevi yönetimi tutuklulara antidepresif ilaçlar veriyor. Cezaevi yönetimi her yıl mutlaka bir kez tutukluları başka bir cezaevine sevk ediyor, tecrit uygulamasının bir parçası bu. Böylece mümkün olabilecek herhangi bir sosyal teması engellemiş oluyorlar. Bu sevklerden sonra tutuklulara verilen ilaçlar kesiliyor, bu ilaçların tekrar alınabilmesi için birçok bürokratik işlemin yerine getirilmesi bekleniyor. İşte intiharlar da en çok bu dönemde meydana geliyor. Bu yüzden siyasi mahkûmlar asla ilaç almıyorlarmış. Uygulamanın neye yol açtığının bilinmesine rağmen sürdürülmesi, bunun bir anlamda cinayet olduğunu da gösteriyor; ama çok zekice işlenen bir seri cinayet.
Sistem Avrupa'da böyle işlerken Amerika'da biraz biçim değiştirmiş durumda. ABD, cezaevleri söz konusu olduğunda her zaman birkaç adım önde. Burada sistem, özünde ödül ve ceza şeklinde uygulanıyor. Herkes tecride maruz kalabilir; eğer cezaevi yönetiminin isteklerini yerine getirmezse. Bu istekler son dönemde sadece tek şey üzerinde odaklanmış: çalışma. Eğer tutuklular çalışmaları gerektiği zaman çalışmazlarsa 30 gün boyunca ağır tecrit koşullarında kalıyorlar ve bu süre tekrar çalışmayı kabul edene kadar uzayabiliyor. Dünya düzeninin efendisi ABD'nin kendi evinde cezaevlerindeki mahkûm sayısı tam 2 milyon 200 bin kişi; nüfusun yüzde 1'i anlamına geliyor bu. Bu, dünyadaki bütün ülkelerdekinden kat be kat fazla bir oran. Türkiye'de bu oran binde bir. Diğer Avrupa ülkelerinde de oran en fazla binde bir. ABD'de ise bu oran son 10 yıldır değişmiyor, yani girenin çıkmaması için ya da bir an önce geri dönmesi için ceza yasaları bile değişmiş durumda. İşin kötüsü Avrupa da bu sisteme imreniyor, hayata geçirmek istiyor.
Amerikan sistemi, özelleştirilmiş cezaevleri üzerinde yükseliyor. Devlet ve toplum adına, suç işlemiş kişileri daha ucuz rehabilite eden özel teşebbüs şu anda ABD cezaevlerinin yüzde 60'ında işbaşında. Aslında bu ülkenin köle emeğine dayanan tarihiyle birlikte düşünülürse, belki de bu uygulamaya çok fazla şaşırmamak lazım. Bu 2 milyon 200 bin mahkûmun 2 milyonunu siyahların ve Latin Amerikalıların oluşturduğu gerçeğinde de görünür hale geliyor bu süreklilik. Kısacası, bizim gibi ülkelerde kusursuz bir model olarak gösterilen ABD cezaevleri sistemi, aslında korkunç bir sömürü düzeni.
ABD'de iktisadi krize girerek kapanan fabrikalar, artık genellikle düşünüldüğü gibi ucuz işgücü cenneti olan ülkelere taşınmıyor yalnızca; cezaevlerinin çevresinde, hatta bizzat cezaevlerinin içlerinde tekrar açılıyor. Ya zorla çalışma ya tecrit... İşte ABD cezaevi sistemi.
Farklı bir örnek olarak Kuzey İrlanda'dan bahsetmek uygun olabilir. IRA'ya karşı şiddet içeren sert uygulamalar "Demir Leydi" Margareth Thatcher döneminde doruk noktasına ulaşmıştır. Demir Leydi'nin düşündüğü cezaevi sistemi Almanya'nın RAF'lılara uyguladığından farklı değildi. Bu dönem yaklaşık olarak 1980'de başlıyor, ama IRA'lı mahkûmların direnişi ve halkın mahkûmlara sahip çıkması sonucu bugün Kuzey İrlanda'da tecrit sistemi ortadan kalkmış durumda. Kamuoyu desteğinden mahrum olan cezaevi odaklı direnişler, sistemin tamamen ortadan kalkmasını sağlayamıyor. Ama halkın desteği sayesinde bugün Kuzey İrlanda cezaevlerinde tecrit uygulanmadığı gibi, bütün siyasi mahkûmlar da serbest bırakılmış durumda. Bu yüzden belki de yaptığım en önemli görüşmelerden birinin Jim McVeigh'le yapmış olduğumuz görüşme olduğunu söyleyebilirim.
Kitaba ve filme temel oluşturan bütün çalışmaları tamamen bağımsız koşullarda ve maddi destek almadan yaptık. Bu şu anlama geliyor: Proje bizi nereye götürürse peşinden gittik. Proje hiçbir sansüre ya da baskıya uğramadı. Film için görüştüğüm kişiler bir anlamda filmin benim dışımdaki yapımcıları olmuş oldular; çünkü otellerde değil onların yanında kaldım, bazı görüşmeleri onlar düzenledi, kimi durumlarda yol masraflarımı karşıladıkları da oldu. Bu başka bir avantaj da sağladı; bu sayede onlara daha yakın olabildim.
Film çalışmalarının devam ettiği dönemde Türkiye cezaevlerinde tecrit uygulamasına karşı açlık grevleri başladı. Daha sonra bilinen "Hayata Dönüş" operasyonu gerçekleşti. Bu süreç içinde filmi ve kitabı bitirmek gerçekten çok güç oldu. Çünkü tutuklu ve hükümlülerin yeni sistemle birlikte maruz kalacakları uygulamaları biliyordum. Filmi de zaten tam da bu nedenle, kamuoyunun dikkatini bu uygulamanın gerçek mahiyetine çekebilmek için yapıyordum. Ne var ki F tipi uygulamasının önüne geçilemedi. Kitabı okuduğunuzda bu sistemin başımızdan kolay kolay gitmeyeceğini anlayacaksınız. Bütün bu süreçte 80'den fazla insan öldü ve yine yüzden fazla insan sakat kaldı.
Bu kitap tecrit sisteminin uygulanmasına engel olamayabilir; ama tecridin bizleri de kapsayan bölümünü, yani toplumun maruz kaldığı tecridi bir parça kırmaya yardımcı olabilir. Çünkü tecrit sadece cezaevine değil, aynı zamanda topluma yönelik bir uygulama. Böyle giderse toplum olarak cezaevlerinde neler yaşandığını, neler yaşanmakta olduğunu bilme hakkımızın kırıntısı bile kalmayacak. Şu anda tecritteki insanların ne halde olduklarına dair bir şey biliyor muyuz?
Bu sistemi uygulayanlar ne olduğunu biliyorlar. Uygulamaya maruz kalanlar da farkında. Ama her zaman maruz kalma olasılığı ve tehdidi altında olan bizler, yani dışarıdakiler, yani "özgür insanlar" neler olup bittiğinin hiç farkında değiliz. Sadece bazılarımız bir şeyleri yitirmek üzere olduğumuzun bilincinde; ama onlar bile neyi yitirdiklerini bilmiyorlar... Tecrit, kişinin bir anlamda geçmişini yok etmeyi hedefliyor. Toplumun ödeyeceği bedel de aynı olacak: belleğimizi yitirmek. Birçok kişi, "Hangi bellek? Onu ne zamandır yitirmiş değil miyiz?" diyebilir. Evet, yitirmeye başlamıştık; bu ise son aşama – şimdilik! Şimdiye kadar neyi yitirdiğimizi biliyor, az da olsa hatırlıyorduk; bundan sonra neyi yitirdiğimizi bile hatırlayamayacağız...