Önsöz, s. 25-36
İlk taslağı 1914 yazında kaleme alınan bu çalışma son şeklini 1914-15 kışında aldı. İlk olarak 1916'da Max Dessoir'ın Zeitschrift für Aesthetik und Allgemeine Kunstwissenschaft'ında (Estetik ve Genel Sanat Bilimi Dergisi) çıktı; daha sonra 1920'de Berlin'de P. Cassirer tarafından kitap olarak yayımlandı.
Yazma dürtüsü doğrudan doğruya, Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve sosyal demokrat partilerin bunu coşkuyla karşılamasının Avrupa solu üzerinde yaratmış olduğu etkiden kaynaklanmıştı. Başlangıçta dile getirmesi çok zor olsa da, savaşın, özellikle de savaş coşkusunun şiddetle ve dünya çapında reddedilmesi yönünde tümüyle kişisel bir tutum takındım. 1914 sonbaharının sonlarında Bayan Marianne Weber'le yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Bana bireysel ve somut kahramanlık edimlerinden bahsederek bu tutumumu sarsmaya çalışıyordu. Ona tek söylediğim "Ne kadar iyiyse o kadar kötü!" oldu. Duygularımı bilinçli sözcüklere dökmeye çalıştığımdaysa aşağı yukarı şu sonuca ulaşıyordum: İttifak Devletleri Rusya'yı muhtemelen yenilgiye uğratacaktı; bu Çarlık'ın yıkılmasına yol açabilirdi; buna bir itirazım yoktu. Batı'nın Almanya'yı mağlup etmesi gibi bir olasılık da vardı; eğer bu, Hohenzollern ve Habsburg hanedanlarının yıkılmasına yol açarsa, buna da bir diyeceğim yoktu. Ama bu durumda da şu soru akla takılıyordu: Bizi Batı uygarlığının elinden kim kurtaracak? (O zamanların Almanyasının nihai bir zafer kazanması olasılığı benim için korkulu bir rüyaydı.)
Roman Kuramı'nın ilk taslağı böyle bir ruh hali içinde yazıldı. Başlangıçta, bir dizi diyalog biçiminde olması tasarlanmıştı: Bir grup genç, tıpkı Dekameron'un anlatıcılarının vebadan kaçması gibi çevrelerini kuşatan savaş psikozundan kaçıyor; kendilerini ve birbirlerini anlamak üzere giriştikleri söyleşiler yavaş yavaş onları bu kitapta tartışılan sorunlara götürüyor – Dostoyevskivari bir dünyaya bakışlar. Üzerinde biraz daha düşününce, bu tasarıdan vazgeçip kitabı bugünkü haliyle yazdım. Yani kitap dünyanın durumuna dair kalıcı bir umutsuzluk duygusuyla yazıldı. O sıralar bana çözümsüzmüş gibi görünen sorunlara ancak 1917'de bir yanıt bulabilecektim.
Bu çalışmayı yalnızca nesnel içeriğinin bakış açısından ve bu bakış açısını belirleyen iç etkenleri hesaba katmaksızın sırf kendi içinde değerlendirmek mümkündür elbet. Ama yaklaşık elli yıllık geçmişe bakarken, yazdığım dönemdeki ruh halimi tanımlamanın, kitabın doğru anlaşılmasını kolaylaştıracağı için önemli olduğuna inanıyorum.
Açıktır ki savaşı ve aynı zamanda o dönemin burjuva toplumunu reddedişim tümüyle ütopikti; hiçbir şey, en soyut akıl yürütme düzeyinde bile, öznel tutumumu nesnel gerçeklikle bağdaştırmamı sağlayamıyordu. Metodolojik olarak bu, başlangıçta kendi dünya görüşümü, bilimsel çalışma yöntemimi, vb. eleştirel olarak yeniden değerlendirme gereği duymamam gibi çok önemli bir sonuç doğuruyordu. O sıralar Kant'tan Hegel'e geçiş sürecine girmiştim, ama "tinsel bilimler" okulu olarak bilinen yaklaşıma yönelik tutumumu hiçbir şekilde değiştirmeksizin (temelde bu, gençliğimde Dilthey, Simmel ve Max Weber'in yapıtlarına duyduğum güçlü ilgiden kaynaklanan bir tutumdu). Roman Kuramı aslında tam da bu okulun eğilimlerinin tipik bir ürünüdür. 1920'de Viyana' da tanıştığım Max Dvorak kitabımı hareketin en önemli yayını olarak gördüğünü söylemişti.
Bugünse, bu yöntemin zayıf yönlerini görmek artık hiç zor değil. Ama ayrıca, hem tarihsel karakterlerin veya ilişkilerin hem de düşünsel gerçekliklerin (mantık, estetik, vb.) ele alınmasında Yeni-Kantçı (veya diğer her tür) pozitivizmin yavan yüzeyselliğiyle karşılaştırıldığında, bu yöntemi tarihsel olarak kısmen haklı kılan özelliklerin değerini bilebileceğimiz bir konuma da ulaşmış bulunuyoruz. Sözgelimi, birçok bakımdan bir çığır açmış gibi görünen bir kitap olan Dilthey'in Das Erlebnis und die Dichtung'unun (Yaşanmış Deneyim ve Edebi Yaratı, Leipzig, 1905) yarattığı etkiyi düşünüyorum. Açılan bu çığır, o zamanlar bize hem kuramsal hem tarihsel alanlarda büyük ölçekli sentezlere dayalı düşünsel bir dünya gibi görünmüştü. Yeni yöntemin aslında pozitivizmi alt etmede pek de başarılı olamadığını veya sentezlerinin nesnel bir temeli olmadığını anlayamadık. O sırada, yetenekli kişilerin gerçekten sağlam sonuçlara yöntem aracılığıyla değil de yönteme karşı gelerek ulaştıkları, aramızdaki gençlerin dikkatinden kaçtı. Bir okulun veya bir dönemin yalnızca birkaç özelliği temelinde genel sentetik kavramlar oluşturmak ve sonra da bu genellemelerden çıkarım yapıp tekil olguların analizine yönelerek kapsamlı bir genel görüş olduğunu iddia ettiğimiz şeye ulaşmak moda oldu.
Roman Kuramı'nın izlediği yöntem de buydu. Birkaç örnek vereyim. Kitabın roman biçimleri tipolojisi büyük ölçüde, romanın baş kahramanının ruhunun gerçekliğe oranla "fazla dar" veya "fazla geniş" olup olmamasına dayanıyor. Bu son derece soyut kriter, türün ilk temsilcisi olarak seçilen Don Kişot'un belli yönlerini aydınlatmak bakımından hayli yararlıdır; ama sırf bu romanın bile tarihsel ve estetik zenginliğinin tam olarak kavranmasını sağlamak açısından aşırı genel kalır. Aynı kategoriye sokulan diğer romancılara gelince (örneğin Balzac, hatta Pontoppidan) bu yöntem tamamen çarpıtıldıkları katı bir kavramsal çerçeveye sıkıştırır onları. Aynı şey diğer türler için de geçerlidir. "Tinsel bilimler" okulunun soyut sentezleme uygulamasının sonucu, Tolstoy'un ele alınışında daha da çarpıcıdır. Gerçekten de, Savaş ve Barış'ın sonuç bölümü, içerdiği fikirler bakımından, Napolyon Savaşları döneminin gerçek bir özetidir; belli figürlerin gelişimi, 1825'teki Dekabrist ayaklanmanın habercisidir. Ama Roman Kuramı'nın yazarı Duygusal Eğitim'in planına öylesine sıkı bağlıdır ki burada bulabildiği tek şey, "düş kırıklığını konu alan romanların en sorunlu olanının sonunda rastlanandan bile daha melankolik", "tüm tutkuların tükendiği bir çocuk odası atmosferi"dir. Buna benzer sayısız örnek verilebilir. Defoe, Fielding ve Stendhal gibi romancıların bu şematik modelde yer almadığına, Roman Kuramıı'nın yazarının izlediği keyfi "sentetik" yöntemin onu tamamen başaşağı çevrilmiş bir Balzac veya Flaubert, bir Tolstoy veya Dostoyevski görüşüne yönelttiğine dikkat çekmek yeterlidir.
Sırf "tinsel bilimler" okulunun uyguladığı soyut sentezleme yönteminin aksayan yönlerini açığa vurmak için bile olsa bu türden çarpıtmalara işaret etmek gerekir. Ne var ki bu, Roman Kuramı'nın yazarının ilginç nedensel bağıntıları ortaya çıkarma olanağını ilkesel olarak elinden kaçırdığı anlamına da gelmiyor elbet. Burada bir kez daha en tipik örneği vereceğim: Duygusal Eğitim'de zamanın oynadığı rolün analizi. Yapıtın analizi yetersiz bir soyutlama olmakla birlikte, bir "recherche du temps perdu"nün (yitik zamanın aranışı) keşfi, olsa olsa (1848 devriminin nihai yenilgisinin ardından) Duygusal Eğitim'in yalnızca son kısmı için nesnel olarak haklı çıkarılabilir. Yine de, burada zamanın yeni işlevine dair Bergsoncu "süre" kavramına dayanan açık seçik bir formülleştirmeyle karşılaşırız. Proust'un Almanya'da 1920'lerden önce tanınmadığı, Joyce'un Ulysses'inin 1922'ye dek bilinmediği ve Thomas Mann'ın Büyülü Dağ'ının 1924'e dek yayımlanmamış olduğu göz önüne alınırsa, bu daha da çarpıcı hale geliyor.
Şu halde, Roman Kuramı tipik bir "tinsel bilim" ürünüdür ve kendi metodolojik sınırlarının ötesine işaret etmez. Yine de, başarısı tümüyle rastlansal değildi (kitabı onaylayarak okuyanlar arasında Thomas Mann ve Max Weber de vardı). Kökleri "tinsel bilimler" yaklaşımında olmakla birlikte bu kitap, belirli sınırlar içinde, daha sonraki gelişmeler ışığında önem kazanmış olan bazı yeni özellikler gösterir. Roman Kuramı'nın yazarının artık Hegelciliğe geçmiş olduğunu belirtmiştik. "Tinsel bilimler" yönteminin önde gelen daha yaşlı temsilcileriyse Kantçı felsefeye bağlıydı ve pozitivizmin izlerini taşıyorlardı; bu özellikle Dilthey için geçerliydi. Pozitivistlerin düz akılcılığını alt etme çabası neredeyse her zaman irrasyonalizm yönünde atılmış bir adım anlamına geliyordu; bu özellikle Simmel için geçerli olmakla birlikte, Dilthey'ın kendisi için de geçerlidir. Hegelci canlanışın savaşın patlak vermesinden yıllar önce çoktan başlamış olduğu doğrudur. Ama bu canlanışa yönelik ciddi bilimsel ilginin tamamı, büyük ölçüde mantıkla veya genel bilim kuramıyla sınırlıydı. Bildiğim kadarıyla Roman Kuramı, "tinsel bilimler" okulu içinde, Hegelci felsefenin bulgularının estetik sorunlara somut bir şekilde uygulandığı ilk yapıttı. Kitabın birinci genel kısmında ele alınan konular, örneğin epik ve dramatik sanattaki bütünsellik tarzlarının karşılaştırılması, epik ve romanın ortak yönlerinin neler olduğuna ve birbirinden nerede ayrıldıklarına dair tarihsel-felsefi görüş, vb. temelde Hegel'in etkisindedir. Ama Roman Kuramı'nın yazarı katı ya da ortodoks bir Hegelci değildi; Goethe'nin ve Schiller'in analizleri, Goethe'nin geç dönemine özgü belli kavramlar (örneğin şeytani olan), genç Friedrich Schlegel ve Solger'in estetik kuramları (modern biçimlendirme yöntemi olarak ironi), kitapta genel Hegelci şemayı tamamlar ve somutlaştırır.
Hegel'in belki daha da önemli bir mirası, estetik kategorilerin tarihselleştirilmesi olmuştur. Estetik alanında bu, Hegel'e dönüşün en yararlı sonuçlarına ulaştığı noktadır. Rickert ve okulu gibi Kantçılar, zamana bağlı olmayan değer ile değerin tarihsel gerçekleşmesi arasına metodolojik bir uçurum koymuşlardı. Dilthey karşıtlığın pek de uç boyutta olduğunu düşünmüyordu, ama onun da yaptığı (bir felsefe tarihi yöntemine ilişkin hazırlık taslaklarında) daha sonra somut çeşitlemelerinde tarihsel gerçekleşmelerine kavuşacak olan bir tarih-üstü felsefeler tipolojisi kurmaktan öteye geçmedi. Dilthey bazı estetik analizlerinde bu tarihsel gerçekleştirmeyi başarır, ama bir anlamda bunu per nefas [haksız araçlarla] yapar ve kesinlikle yeni bir yöntem icat ettiğinin farkında değildir. Bu tür bir felsefi muhafazakârlığın kökenindeki dünya görüşü, "tinsel bilimler"in önde gelen temsilcilerinin tarihsel-politik muhafazakârlığıdır. Düşünsel olarak bu tutum Ranke'ye dek uzanır ve dolayısıyla Hegel'in dünya tininin diyalektik evrimi görüşüyle keskin bir karşıtlık içindedir. Şüphesiz bunun yanında bir de pozitivist tarihsel görecilik vardır ve Spengler tam da savaş sırasında, tüm kategorileri kökten bir şekilde tarihselleştirerek ve gerek estetik veya etik gerek mantıksal herhangi bir tarih-üstü geçerliliğin varlığını reddederek bu göreciliği "tinsel bilimler" okulunun eğilimleriyle birleştirmiştir. Ama bunu yapmakla o da tarihsel sürecin bütünlüğünü yok eder: Spengler'in aşırı tarihsel dinamizmi, sonunda statik bir görüşe, tam da tarihin nihai yok edilmesine dönüşür: Birbiriyle tamamen bağlantısız kültürel döngüler, hep sona erip hep yeniden başlayarak birbirini izlemektedir. Böylece Spengler'la birlikte Ranke'nin Sesesyonist(*) bir muadiline ulaşırız.
Roman Kuramı'nın yazarı bu denli aşırıya kaçmamıştır. O, estetik kategorilerin ve edebi biçimlerin özsel doğasına dayanan genel bir edebi türler diyalektiği arayışındaydı ve kategori ile tarih arasında Hegel'de bulduğundan daha yakın bir bağlantı bulmayı umuyordu; bir yanda değişimin içindeki kalıcılığın, öte yanda özün kalıcı geçerliliğindeki içsel değişimin düşünsel kavranışına ulaşmaya çalışıyordu. Ama yöntemi, büyük önem taşıyan belli konular dahil olmak üzere, birçok bakımdan son derece soyut kalır; somut toplumsal-tarihsel gerçekliklerle bağlantısızdır. Bu yüzden, zaten dikkat çekildiği üzere, keyfi düşünsel kurgulara çok sık yol açar. Ancak on beş yıl sonra (o zaman da Marksist temelde kuşkusuz) bir çözüm yolu bulmada başarılı olacaktım. M. A. Lifshitz ile birlikte, Stalinci dönemde muhtelif okulların kaba sosyolojisine karşı çıkar ve Marx'ın gerçek estetiğini açığa çıkarıp daha da geliştirmeye çalışırken, gerçek bir tarihsel-sistematik yönteme ulaştık. Roman Kuramı hem tasarım hem de uygulama bakımından başarısız olan, ama hedefi bakımından doğru çözüme çağdaşlarına kıyasla daha fazla yaklaşan bir girişim düzeyinde kaldı.
Kitabın şimdiye dair estetik sorunsalı aynı zamanda Hegelci mirasın da parçasıydı: Bununla kastettiğim, tarihsel-felsefi bakış açısından yola çıkan bir gelişmenin, gelişmeyi o noktaya dek belirlemiş olan estetik ilkelerin bir tür feshine yol açtığı fikrini kastediyorum. Ama Hegel'in kendisinde, bunun sonucu olarak sorunsal kılınan yalnızca sanattır; Hegel'in bu durumu estetik olarak tanımlamak için kullandığı deyimle "düzyazının dünyası", tinin hem düşüncede hem de toplum ve devlet praksisinde kendisini bulmuş olduğu bir dünyadır. Böylece, tam da gerçeklik artık sorunsal olmaktan çıktığı için sanat sorunsal hale geliyordur.Roman Kuramı'nda ortaya koyulan görüş, biçimsel açıdan benzer olmakla birlikte aslında bunun tam karşıtıdır: Burada, roman biçiminin sorunları, çivisi çıkmış bir dünyanın ayna imgesidir. Bu yüzden, hayatın "düzyazı"sı, gerçekliğin artık sanat için elverişli bir alan sunmuyor oluşunun birçok belirtisinden biri olarak belirir bu kitapta; yine bu yüzden, sanatın varlığın tamamlanmış bütünselliğinden kaynaklanan kapalı ve bütünsel biçimleri yok saymak zorunda olması gerçeği (sanatın başlı başına içkin olarak bütünlüklü biçimlerin dünyasıyla artık hiçbir işinin kalmadığı gerçeği) romanın merkezi sorunu haline gelir. Sanatsal değil, tarihsel-felsefi nedenlerden ötürü böyledir bu: Roman Kuramı'nın yazarı çağdaş gerçeklikten söz ederken "artık varlığın kendiliğinden bütünselliği yoktur," der. Birkaç yıl sonra Gottfried Benn de aynı düşünceyi farklı bir şekilde ortaya koyacaktır: "... Gerçeklik diye bir şey yok, olsa olsa çarpıtılmış bir gerçeklik imgesi var yalnızca."(1) Her ne kadar Roman Kuramı ontolojik anlamda, dışavurumcu şairin görüşüne kıyasla daha eleştirel ve daha dikkatli olsa da, her ikisinin de hayata dair benzer duygular ifade ettiği ve mevcut olana benzer şekilde tepki gösterdiğini belirtmek gerekir. 1930'larda dışavurumculuk ve gerçekçilik arasındaki tartışma boyunca bu, Ernst Bloch'un Marksist Georg Lukács'a karşı girdiği polemikte Roman Kuramı'nı yardıma çağırdığı biraz garip bir duruma yol açacaktı.
Roman Kuramı ile genelde onun metodolojik kılavuzu olan Hegel arasındaki uyuşmazlığın, özünde estetik veya felsefi olmaktan çok, öncelikle toplumsal olduğu son derece açıktır. Yazarın savaşa yönelik tutumu hakkında zaten söylenmiş olanları anımsamak bu açıdan yeterli olabilir. Yazarın toplumsal gerçekliği kavrayış biçiminin, o dönemde güçlü bir şekilde Sorel'in etkisinde olduğunu da eklemeliyiz. Roman Kuramı'nda şimdi'nin Hegelci bir anlayışla değil, Fichte'nin "mutlak günahkârlık çağı" şeklindeki formülüyle tanımlanmasının nedeni budur. Ama "şimdi" karşısındaki bu epeyce ahlaki kötümserlik, Hegel'den Fichte'ye genel bir dönüşten çok, Hegelci tarih diyalektiğinin "Kierkegaardlaşması"nı ifade eder. Kierkegaard, moda olmasından çok önce Kierkegaard'ın hayatı ve düşüncesi arasındaki ilişki üzerine bir deneme kaleme almış olan Roman Kuramıı'nın yazarı açısından daima önemli bir rol oynamıştır.(2) Yazar savaştan hemen önceki Heidelberg yıllarında Kierkegaard'ın Hegel eleştirisine dair asla tamamlanmayacak bir çalışmaya girişmişti. Burada bu olgulardan biyografik gerekçelerle değil, daha sonra Alman düşüncesinde önemli hale gelecek olan bir eğilime işaret etmek için söz ediyorum. Kierkegaard'ın doğrudan etkisinin, Heidegger'in ve Jaspers' in varoluş felsefesine ve dolayısıyla Hegel'e yönelik az çok açık bir muhalefete yol açtığı doğrudur. Ama Hegelci canlanışın kendisinin de Hegel ve irrasyonalizm arasındaki uçurumu daraltmak için yoğun bir çaba gösterdiği unutulmamalıdır. Bu eğilim Dilthey'ın genç Hegel'e ilişkin araştırmalarında da (1905) saptanabilir ve Kroner'in "Hegel felsefe tarihindeki en büyük irrasyonalisttir," açıklamasında (1924) açıkça tanımlanmış bir şekle bürünür. Yine de, Kierkegaard'ın doğrudan etkisi burada kanıtlanamaz henüz. Ama bu etki 1920'lerde, örtük biçimde olsa da, artan ölçüde her yerde görülüyordu, hatta genç Marx'ın Kierkegaardlaştırılmasına bile yol açmıştı. Sözgelimi, Karl Löwith 1941'de şöyle yazıyordu: "Birbirinden (Marx ve Kierkegaard – G.L.) ne denli uzak olurlarsa olsunlar, varolan gerçekliğe saldırmaları ve ikisinin de kökeninin Hegel'e dayanıyor olması bakımından birbirleriyle yakından ilişkilidirler yine de." (Bu eğilimin günümüz Fransız felsefesinde ne denli yaygın olduğuna dikkat çekmeye bile gerek yok.)
Bu tür kuramların toplumsal-felsefi dayanağı, romantik kapitalizm-karşıtlığının politik açıdan olduğu kadar felsefi açıdan da belirsiz olan tutumudur. Başlangıçta bu, örneğin genç Carlyle'da veya Cobbett'te, erken dönem kapitalizmin dehşet verici olayları ve vahşet örneklerinin gerçek bir eleştirisiydi –hatta bazen, Carlyle'ın Past and Present'ında (Geçmiş ve Şimdi) olduğu gibi, bir sosyalist eleştiriye hazırlık niteliği taşıyordu. Bu tutum Almanya'da Hohenzollern imparatorluğunun politik ve toplumsal geriliğinin mazeretçi bir savunusuna dönüştü. Yüzeysel bir bakışla, Thomas Mann'ın Betrachtungen eines Unpolitischen'i (1918; Siyasal Olmayan Bir Adamın Düşünceleri) gibi önemli bir savaş dönemi yapıtı bile aynı eğilimin içindedir. Ama Thomas Mann'ın sonraki gelişimi, daha 1920'lerde bile, yazarın bu yapıtına ilişkin kendi açıklamasını doğrular niteliktedir: "Muhteşem bir geri çekilme savaşı bu, romantik bir Alman burjuva zihniyetinin son ve en yeni direnişi, ama umutsuzluğunun tamamen farkında olarak sürdürülen bir savaş... hatta kaybedilmeye mahkûm bu savaşa duyulan herhangi bir sempatinin ruhsal sağlıksızlığına ve ahlaka aykırılığına dair bir içgörüyle sürdürülen bir savaş."
Felsefi çıkış noktasını Hegel, Goethe ve Romantizm oluştursa bile, Roman Kuramı'nın yazarında bu tür bir ruh halinin izine rastlanamaz. Kapitalizmin vahşeti karşısında aldığı muhalif tutum, Thomas Mann'ın "Alman sefaleti"ne veya şu anda da sürüp giden özelliklerine duyduğunu andıran bir sempatiye yer bırakmamıştır.
Roman Kuramı epeyce safdil ve tümüyle temelsiz bir ütopyacılığa –insana layık bir doğal hayatın, kapitalizmin çöküşünden ve bu çöküşle bir tutulan, cansız ve hayatı yadsıyan toplumsal ve ekonomik kategorilerin yıkılmasından doğabileceği umuduna– dayansa bile özünde tutucu değil yıkıcıdır. Yazarın Dostoyevski' ye ilişkin görüşü ("Dostoyevski roman yazmamıştır") kadar, kitabın da Tolstoy analiziyle son bulduğu gerçeği, yazarın yeni bir edebi biçim değil, tam anlamıyla "yeni bir dünya" aradığını açıkça göstermektedir. Böyle basit bir ütopyacılığa gülme hakkımız var elbette; yine de bu ütopyacılık, o dönemin gerçekliğinin parçası olan bir düşünsel eğilimi ifade ediyor.
Yirmilerde, ekonomik dünyanın ötesine toplumsal araçlarla geçme çabalarının gittikçe daha belirgin bir gerici nitelik kazandığı doğrudur. Ama Roman Kuramı'nın yazıldığı dönemde bu fikirler hâlâ tümüyle ayrımlaşmamış bir oluşum aşamasındaydı. İkinci Enternasyonal'in en ünlü iktisatçısı Hilferding Finanzkapital'inde (1909) komünist toplum hakkında, "[böyle bir toplumda] mübadele rastlansaldır, yoksa kuramsal ekonomik değerlendirmenin olası konusu değildir. Kuramsal olarak analiz edilemez, ancak psikolojik olarak kavranabilir," diye söz edebilmişse eğer; ve son savaş yıllarıyla hemen savaş sonrası dönemin devrimci olmayı amaçlamış ütopyalarını da göz önüne alırsak, o zaman, kuramsal ilke eksikliğine yönelik eleştirel tutumumuzu hiçbir şekilde değiştirmeksizin Roman Kuramı'nın ütopyasına dair tarihsel açıdan daha adil bir değerlendirmeye ulaşabiliriz.
Böyle bir eleştirel tutum, Roman Kuramı'nın, onu Alman edebiyatında yeni bir şey kılan bir başka özelliğini de asıl bağlamında görmemizi sağlar. (İnceleyeceğimiz olgu Fransa'da çok daha önceden biliniyordu.) Kısaca söylenecek olursa, Roman Kuramı'nın yazarı, "sol" etik ile "sağ" epistemolojiyi (ontolojiyi, vs.) kaynaştırmayı hedefleyen bir dünya kavrayışına sahipti. Wilhelm Almanyası'nda ilkeli bir muhalif edebiyat adına ne varsa, Aydınlanma'nın geleneklerine (üstelik çoğu durumda bu geleneğin en sığ takipçilerine) dayanıyor ve Almanya'nın değerli edebiyatı ve kuramsal gelenekleri hakkında toptan bir olumsuz tutum benimsiyordu. (Sosyalist Franz Mehring bu bakımdan ender bir örnektir.) Değerlendirebildiğim kadarıyla Roman Kuramı, radikal bir devrime yönelmiş bir sol etiği gerçekliğin geleneksel-uzlaşımsal yorumuyla birleştiren ilk Alman kitabıydı. 1920'lerden itibaren bu görüş giderek önemli bir rol oynayacaktı. Bu bakımdan Ernst Bloch'un Der Geist der Utopie'si (1918, 1925; Ütopya Tini) ile Thomas Münzer als Theologe der Revolution'unu (Devrim Teoloğu Olarak Thomas Münzer), Walter Benjamin'i ve hatta Theodor W. Adorno' nun ilk dönemlerini anımsamamız yeterli.
Bu akımın önemi, Hitler'e karşı girişilen düşünsel mücadelede daha da arttı; bir "sol" etikten yola çıkan pek çok yazar, Nietzsche'yi ve hatta Bismarck'ı faşist gericiliğe karşı ilerici güçler olarak seferber etmeye çalıştı. (Yeri gelmişken, bu eğilimin Almanya'dan çok daha önce ortaya çıkmış olduğu Fransa'nın bugün J. -P. Sartre'ın kişiliğinde o akımın son derece etkili bir temsilcisine sahip olduğunu belirteyim. Bu olgunun Fransa'da daha önce şekillenmesinin ve daha uzun bir süre etkili olmasının toplumsal nedenleri, açıktır ki burada tartışılamaz.) "Sol" etiğin Almanya'daki bu işlevinin unutulup gitmesi ve gündemin de konformist olmayan bir kılığa bürünmüş bir konformizmin at oynatmasına açılması için, önce Hitler'in yenilgiye uğratılması ve bir restorasyonla birlikte bir "ekonomik mucize"nin de gerçekleşmesi gerekiyordu.
Adorno da dahil, önde gelen Alman entelijansiyasının önemli bir bölümü, benim Schopenhauer eleştirimde "bir uçurumun, hiçliğin, saçmalığın yamacında, her tür konforla donatılmış güzel bir otel" diye betimlediğim "Büyük Uçurum Oteli"nde yaşamaya başlamıştı. "Ne ki, mükellef ziyafetler veya sanatsal eğlenceler arasında uçuruma bakarak düşüncelere dalmak, sunulan incelikli konforlardan alınan zevkin artmasından başka bir şeye yaramıyordu" (Die Zerstörung der Vernunft [Aklın Yıkılışı], Neuwied 1962, s. 219). Ernst Bloch'un "sol" etik ve "sağ" epistemoloji sentezine yılmadan sıkıca bağlı kalmayı sürdürmesi gerçeği (örneğin karş. Philosophische Grundfragen I, Zur Ontologie des Noch-Nicht-Seins [Felsefenin Temel Sorunları: Henüz-Olmayanın Ontolojisi], Frankfurt 1961), Bloch'un karakterinin sağlamlığını yüceltir belki, ama kuramsal konumunun günü geçmiş niteliğini değiştirmez. Batı dünyasında (Federal Alman Cumhuriyeti de dahil olmak üzere) sahici, verimli ve ilerici bir muhalefet gerçekten uyandığı ölçüde, bu muhalefetin artık "sol" etiğin "sağ" epistemolojiyle birleştirilmesiyle hiçbir ilgisi olamaz.
Dolayısıyla, bugün biri çıkıp da Roman Kuramı'nı 1920'lerin ve 1930'ların önemli ideolojilerinin tarih-öncesini daha yakından tanımak için okursa, kitaba ilişkin olarak önerdiğim çizgilerde bir eleştirel okumadan yarar sağlayabilir. Ama kitabı kendine yol göstermesi umuduyla eline alırsa, yolunu daha da fazla karıştırmasından başka bir sonuç beklenemez. Arnold Zweig, genç bir yazar olarak, Roman Kuramı'nı kendine yol göstereceği umuduyla okumuştu; ama sağlıklı içgüdüsü onu, haklı olarak kitabı tümüyle yadsımaya yöneltti.
Notlar
(*) Yirminci yüzyıl başında Viyana'da oluşan bir tasarım ve dekoratif sanat akımı. Aynı dönemde Paris'te ortaya çıkan Art Nouveau ile paraleldir. Gustav Klimt gibi sanatçıları da kapsar. (ç.n.)Yukarı
(1) Bekenntnis zum Expressionismus'tan (İnancın Dışavurumcu Açığa Vurulması), Deutsche Zukunft içinde, 5.11.1933 ve Gesammelte Werke, der. D. Wellershoff, 1. cilt, Wiesbaden 1959, s. 245. Yukarı
(2) Das Zerschellen der Form am Leben (Biçimin Hayata Çarparak Parçalanması). Bu çalışma 1909'da yazıldı ve 1911'de Berlin'de Die Seele und die Formen (Ruh ve Biçimler) kitabında Almanca olarak yayımlandı. Yukarı