ISBN13 978-975-342-326-7
13X19,5 cm, 136 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

“İlksöz”, s. 7-13

Bir gazeteci ne yapar? Haber yapar. Bazen de biriktirdiklerini kitap yapar. "Ben de öyle yaptım," diyebilmeyi çok isterdim. Ama elinizdeki kitabın, bugüne kadar biriktirdiklerimin bir ifadesi olduğunu söyleyebilmek zor.

Ruşen Çakır, "Metis Yayınları için seri katillerle ilgili bir kitap hazırlamak ister misin?" diye sorduğunda karar vermek çok da uzun sürmemişti oysa. Nasıl olsa yıllardır suç ve suçlularla ilgili yüzlerce haber yapmıştım. Suçluların her türlü davranışına tanık olmuştum. Katiliydi, hırsızıydı, mafyasıydı derken, birçoğu haberlerime konu olmuştu. Nasıl olsa seri katiller de, "suç" denen büyük şemsiyenin altındakilerin yalnızca bir bölümü değil miydi? Bu muhteşem ego döneminin uzun sürdüğünü sanmayın.

Ruşen Çakır'a "Tamam" derken, nasıl bir dipsiz kuyuya düştüğümü henüz bilmiyordum kuşkusuz. Elime aldığım ilk belge, Türkiye'nin "kolici" katil diye tanıdığı Orhan Aksoy'un dokuz sayfalık polis ifadesiydi ve pek çok bilinmeyenli bir dünyaya girdiğimi anlamama yetecekti.

Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için suçluların poliste nasıl ifade verdiğini kısaca özetlemem gerekir. Zihninde Amerikan filmlerindeki sorgu sahnelerini canlandıranların heveslerinin kursaklarında kalacağını da peşinen eklemeliyim.

Bizde suçlunun sorgulaması sırasında ağzından çıkanların kelimesi kelimesine zaptı tutulmaz. Soruları sorguya katılanlar arasında rütbesi en yüksek olan polis sorar. Suçlu da bu sorulara, gönüllü ya da gönülsüz birtakım cevaplar verir. Sonra da sorguyu yapan amir durumundaki polis, zaptı tutan polise yazması için suçlunun anlattıklarını özetler. Doğal olarak bu özetleme işlemi sırasında suçlunun duyguları ve motivasyonu satır aralarında kaybolup gider. Geriye gayet teknik bir metin kalır.

Mesleğim gereği bugüne kadar onlarca katilin polis ifadesini okuma, duruşmasına katılma, hatta yüz yüze konuşma imkânı buldum.

Orhan Aksoy'un poliste verdiği ifade ise, bu özetleme işleminden nasibini almış olmasına rağmen farklıydı. Başlangıçta adını koyamadığım bu farklılık, daha ilk cümlelerde kendini gösteriyor ve insanı yavaşça dehşet duygusunun kollarına bırakıyordu.

Öldürme sahnelerinin ürkütücülüğü müydü acaba Orhan Aksoy'u bildiğim pek çok katilden ayıran? Tek başına hayır. Kurbanlarını acımasızca, daha da kötüsü amaçsızca öldürmesi miydi? Yine hayır. Bugüne kadar başka nedenlerle vahşice cinayet işleyen katiller tanımıştım.

Peki ama neydi Orhan Aksoy'u diğerlerinden ayıran? Bu soru günlerce aklımı kurcaladı. Bir katilin anlattıkları nasıl oluyor da insanın böylesine kanını donduruyordu?

Günler sonra buldum aradığım cevabı. Orhan Aksoy'un, daha doğrusu bir seri katilin anlattıklarının insanı dehşete düşürmesinin en temel nedeni, kurbanlarının hiç beklenmedik anda yüzleştikleri çaresizlik duygusuydu. Hayatlarının tehlikede olduğunu bilmeden katilin evine kendi ayaklarıyla gittikleri için savunmasız, içki ikram eden adamın Azrail olduğundan habersiz oldukları için güçsüz ve katilleriyle hiçbir düşmanlıkları olmadığı için hazırlıksızlardı.

Cevap buydu işte! Seri katiller, insana çaresizlik duygusu yaşatıyorlardı; çünkü hepimiz, içimizden herhangi biri, sadece saçının rengi kızıl diye ya da katilin nefret ettiği bir özelliğe sahibiz diye kurbanlardan biri olabilirdik.

Bu tespiti yapmak kitabın oluşum sürecinde işleri kolaylaştırır sanmıştım. Yanılmışım. Tam tersine tarafsız kalabilmek için inanılmaz çaba sarf etmek zorunda bıraktı beni. Kurbana da katile de eşit mesafede durma çabam, dosyaların, ifadelerin, tanıklıkların içine girdikçe daha da zorlaştı. Kurban yakınlarını dinleyip, ifadelerini okudukça katile duyduğum öfkeden, katilin küçük bir çocukken yaşadıklarını dinledikçe ona hak vermekten kurtulmam günler sürdü. Tarafsız kalmak için verilen bu kıyasıya mücadelenin tek nedeni ise, onu arada ben olmadan tanımanızı istememdi sadece.

Orhan Aksoy'dan diğer Türk seri katillere, oradan da dünyadaki örneklere geçerken karşılaştığım zorluklar, duygusal açmazlarla sınırlı kalmadı ne yazık ki. Burada bir parantez daha açmaya ihtiyacım var.

Gazetecide olmazsa olmaz iki özellik nedir? Büyük çoğunluğun cevabı (en azından benim tarifim bu) merak etmek ve sorulara cevap aramak olacaktır. Gazeteci okuyucuya sorularını değil, sorularına aldığı cevapları borçludur. Çünkü okuyucunun ihtiyaç duyduğu tek şey cevaptır ve marifet soru sormak değildir asla.

Ama kitapta cevabı alınamamış bir soru bulacaksınız. Kurbanlarını seçen, işkence eden, yetmezse parçalayan, hatta oturup yiyen ve bütün bunları kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği bir mantıkla yapan bu insanlar, neye dayanarak akıl hastası olarak kabul edilmiyorlar? Psikiyatrların büyük çoğunluğu seri katilleri akıl hastası olarak kabul etmiyor. Birçoğuna göre onların durumu yalnızca davranış bozukluğu kapsamına (sigara ve alkol kullanımının da bir davranış bozukluğu sayıldığını hatırlayın) giriyor. Üstelik dünyadaki bütün ülkelerin ceza hukukları seri katilleri cezai sorumluluğa sahip kabul ediyor. Hal böyle olunca da seri katiller, asla ve kata idam cezasından (birkaç istisna olay dışında) paçayı kurtaramıyorlar.

Kitabın tartıştığı, idam cezası ya da seri katillerin nasıl cezalandırılacağı değil tabii ki. Ancak cevabı bir türlü bulunamayan baştaki bu soru, ikinci bir soruya daha kapı aralıyor ister istemez. Acaba psikiyatri bilimi, seri katillerin idamdan paçayı sıyırmasını istemeyen polisin ve hukuk sisteminin baskısı altında mı? Akıl hastası kabul edilseler de edilmeseler de seri katillerin günümüz insanı için tehlikeli bir fenomene dönüştüğü tartışmasız bir gerçek. Tehlikeleri ise, kendilerine popüler kültür içinde edindikleri "kariyer"in giderek sağlamlaşması.

Şimdi seri katillerle ilgili naçizane birkaç tanımlama yapalım: Bir seri katil, kan dökme arzusu ve hazzını bir kez yaşadıktan sonra yeniden eylemsizliğe dönemiyor. Bu bir. Cinayetler bir noktada doğal nedenlerle son bulana (yakalanana ya da ölene) kadar devam ediyor. Bu iki. Özellikle ikinci cinayetten sonra artık o, dışarıdan tekdüze görünen yaşamı içinde yakalanma tehlikesini göze alan, kıl payı kaçışlardan heyecan duyan bir avcıya dönüşüyor. Bu da üç.

Ancak kitabın oluşum süreci içinde beni seri katiller kadar onların işlediği cinayetleri izleyen kitlelerin ruh hali de etkiledi doğrusu. Bütün dünya, seri cinayetleri neredeyse histeriyle takip ediyor. Kurbanlara karşı üzüntü borcu ödendikten sonra yakalanan her seri katil bir öncekiyle kıyaslanıyor. Cinayet kopya mı, özgün mü; katil zeki mi değil mi soruları soruluyor. Cinayetler arasında kıyaslama yapılıyor. Hele hele cinayetlere zekâ pırıltısı, sürpriz, gerilim ve gizem gibi unsurlar da katılmışsa, katili büyülenmiş gibi televizyon ekranından, sinema salonlarından izleyen kalabalıktan, "Ne muhteşem, çok zeki" gibi sesler bile yükseliyor.

Geçmişte ve her ülkede görülmüş olsalar bile bugün seri katillerin bastığı zemin, modern toplumun hastalıklarıyla besleniyor ve bu beslenmenin katlanarak büyüyeceği kaçınılmaz görülüyor.

Yirminci yüzyıl bir kaygı çağıydı. Araştırmalar, gelen yüzyılın da beraberinde melankoli rüzgârı getirdiğini gösteriyor. Modern hayat tarzının dünyanın her yerinde benimsenmesiyle birlikte yayılan modern depresyon salgınına önce rakamlarla bakalım:

Psikiyatr Peter Lewinsohn'un 1993'te yayımlanan bir araştırmasına göre, artık birçok ülkede, 1955'ten sonra doğanların büyükanne ve büyükbabalarına oranla hayatlarının bir döneminde ağır depresyon geçirme olasılığı üç kat ya da daha fazla. 1905'ten önce doğan Amerikalılar'ın hayatları boyunca ağır depresyon geçirme olasılığı yüzde 1 iken, 1955'ten sonra doğanlarda 24 yaşına gelenlerin yüzde 6'sı depresyon geçirmiş durumda. 1945-1955 arasında doğanların 34 yaşından önce depresyon geçirme olasılığı 1905-1914 arası doğanlara oranla on kat fazla. Bütün dünyada 30 binden fazla insanla yapılmış bir başka araştırmaya göre de, Porto Riko, Kanada, İtalya, Almanya, Fransa, Tayvan, Lübnan ve Yeni Zelanda'da aynı trend gözleniyor.

Belki de seri katilleri toplumun büyük bir hayranlıkla izlemesine şaşmamak gerekiyor. Üstelik Türk toplumunun bugüne kadar seyirci tarafında katıldığı bu oyuna, artık oyuncu sürmeye başladığı da ortada. Seri katilleri neden seviyoruz tartışmasından sonra, çerçevesini çizerken zorlandığımız ikinci soruna gelelim. Seri katil kime denir?

Aslında bu konuda kriterler oldukça açık ve tartışmasız. Bir yanda 20 yıldır çalışan FBI, diğer yanda psikiyatri bilimi, üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar. Kimlere seri katil dendiğini, bu kaynakların kriterleriyle kitapta uzun uzun okuyacağınız için burada bir kez daha tekrarlamaktan kaçınıyorum.

Bu konuda aklımızı karıştıran Osmanlı İmparatorluğu dönemi oldu. Soru şuydu: "Acaba Osmanlı İmparatorluğu'nda seri katil var mıydı?" Osmanlı tarihi konusundaki yazılarıyla tanıdığımız gazeteci-yazar Murat Bardakçı'ya sorduk. Cevabı, "Evet," oldu. Bir de kaynak gösterdi Bardakçı, Refi Cevad Ulunay'ın Sayılı Fırtınalar adlı kitabını.

Ulunay, meşrutiyet dönemi gazetecilerinden. İttihat ve Terakki muhalifi. Bu nedenle sürgüne gönderilenler arasında. Ulunay, satır satır okuduğumuz kitabında İstanbul kabadayılarını anlatıyor. Bunu yaparken de devrin bazı enteresan seri cinayetlerinden ve katillerinden bahsediyor. Bunları da kitabın ilerideki bölümlerinde okuyacaksınız. Ancak, Ulunay'ın kitabını okurken karşıma çıkan bir karakter, yeni bir sorunun sancı kılığında aklımda asılı kalmasına neden oldu: Yakub Cemil. Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucularından, İttihat ve Terakki'nin gözüpek neferi Yakub Cemil.

Refi Cevdet Ulunay'ın, "Yakub Cemil, meşrutiyet tarihinde kanlı bir sahifedir. Onun elinde tabanca tesbih gibiydi," sözleriyle tarif ettiği bu acımasız, gözünü kırpmadan adam öldüren Yakub Cemil'i seri katillerden ayıran neydi? İşlediği cinayetler, sağ kolu olduğu Enver Paşa ve çevresini dahi dehşete sürüklerken, benim bu soruya kolaylıkla cevap vermemi istemek haksızlık olsa gerek.

Yakub Cemil neden bu kadar aklımı çelmiş, onun işlediği cinayetlere neden kolaylıkla siyasi cinayet diyememiş, kitabın oluşum sürecinde hep bir soru işareti olarak taşımıştım onu aklımda? Bu sorunun cevabına geçmeden önce, biri Yakub Cemil'in çağdaşı ve muhalifi, diğeri zamanımızın gazetecisi iki ayrı yazarın kaleminden Yakub Cemil'i anlatmak istiyorum. Bunun için Refi Cevdet Ulunay (Sayılı Fırtınalar) ile Soner Yalçın'ın (Teşkilatı Mahsusa'nın İki Silahşoru) satırlarından bir kolajla özetlemek en iyi yol gibi göründü bana:

1903'te Mektebi Harbiye'den teğmen rütbesiyle mezun oldu. İlk görev yeri olan Manastır'daki 6. Nizamiye Piyade Tümeni'nde komutanı Enver Paşa'ydı. Yakub Cemil'le Enver Paşa arasında Makedonya'da başlayan ast-üst ilişkisi önce arkadaşlığa sonra da kader birliğine dönüştü. Makedonya'da önce gerilla savaşını sonra da siyaseti öğrendi. Zaman içinde İttihat ve Terakki'nin adı dört bir yana korku salan fedaisine çıktı. O cepheden o cepheye koştu. Göğüs göğüse de çarpıştı. Aynı zamanda, aydınlatılamayan birçok cinayette adı kulaktan kulağa dolaştı. Cephe gerisinde ise halka korku saldı. Acımasız işkenceleri dilden dile, kulaktan kulağa dolaştı. Hatta Saray'a, Enver Paşa'ya bile ulaştı bu söylentiler. Ama Enver Paşa'nın bu ölüm makinesine henüz ihtiyacı vardı. Enver Paşa'nın Yakub Cemil'e duyduğu ihtiyacı 23 Ocak 1913 Perşembe günü yapılan Babıâli Baskını'nda Yakub Cemil'in ağzından dinleyelim:

"Müşir Paşa sert bir dille, hiddet içinde 'Bu ne cüret, burada ne arıyorsunuz asi herifler,' diye bağırmaya başladı. Enver Bey karşısında birden koskoca Harbiye Nazırı'nı görünce kıpkırmızı kesilmişti. (...) Kolumu paşanın arkasından çevirip sağ şakağına tabancayı yaklaştırdım ve tetiğe bastım. Harbiye nazırının kafasından fışkıran kanı ve bütün heybetiyle yere serilişini izledim. Korkulan ve çekinilen Nazım Paşa'nın işi bitmişti. Enver Bey sesi titreyerek 'Eyvah Yakub Cemil ne yaptın, buna ne lüzum vardı?' dedi. Enver Bey'e döndüm 'Bu herife laf anlatılır mı?' dedim ve Nazım Paşa'nın yerde yatan vücuduna bir kurşun daha sıktım."

Birinci Dünya Savaşı'nda, katillerden bir ordu kurmaya ve cephede savaştırmaya karar verildi. Bu katillere Yakub Cemil liderlik edecekti. Bu amaçla zindanlar boşaltıldı ve katillerden oluşturulan birlik Yakub Cemil'e teslim edildi. Katillerden oluşan bu birlik halkta heyecan ve yürek çarpıntısı yapıyordu. Beklenen ilk olay, yol üstündeki Songurlu Köyü'nde meydana geldi. Yüz seneye mahkûm katillerden biri, bir köylünün yetişmiş kızına tecavüz etti. Tabii baba kız, soluğu Yakub Cemil'in huzurunda aldı. Yirmi kişilik bir müfreze, kısa bir takipten sonra tecavüzcü katili yakaladı. Mahkûm Yakub Cemil'in karşısına getirildi. Bütün halk suçluyla birlikte köy meydanına toplandı. Yakub Cemil kısa bir sorgudan sonra suçunu itiraf eden katilin donunu indirtti, uzvunu tuttu ve sağ elindeki söğüt yaprağıyla kesti. Her yer kan gölüydü. Kanlara bulanan adamın yanındakiler Yakub Cemil'e sordu: "Yarasını bağlayalım mı?" Cevap kesindi: "İstemez, köpek gibi yalaya yalaya iyi etsin!"

İkinci olay Çorum'da meydana geldi. Zanlı Arnavut Hıfzı'ydı. Bölgenin zenginlerinden biri öldürülmüş, karısı ve kızına işkence edilmişti. Olay önce jandarmaya, doğal olarak da Yakub Cemil'e intikal etti. Yakub Cemil birliğini tek tek saydı. Katillerin sayısı tamdı. Nasıl olmuş da suçlu kaçmamıştı. Yakub Cemil maiyetindekilere dönerek, "İçinizden biri adam öldürmüş. Kimden şüphe ediyorsunuz?" diye sordu. Soru tuhaftı. Doğal olarak cevap alamadı.

Jandarmadan kadınla kızı getirmesini istedi. Bütün mahkûmların yüzüne teker teker bakan kız ve annesi Arnavut Hıfzı adındaki mahkûmu teşhis etti. Ancak mahkûm, suçunu kabul etmiyordu. Yakub Cemil önce Arnavut Hıfzı'yı iskemleye bağladı. Sonra başının tepesini tıraş ettirdi. Sonra yardımcılarından birine mahkûmlarda bolca bulunan bitlerden toplattı. Bunları bir teneke içine kapattı. Sonra da tenekeyi Arnavut Hıfzı'nın tıraşlı tepesine kapatarak bir örtüyle bağladı.

İşkence saatlerce sürdü. Mahkûmun yüzü yeşilden mora, sarıdan kırmızıya dönüyor, kafasına bir tokmak vurularak öldürülmek istiyordu. Ama diğer mahkûmlar nasıl olur da küçük bitler bir adama bunu yapar anlayamıyorlardı. Mahkûm bayıldıkça yüzüne su dökülerek ayıltılıyordu. Arnavut Hıfzı'nın boğazından artık hırıltılar çıkıyordu ki, suçunu itiraf etti. Ya da etmek zorunda kaldı. İyi direnmişti doğrusu. Ama mahkeme bitmemişti. Mahkûm önce direğe bağlandı, sonra üzerine gazyağı döküldü ve Yakub Cemil sigarasını yaktıktan sonra kibriti mahkûma doğru atarak ateşe verdi. Yakub Cemil ağzında sigarası, elleri arkasında mahkûmun yanışını seyrediyordu.

Yakub Cemil'in kumandasındaki mahkûmlar bu ve benzeri olaylar eşliğinde geçtikleri yerlere dehşet salarak sınıra doğru sevk edildiler. Oradan düşman toprağına girerek çete harbi yaptılar. Ancak bu katil sürüsü bütün eğitimlerine rağmen düşman toprakları içinde ilerledikçe azaldı ve kalanlar da dağıldı gitti. Kaçmayanların sonunu ise Yakub Cemil şöyle anlatıyor:

"İstanbul hapishanelerinden dört bin kadar gönüllü seçtik (...) Zaten çoğu silah kullanmayı biliyordu. Bunların elbiseleri de askerlerden farklıydı. Ordu modeli gibi değil, avcı kıyafeti gibiydi. Bunlar gerillaydı. Henüz o tarihte bilmiyorduk ama ileride kuracağımız Teşkilat-ı Mahsusa'nın temelini atmıştık."

Kitabın oluşum sürecinde, yukarıda sorduğum sorunun yanıtını vermiştim artık. Yakub Cemil'i bugünkü kriterleri göz önüne alarak asla seri katil tanımlamasına sokmak doğru olamaz. Ancak öldürme güdüsünün ne denli güçlü bir dürtüye dönüşebileceğini, işkenceyle öldürmenin sınırsızlığını ve vatanseverlik gibi bir motivasyona sırtını dayadığında nasıl önü alınmaz bir sele dönüşebileceğini göstermesi açısından Yakub Cemil'i anmadan da geçemedim.

Ancak seri katillerin cinayetlerini maskeleyecek siyasi bağlantılarının olmaması, herhangi bir maddi çıkar gütmemeleri veya bir çıkar grubunun içinde yer almamaları gerekiyor. Ne kadar çok sayıda cinayet işlemiş olursa olsun!

Uzun lafın kısası, başlangıçtaki amacım bu olmasa da, "Türklerden seri katil çıkmaz" muhabbetinin sonuna gelindiği görülüyor. Artık Türkiye'nin suç dünyası içinde seri cinayetler hızla yerini alıyor. Türkiye'nin, ağır aksak da olsa ilerlediği modernizasyon yolunda, modern toplumun hastalıklarını daha hızlı benimsediği kanıtlanıyor...

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X