ISBN13 978-975-342-291-8
13x19,5 cm, 240 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Ulusal Kalkınmacılığın İflası, 1993
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş'ten, s. 31-38

Enformel Küreselleşme

İstanbul'un dönüşümü küresel kent modeli beklentileri açısından yetersiz olmuştur. Bölgesel rolü sınırlı kalmış, hizmetler alanındaki işlevi esas olarak ülkenin geri kalan bölümüne yönelmiştir. Bilgi teknolojisi yavaş gelişmiş, modern türden hizmetler anlamlı bir sermaye birikimine ya da istihdam artışına yol açacak bir öncü sektör haline gelmemiştir. Ama öte yandan kent son derece canlı gelişmektedir: vitrinlerdeki lüks mallar, ofis binaları ve üst düzey konut alanları, sokaklarda teşhir edilen gösteriş tüketimi; bütün bunlar yalnızca Türkiye ekonomisinin iç büyümesi tarafından körükleniyor olamaz. Bu çelişkinin açıklaması, ulusaşırı maddi akışların, küresel kent literatüründe öngörülmemiş, politik ortamın belirsizlikleri tarafından biçimlendirilmiş, farklı, enformel, geçici türden bir yoğunlaşmasında yatıyor. Bu alternatif küreselleşmenin iki boyutu var. İlki "yasadışı" akışlarla ilgili: İstanbul kara para aklama ve uyuşturucu ticaretinde ana merkezlerden biri haline geliyor. İstanbul kara para aklayan tek kent değil, ama devlet uluslararası kuruluşların saydamlık ve finans sektörü denetimi konularında yeni dünya standartlarına uyulması yolundaki taleplerine uygun tedbirler alma konusunda çok ağır davranıyor. Türkiye, kumarhaneler ve inşaat şirketleri, hatta banka sistemi aracılığıyla kara para aklanmasına karşı aşırı gevşek bir tavır içinde olması dolayısıyla sık sık eleştiriye maruz kalmıştır; başka biçimde söyleyecek olursak, finans sektörünün şişkinliği ve yüksek kârlılığı kısmen her gün dünyayı dolaşan kaynağı belirsiz milyarlarca dolar paradan alınan pay yüzündendir. Gerçekten de 1998 yılı boyunca siyasi gündemi işgal eden başlıca konu, kara para dolaşımından kaynaklanan ve hiçbir sınır tanımayan rüşvetçilik biçimini alan siyasi yolsuzluklar olmuştur.

Yolsuzluğun bu kadar yaygın olmasını olanaklı kılan, farklı mantıkların bir arada yaşamasıdır. Uzun süren popülizm uygulaması, vazgeçilmesi güç politik tahsis mekanizmaları yaratmıştı. Tamamlanmamış liberalizasyon ise politik gücün piyasa avantajına tercümesi açısından mükemmel bir fırsat yaratıyordu. Eski sistem yıkılırken büyük para kazanmak mümkündü: politik seçkinler, gerekli yasal çerçeveyi oluşturmak ya da bunu yapmaya zorlandıklarında yeterli bir inançla uygulamak konusunda işi bu yüzden bu kadar ağırdan alıyorlardı. Yolsuzluğun bir kısmı, başta uyuşturucu olmak üzere yasadışı malların ticaretini olanaklı hale getiren bir ortamın oluşumu yönünde etki yaratmaktadır. Kaynağı gösterilemeyen paranın büyük bölümü, Avrupa'ya giren uyuşturucunun, bazı bulgulara göre %75'inin Türkiye yoluyla taşınmasından kaynaklanıyor. Bu konuda rakamlara güvenmek güç olmakla birlikte, bir gazete haberi yıllık uyuşturucu kaçakçılığı miktarını 55 milyar dolar olarak veriyordu (Cumhuriyet, 29 Aralık 1997). 2000 yılında ise bu rakam 100 milyar dolar olarak gazetelere geçti. Bu rakam abartılı olsa da kâr oranlarının yüksek olduğu ve ülkede kalan katma değerin önemli bir bölümünün, uyuşturucu ticaretinin çıkış noktası olan ve başlıca oyuncuların yerleşmiş olduğu İstanbul'da kaldığı tahmin edilebilir.

Beklenmedik bir küreselleşmeye yol açan ikinci unsur da başka bir enformel faaliyettir; İstanbul'un Rus ve Doğu Avrupa tüccarları için bir pazar yeri olarak eski konumunu yeniden elde etmesinden kaynaklanır. Tümüyle tek yanlı olan bu ticarette, İstanbul'a "turist" olarak gelen yabancı tüccar çoğunlukla tekstil ürünleri satın alarak bunları güya "yolcu beraberinde", "bavul içinde" ülkesine taşır (Blacher 1997). Bu tür uydurma yöntemlere başvurulması zorunluluğu, politik mercilerin yeni dünya koşullarına uygun mevzuat ve kurallar geliştirmekte gösterdikleri isteksizlik ya da beceriksizlikten kaynaklanır. Yılda 5-10 milyar dolara ulaştığı hesaplanan bu ticaret, kayıt dışı kalması anlamında enformeldir. (Bu rakamı resmi akışlarla karşılaştırmak yararlıdır: 1996 yılında Türkiye'nin resmi, kayıt altındaki ihracatı 25 milyar dolar civarında, GSYİH'sı ise 170 milyar dolardı. İstanbul'un ulusal gelir içindeki payı 50-70 milyar dolar arasında hesaplanıyordu.) Bu sektörün ayırt edici yanı küçük ölçekli, esnek organizasyonlardır: çok sayıda tüccar, güçlü bir rekabet içinde, düşük kâr marjlarıyla çalışır. Yetkililer şimdilik bu sektöre müdahale etmedilerse bunun nedeni sektör çevresinde yaygın bir çıkar ağının oluşmuş olmasıdır. Söz konusu olan, sadece ihracat noktası olarak çalışan 5 bin dolayında dükkânın yarattığı istihdam ve gelir değildir; aynı zamanda bunların bağlantı içinde bulundukları, her biri küçük atölyelerinde on ila yirmi arasında işçi çalıştıran küçük girişimcilerden oluşan hazır giyim imalatçıları da sektörün bir bileşenidir. Tekstil sektörü geçmişte olduğu gibi günümüzde de İstanbul ekonomisinin en hızlı büyüyen istihdam sektörüdür. 1980'li yıllarda bu sektörde 130 bin yeni iş yaratılmış, sektörün toplam istihdam içindeki payı 1980 yılında %10,7 iken 1990'da %15,5'e yükselmiştir. Bu hesaba göre imalat sanayii istihdamının yarısı bu sektörde yoğunlaşmaktadır (bkz. Aksoy 1996, 24). Bunun yanı sıra, Rusya'dan ve öteki eski Sovyet cumhuriyetlerinden gelen tüccara hizmet veren geniş bir otel, lokanta, eğlence, ulaştırma ve banka sektörü söz konusudur. Ne var ki, devam edip etmeyeceği belirsiz olduğundan, daha kalıcı yapılar ortaya çıkmamaktadır. Tam tersine, vergiyi ön planda düşünen devlet yetkilileri, bürokratik ya da mali kısıtlamalar getirme yönünde herhangi bir girişimin bu faaliyetin bir başka dünya pazarı kentine kaçmasına yol açacağını bildikleri halde, belirli aralıklarla bavul ticaretini denetim altına alma tehdidini savurmaktadırlar.

Bu tür enformel para ve mal akışları İstanbul'un dünya ekonomisindeki yeni rolünü biçimlendirmekte hiç kuşkusuz bir rol oynamakla birlikte, bu tarz bir uluslararasılaşma ekonomik alanda, milliyetçilik sonrası olmanın dışında, hiç de post-endüstriyel ya da postmodern bir yöneliş anlamına gelmez. Aslında bu faaliyetin varlığı ulusal mekân üzerinde kontrolün çözülmesinin ve devlet düzenlemesinin artan ölçüde ortadan kalkmasının bir ürünüdür. Ne var ki, uyumsuzluklardan ve geçici olabilecek arbitraj fırsatlarından yararlanarak, doğan çatlaklarda varlığını sürdüren bir faaliyettir bu; küresel kent modelinde öngörülen türden bir yapılanma dinamiği içerdiği söylenemez. İşaret ettiği yön, kentin tarihsel varoluş tarzı içinde, modern dönem öncesi görmüş olduğu işleve, yani uluslararası bir pazar yeri olma işlevine benzer. Bu alanda İstanbul'un karşılaştırmalı üstünlüğü, düşük kâr marjları ve esneklikten, bir de geniş Türkiye pazarına erişme olanağından kaynaklanır. Yeni tür bir hizmet ya da bilgi ekonomisinden ziyade, imalat kapasitesine ve dükkâncılık potansiyeline dayanır.

Buraya kadar söylenenler, İstanbul'un küreselleşmenin etkilerini hissettiğini, küresel para, sermaye, insan, fikir, gösterge ve bilgi akışının yoğunlaşmasını yaşayan bir yer olma anlamında küreselleşmekte olduğunu ortaya koyuyor; ama modelde öngörüldüğü tarzda bir küresel kent haline gelmiyor İstanbul. Ulusal sınırlar ötesinde bölgeye üretici hizmetleri verme yönünde bir ölçüde bir yapısal değişim yaşanmakla birlikte, dönüşüm, ulusal işlevlerden ziyade küresel işlevlerin, imalat yerine hizmetlerin değişimin yönünü belirlemeye başladığının iddia edilebileceği kadar ileri gitmiş değil. Bunun nedeni fırsat yokluğu değil; gerçekte, tarihi ve coğrafyası göz önüne alınırsa, kentin küresel bir rol oynamak açısından şansının yüksek olduğu söylenebilir. Bu şansı sınırlayan daha ziyade politik alandan gelen tahditlerdir: popülist politikaların devam etmesi, ülke çapında liberal bir çerçevenin yerleştirilmesi konusunda gönülsüzlük, yerli girişimcilerin tutarlı ve birleştirici bir bakış açısı geliştirememeleri. Farklı eğilimlerin bir araya gelmesinin sonucu ise kamusal yokluğun orta yerinde özel zenginliğin gösterisidir: çamurlu yollarda Ferrari'ler ve Porsche'ler, en son mimari üslupla yapılmış çok katlı iş merkezlerinde sürekli elektrik kesintisi.

Reel Küreselleşme

İleri ülkelerde Fordist refah devletinin, çevre ülkelerde ise kalkınmacı popülizmin çökmesiyle birlikte, gelir dağılımında, tüketim kalıplarında ve hayat tarzlarında doğan eşitsizlikler herkesin malumu. İstanbul söz konusu olduğunda, bütün küresel kentlerde olduğu gibi, hem kent halkının küreselleşmiş faaliyetlere katılımı açısından, hem de dönüşüm geçiren fiziksel mekânlar bakımından gelişme aşırı ölçüde eşitsiz olmuştur. Bu eşitsizlik, daha eski bir literatürün tasvir ettiği modern-geleneksel çatışmasıyla benzerlikler taşıyan ve küreselleşmecilerle yerelciler arasında yerellik ve kimlik konularında yoğunlaşan bir kültürel çatışmaya paralel olarak gelişmekte ve onu beslemektedir. Eşitsizlikler, nüfusun küçük bir bölümünün dünya ekonomisinin doğurduğu yeni dinamiklerle hızla bütünleşmesinden doğarken, çoğunluk ise bu bütünleşmeye, yarattığı maddi olanaklardan yararlanmaksızın tanık oluyor ve tepki gösteriyordu. Dünya pazarıyla bağlantı kuran girişimciler, bankacılar, bilgi sektörü çalışanları, veri tacirleri, serbest meslek erbabı, yeni paradigmayla kolayca bütünleşmek üzere eğitilmişlerdi ve dünyadaki benzerleriyle aynı ücret ve gelir düzeylerine yükseliyorlardı; buna karşılık daha önceki bir dönemin ürünü olan orta sınıflar ve ister örgütlü ister enformel sektörde çalışsınlar, ister vasıflı ister vasıfsız olsunlar, ister sürekli ister geçici işlerde çalışsınlar, bütün işçiler, kaybeden konumundaydılar. Üstelik, daha önceki dönemin orta sınıflara yaraşır bir gelir ve statü sağlayacak "eli yüzü düzgün" iş olanakları artık doğmuyordu. Başka bir şekilde söylendiğinde, küresel düzenin bütünlüğünü yitirmiş mekânlarında, kent nüfusunun bir bölümü merkez ülkelerin nüfusuna benzemeye başlarken, çoğunluk dışlanmış oluyordu; üstelik, modernist çağda atmosferi belirleyen sisteme entegre olma vaadinin postmodern çağda geçerli olmadığı bilinci de işin cabasıydı.

Göreli olarak eşitlikçi biçimde geniş bir yelpazeye hitap etmiş olan sosyal hizmetler, üst gelir grupları açısından hızla özelleşiyordu: ana okulundan yüksek öğretime kadar özel okullar mantar gibi çoğalıyor, pahalı sağlık kuruluşları ortaya çıkıyordu. Kamu hizmetleri ise kötüleşiyordu: bütçe kısıntıları ile birlikte, okul ve hastane binalarının bakımı bile yapılamıyor, öğretmenler ve sağlık elemanları düşük memur maaşına mahkûm oluyor, varolan kapasite talebi karşılamaz hale geliyordu. Tüketici mallarında ve hizmetlerde bir çeşitlenme yaşanıyor, toplumun kaymağı ile geri kalanı arasındaki tüketim olanakları eşitsizliği, göze batacak kadar belirginleşiyordu. İki bölmeli bir toplum ortaya çıkıyor, hayat tarzları ve tüketim kalıpları mekân içinde birbirinden ayrıştırılabildiği ölçüde aralarındaki mesafe büyüyordu. Konut alanları da bu kopuşu yansıtıyordu: küreselleşmeciler için inşa edilen yeni siteler pahalıydı, dışarıdan giriş kontrol altındaydı, peyzaj çalışması yapılmıştı. Gecekondu bölgeleri ise, özellikle kente yeni gelenler için mantar gibi artıyordu (bkz. Bölüm 8). Restoranlar, gece klüpleri, konser salonları, sergi mekânları, sınıfların kültürünün tüketim dolayımıyla yeniden tanımlandığı bir sürece katkıda bulunuyordu.

Bu söylenenler, orta katmanların zaman içinde küresel tüketim kalıplarına katılmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu ağır işleyen bir süreçti ve Anadolu'dan kente yoksul insanların göçü devam ettiği için de gözle görülür bir başarı sağlayamadı. Kürt bölgelerindeki iç savaş dolayısıyla köylerinden sürülen bu insanlar, İstanbul'a popülist sosyal koruma mekanizmalarının ortadan kalkmış olduğu bir anda geliyorlardı. Küresel kent literatüründe, bu tür bir göçün (örneğin New York'a Orta Amerika'dan göç) etnik bir işbölümüne ve toplumsal kutuplaşmaya yol açacağı beklentisi vardır. New York örneği alındığında ülke dışından gelip kente yerleşen insanların sayısı yılda 70 bin dolayındadır; dolayısıyla kentin nüfusu gözle görülür bir ölçüde artmamıştır. Bunun sonucu olarak yeni gelenleri istihdam hiyerarşisine massetmek mümkün olmuş, gerçek anlamda dışlanmış olan nüfus kesimi (Lash ve Urry'nin [1994] kullandığı terimle "kendi içine dönmüş getto" [impacted ghetto]) sabit bir düzeyde kalmıştır. Oysa İstanbul her yıl New York'un üç katı göçmeni massetmek zorundadır. Toplumsal hiyerarşinin tepesinde yeni bir bilgi seçkinleri katmanının doğuşunun, hiyerarşinin alt basamaklarında çok farklı türden kişisel hizmetleri sunan bir işgücüne ihtiyaç yaratacağı beklentisi vardır. Üretici hizmetleri sunan firmaların, temizlik elemanı, kurye ve başka türden düşük vasıflı personel ihtiyacı, bu işgücü talebinin sadece bir bölümünü oluşturacaktır. Talebin büyük bölümü, ileri derecede bireyleşmiş, yüksek gelirli meslek sahiplerinin farklılaşmış tüketim kalıplarından kaynaklanacaktır. Bu insanlar, emek yoğun yöntemlerle üretilen, benzersiz özellikler taşıyan lüks mallar talep ederler; beş yıldızlı otellerden turizm acentaları ve kaliteli butiklere, farklı ulusların mutfaklarını temsil eden lokantalardan şoför, bodyguard ve köpeklerini dolaştıracak insanlara kadar çeşitli türden hizmetlere ihtiyaç duyarlar; dolayısıyla farklılaşmış bir hizmet sektörünün oluşmasının ekonomik potansiyelini yaratmış olurlar. Birincil, yani küreselleşmiş sektör yeterli itilimi sağlayamazsa, bu "suda büyüyen halkalar" etkisi sınırlı kalır. Her yıl 200 bini aşkın, okuma yazması bile sınırlı insanın kente aktığı göz önüne alınırsa, İstanbul'dan daha canlı bile olsa, herhangi bir küresel kent dinamiğinin işgücü piyasasında bu akışa yeterli bir talep yaratabileceğini ummak aşırı iyimserlik olurdu. Bu yüzden, impacted ghetto benzeri dışlanmış bir durumda, ama çok farklı bir kültürel ortamda yaşayan bir nüfus kesiminin sayısı artmakta, bu kesim kentin politik hayatına damgasını vuracak ölçüde ağırlığa kavuşmaktadır.

Bu tartışma ışığında, ekonomik dönüşümü ve istihdam yapısı göz önüne alındığında, İstanbul'a bir "ikili kent" olarak değil bir "bölünmüş kent" olarak bakmak daha gerçekçi olacaktır. Kentin bir bölümünde, ister formel ister enformel biçimlerde olsun, küresel maddi akışlar gerçekleşmekte, bunlar sınıf oluşumu, tüketim kalıpları ve yaratılan istihdam bakımından beklenen sonuçları üretmektedir. Ancak kentin bir ikinci bölümü vardır ki, burada yaşayan insanlar bu akışlardan büyük ölçüde kopuktur; maddi yaşam eski düzenleme tarzları çerçevesinde, enformel sektörde, gecekondu mahallelerinde, kentin çevresinde neredeyse ayrı birer kasaba oluşturan ortamlarda, kente göçün öncesinden kalan ve göçle birlikte belirli bir dönüşüme uğramış olan toplumsal ağlar aracılığıyla sürdürülür.

Farklı alanların böyle ayrıştığı bir ortamda, kamusal mekânın özelleştirilemediği, etkileşimin kaçınılmaz olduğu durumlarda ortaya çatışmalar çıkar. Son yılların bütün büyük ideolojik savaşları kamusal mekânın kontrolü ve bundan türeyen kamu ahlakı anlayışı üzerinde yoğunlaşmıştır: okullarda türban sorunu, camilerin nereye yapılabileceği, reklam panolarında çıplaklık, meyhane ve kafelerin sokağa masa koyması tartışması (bkz. Bölüm 2), sokakta rock müziği çalınması, bu tür tartışmalar arasında yalnızca en çarpıcı olanlardır. Kuşkusuz dışlanma ile katı bir ahlakçılık arasında birebir bir mütekabiliyet yoktur, ama siyasi İslam büyük ölçüde kamu ahlakı ve kültürel çatışma üzerine var olan kaygıları yansıtan bir dil yaratmayı amaçlamış (bkz. Bölüm 4) ve toplumun kıyısında kalmış nice insanın desteğini almayı başarmıştır. Bunun sonucunda, Batılılaşma taraftarlarının programını tarihsel olarak tanımlamış olan laik modernleşme söylemi, küreselleşmenin olumlu biçimde sahiplenilmesinin hizmetinde herhangi bir kısmi ve politize söylem konumuna indirgenmiş olmaktadır. Açıktır ki bu kutuplaşma, hem laikliğe bağlı kalan, hem de marjinalize olmuş kesimleri cezbetme potansiyeline sahip bir muhalefet gündeminin oluşturulma şansını zayıflatmaktadır.

Küreselleşmenin etkisi ve yarattığı değişimlerden toplumun farklı kesimlerinin farklı ölçüde nasiplendiği gerçeği göz önüne alınmadığı takdirde, toplumsal ve kültürel gerilimlerin yoğunlaşmasını kavramak güçleşir. Ama belki bundan da önemlisi, çatışmanın doğasını ve ifade ediliş tarzını nitel biçimde değiştiren gösterge ve simgeler akışının yoğunlaşmasıdır. Medyadaki patlama, politik fikirlerdeki, çevreci akımlardan insan haklarına değişik konulara yönelen çeşitlenme, dünya markaları ve küresel üsluplara yöneliş, bütün bunlar, kentsel girişimcilikten etnik hareketlere ve politik direnişe kadar uzanan değişik platformlarda kullanılabilecek bir dizi simge ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme politik ve kültürel bağlamı öylesine değiştirir ki, her şey kendini, küresel bir damga taşıyan işaretleri göz önüne alarak ve kullanarak, küresel ölçekli protesto biçimlerine başvurarak (küresel ölçekte örgütlenmiş devlet-dışı kuruluşların son dönemin kentsel hareketlerinde tuttuğu yer), küresel forumlara seslenerek, küresel medyada kendini sınayarak ifade etmek zorundadır. Yerel, yerli, farklı çıkarlarca gerçek ve geleneğe uygun olarak sunulan her şey, kentin küresel konumlanmasının ışığında yeniden tanımlanmak ve sınanmak zorundadır (bkz. Bölüm 2 ve Bölüm 4). Kentin modern ve küreselleşmeci seçkinlerinin, yanlış olduğunu, mahkûm edilmesi gerektiğini düşündükleri melez türden yaşam tarzlarını dışlamak için yeni bir sözlüğe ihtiyaç duymaları bu yüzdendir (bkz. Bölüm 6). İslami hareketin alternatif bir küresel kent projesi üretmek zorunda kalması (bkz. Bölüm 3) ve kendi saflarında yaşadığı istihdam ve tüketim farklılaşmasına kayıtsız kalamaması (bkz. Bölüm 5) bu yüzdendir. Başlangıçta kente yeni göçmüş insanların acısını ifade etmek için geliştirilmiş olan bir müzik türünün bugün kendini "dünya müziği"nin gelişen bir janrı olarak sunmak zorunda kalması da bu yüzdendir (bkz. Bölüm 7).

Ne var ki, belirli bir düzeyde kent hâlâ "yumuşak"tır, istendiği gibi yoğrulabilen bir nitelik taşır: maddi, kültürel ve politik bakımdan birbirinden çok farklı nüfus kesimlerini bağrında eritir; gerilimler kaybolur, ortaya etkileşim çıkar. Mekân kutuplaşır ama aynı zamanda heterojen kesimler aynı mekân içinde bir arada var olmayı sürdürür. Kültürel miras üzerinde açık savaş verilmez, pazarlık yapılır. Evet bazı savaşlar yapılır ama uzlaşmalar da doğar. Devletçi milliyetçiliğin yaydığı "ortak çıkar" yanılsamasının teşhiri, bazı bakımlardan olumlu sonuçlar doğurmuştur: küreselleşmenin etkisi altında doğmakta olan yeni kültürel, politik ve simgesel cemaatler, çatışmaların açıkça ortaya konulabilmesini olanaklı kılar. Yeni sahnede iş yapabilmek için yeni beceriler geliştirilir, yeni bir dil öğrenilir. Bu belki de uygar davranışın, kent yaşamının olmazsa olmaz koşulu olan uygar bir kültürün habercisidir. Bu kitapta bir araya getirilmiş olan makaleler, çatışma ve bir arada yaşama, gerilim ve pazarlık arasındaki etkileşimin çeşitli boyutlarını ortaya koyuyor, küreselleşmenin sorunları nasıl büyüttüğünü ve etkileşimi nasıl daha da acil hale getirdiğini gösteriyor.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X