"Önsöz", s. 9-10 ve "Giriş", s. 13-16
Önsöz
Taraflı ve yetersiz de olsa(1) bu çalışma son derece tedirgin edici bir konuda yıllardır süren araştırmaların sonucudur. Dünyada başka hiçbir şey işkence kadar korkutmaz insanı, hiçbir şey böylesine öfkelendirmez, bu denli tepki uyandırmaz; işkenceden başka hiçbir şeye tüm varlığıyla isyan etmez insan. Böyle bir konuyu seçmemin, seçmek zorunda kalmamın nedeni bu. Elinizdeki kitap, her ikisi de iktidar ve hükmetme, zulüm ve mahrum bırakma kadar, cesaret ve direnmeyi de inceleyen Sexual Politics (Cinsel Politika) ve The Basement (Bodrum) adlı kitaplarımın mantığa uygun, doğal sonucu olarak ortaya çıktı. Yolculuk uzun ve asap bozucuydu; çoğu zaman başka insanların katlanmak zorunda kaldıkları şeyleri okumak bile beni umutsuzluğa sürükledi. Okurun benimle bu yolculuğa katılmasını istememin nedeni, başlangıçta beni harekete geçiren dürtü: eğer olanları bilirsek, değiştirilebilmeleri için biraz olsun umut beslenebilir; eğer umursarsak kötülüğe karşı bir şeyler yapma imkânı doğar.
Bir sabah bu kitabın taslağını hazırlamaya başladığımda, yatağımın ayak ucunda kocaman bir toprak kap içinde sapsarı laleler olsun istemiştim; belki de saçma gelebilecek, yersiz bir arzuydu bu. Keşfedeceğim şeylere karşı duracak bir dirim simgesi, özgürlük ve hayatı temsil edecek, göğüs germek zorunda kalacağım acı ve dehşete karşı duracak bir tezattı aradığım. Bu uçuk bir gönderme noktası olsa da, başlangıç için bir mekâna, insanın ne için yaşadığına, nasıl tahammül edebildiğine dair bir simgeye, hapsedilmenin getirdiği ölüm ve yıldırmaya karşı, yaşama sevincini savunan bir ikona ihtiyacım vardı... Bunların tümü başından geçmiş birisi ilkesel olarak katılır mıydı bana acaba? Belki de bu niyetime kafasını sallar ama ailesine kavuşmak, dostlarıyla birlikte olmak, sevişmek, güneş ışığı, bir kadeh şarap ve deniz kıyısı gibisinden bambaşka şeylere yönelirdi. Biz burada hayatın karşısına, hayatın çekiciliğinin karşısına, ölümü koyuyoruz. İnsan bu çekicilik uğruna, sonsuz imkân, çeşitlilik ve hazlar uğruna seçer yaşamayı. Korkudan ve acıdan öylesine farklı, öylesine tasavvur edilemeyecek kadar başkadır ki yaşamak, bu farkı belirtmek için insan barışı, güveni, sükûneti, güzelliği, uygarlığı temsil ettiğini düşündüğü rasgele bir şeye sığınır. Zulüm politikasının yer almadığı ne varsa ona.
Sadece zıtlıklar ya da tayfın iki ucu mu? Kaçınılmaz olduğu düşünülmemeli bu durumun; çünkü zulüm politikası sonuçta gereksiz, yararsız, doğaya da insanlık durumuna da aykırıdır; hayatın inkârından başka bir şey olmayıp, bürokratik düşünce tarzı kadar mekanik ve donuktur: "etnik arındırma"yı bir fikir olarak tasavvur edebilir misiniz? Devlet terörünün çeşitli şekilleri artık, bu kuşağın ve belki de bundan sonrakinin metanet ve kararlılıkla iç yüzünü sergilemesi ve yok etmesi gereken, küresel bir durum arz etmektedir.
Giriş
Fransızlar, bu türden yazılara témoignage, tanıklık edebiyatı derler; o yerde bulunmuş, görmüş, öğrenmiş olmak anlamında. Özyaşamöyküsü, röportaj, hatta hikâye tarzında olabilir, çeşitli türlerle kesişir bu anlatım. Ancak temeli olgulara dayanır; tutkuyla yaşanmış ve ahlaki bir zorunlulukla, bitmek tükenmek bilmeyen bir iyimserlikle, işitenlerin ilgi göstereceği, hatta bir şeyler yapacağı umuduyla katliamın ortasında açan bir çiçek gibi kök salar.
Bu çalışmadaki tanıkların ortak özellikleri şu ki, yazar ister kendi ağzından yazmış, ister kurgusal bir kahraman yaratmış olsun, genellikle kendi başlarına gelmiş olan işkence tecrübesini dile getiriyorlar. İşkence uygulayan bir kültürde nasıl yaşandığını, zulmün toplumsal ve siyasal hayata yeniden dayatılmasının bireysel ve kolektif ne gibi etkileri olduğunu edebiyata özgü sezgi ve ayrıntıyla bize açıklıyorlar.
Günümüzde işkence uygulaması, dünyanın daha önce tanık olmadığı, Engizisyon döneminin bile solda sıfır kaldığı bir boyuta ulaştı. Batı tarihinde, suçluyu ortaya çıkarma sürecinde işkencenin yaygın olarak yasaklanmasıyla ilgili çabalara rağmen hakikat bu merkezde. Yasal ve hukuki sayılan geleneksel işkencenin yasaklanmasıyla birlikte, işkencenin tarihe gömüleceği umuduna kapılmıştık: Rus Çarı 1801'de, Japon İmparatoru 1847'de ülkelerinde artık işkence yapılmayacağını açıkladılar. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa ülkeleri birbiri ardı sıra, resmen işkenceyi yasakladı. 1874'e gelindiğinde ceza hukukunda işkencenin yasal olarak ilgası öylesine kesinleşmiş görünüyordu ki, Victor Hugo, "işkence artık yeryüzünden kalktı," diyebilmişti. Kuşkucular işkenceyi değişmez bir tarihi olgu olarak görseler de, hukuk tarihçisi Nigel Rodley, Treatment of Political Prisoners Under International Law (2) (Uluslararası Hukukta Siyasal Tutuklulara Davranış Tarzı) adlı kitabında ağırlıklı olarak resmi ilga üzerinde durarak, "Yarım yüzyıllık bir süre içinde işkence yasal sürecin bir parçası olmaktan çıktı; on sekizinci yüzyılın sonunda Avrupa'da fiilen kalktı," demektedir. İnsan Hakları Bildirgesi'nde ve anayasal devlette birbiri ardı sıra işkencenin yasaklanması türünden siyasal fikirlerin resmen yer almasının ardında yüzyıllardır süregelen mücadeleler ve reformlar vardı.Balayı kısa sürdü ancak gene de, uygarlık kadar eski ve yaygın olan ve (tıpkı kölelik gibi) insan tabiatında bulunduğu iddia edilen bir uygulamanın on dokuzuncu yüzyılda resmen ilga edilmiş olması çok muazzam bir değişimdi. Ne var ki, işkencenin sona erdirilmesi için bunca mücadeleden sonra, başka şartlar altında onun, dönüşerek geri gelmesi ve yaygınlaşması da eşit derecede önemliydi. Hukuk tarihi yazarı Edward Peters'in(3) (Torture [İşkence]) yorumuna göre, işkence devam eder ve yaygınlaşırken, artık adi bir suçun itiraf ettirilmesi için kullanılmaktan çıkıp, devletin kendine yönelik olduğunu farz ettiği yıkıcı eylemlere karşı kullandığı bir silaha dönüştü. Hukuk yöntemleri geliştikçe ve kanıtlara ilişkin kurallar hassaslaştıkça, itirafların önemi azaldı; adi suç açısından –kamuya açık, yasalarla belirlenen ve onaylanan– geleneksel, hukuki işkence artık gerçekten ortadan kalktı. Ancak "siyasal suç" söz konusu olduğunda, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyıla uzanan, devletle ilgili, adı konmamış, hukuksal inceleme ve denetimi hiçe sayan, devlet iktidar araçlarının aşırı güçlendiği bir "zorunluluk" süreci baş gösterdi.
Çar, 27 Eylül 1801 tarihli Ukaz'da işkence yasağını, "İnsanlığın utancı ve yüzkarası olan işkence sözcüğü nihayet ebediyen hafızalardan silinecektir" sözleriyle duyuruyordu. Teknik olarak yasaklanmış ve gözle görülür biçimde azalmış olsa da işkence ne Rusya'da ne de dünyanın başka yerlerinde, özellikle de on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başındaki siyasal ihtilaf ve baskı ortamında hiçbir zaman yok olmadı; Sibirya gene vardı; Okhrana ya da siyasi polis sorgulamalarında bir değişiklik olmamıştı. Rus devrimcileri 1917'den önce maruz kaldıkları işkenceleri unutmamıştı. Öyle ki, 1920'lere gelindiğinde Lenin sorgulama ve tutuklama yöntemi olarak işkenceyi benimsemiş ve bir zamanların acı ve ıstırap yuvaları yeniden siyasal tutuklularla dolmaya başlamıştı.
İşkencenin, suçluluğun bir bölgede yasaklanması, reform ve kişinin devlet karşısındaki hakları açısından bir zaferdi; ancak başka bir yerde, siyasi muhalefet ve başkaldırı adı altında ortaya çıkması kişi hakları üzerindeki devlet gücü açısından daha büyük bir zaferdi. Bir yerde engellenen devlet gücü ancak kısa bir süre için geri çekilmiş, çok geçmeden başka bir alana daha korkunç bir vahşet, zulüm ve zorbalıkla yayılmıştı: zan altında işkence gören adi suçlular sayıca azdı; ne var ki "siyasi düşmanlar"ın sayısı eskiden olduğu gibi şimdi de bitip tükenmeyecek kadar çoktu. Adi suçlulara yüklenen suçlar, nerdeyse tüm evrensel, sosyal ve ahlaki kurallara ve hukukun egemenliğine karşı olan, tanık ve kanıt gösterilebilen, somut ve belirli eylemleri içeriyordu. Siyasilerin suçlarıysa çok daha kuramsal, soyut, ideolojikti ya da genel geçer öğretilere aykırıydı; hatta kimi zaman ahlaki bir ilkeye ya da sıradan bir vatandaşa değil de, iktidara karşı sanal hakaret şeklini alabiliyordu. Bu durum, birkaç yüzyıllık görece bir duraklamadan sonra, on ikinci yüzyılda Engizisyon'un Eski Roma hukukunun işkence yöntemlerini kendine uyarlamasına benzemektedir. Engizisyon sona erince işkence yeniden adi suç sanıklarıyla sınırlı kaldı. Bu da bertaraf edilince, işkence uygulaması siyasi denetim alanına kaydırıldı; bu alanda hızla üredi ve yayıldı.
Modern işkence uygulamasının geçmişe göre bir önemli farkı vardı: yapanlar bunu gizli tutuyordu. Gizli tutuluyordu çünkü hâlâ genelde kesinlikle yasaklanmış bulunuyordu. Günümüzde de esasen böyle uygulanmaktadır. Lenin'in topyekûn devlet iktidarı modelini ve bu iktidarın güvenliği ve denetimi doğrultusundaki ihtiyaçlarını örnek alan Stalin ve Hitler, dünyanın pek çok yerinde hâlâ sürmekte olan bir sistem inşa ettiler. Sömürgeci güçler kadar, Batı demokrasilerince de taklit edilen, teknolojik gelişmelerle bilenen bu yönetim sistemi, en çok Orta ve Güney Amerika'da, İran'da ve Güney Afrika'da görülmektedir; Uluslararası Af Örgütü işkencenin Afrika, Asya, Doğu Avrupa ve Ortadoğu'da da uygulandığına dikkat çekmektedir. Peters 1985'te, tahminen her üç ülkeden birinde işkence uygulandığını ileri sürüyordu; bugün bu oran daha da yükselmiş olabilir.
İşkence uygulayan ülkeler, yasal safsatalara ve kolaylıklara sığınırlar; artık âdet haline gelen "olağanüstü hal" durumlarında, yargılanmak üzere yasal çağrı türünden anayasal haklar askıya alınarak, işkence uygulaması için gerekli gözaltı, tutuklama ve sorgulamayı kolaylaştırıcı koşullar yaratılmış olur. Ne var ki işkencenin kendisi yasaklanmıştır, bu nedenle gizlidir ve bu yüzden çok daha etkileyicidir.
İşkence devlet iktidarının en aşırı icraatıdır. Kendisinde vatandaşlarına küstahça işkence etme hakkı gören devlet, onlar üzerinde mutlak egemenliği olduğunu varsayar. İnsanlar üzerindeki –tutuklama, hapis, yargılama süreci, karar ve mahkûmiyet türünden– yetkilerine işkencenin de ilavesi imhaya yol açar. Çünkü işkenceye karşı konulamaz. Belki de en çok bu sebepten dolayı Aydınlanma'nın reformcu ruhu ve insan hakları hareketi işkenceyi kesinlikle yasadışı ilan etmiştir.
İşkencenin yeniden ihdas edilmesi ise, son iki yüzyılda gerçekleştirilen en temel reformları geçersiz kılarak ve insan haklarıyla demokratik yönetim biçimleri konusundaki bir dünya hareketini tehdit ederek, mutlak iktidara geri dönüştür. Günümüzde işkencenin geri gelişine tanık olurken, sadece kaba kuvvet yüzünden ıstırabın yaygınlaşmasına değil, yüzlerce yıllık sosyal ve politik gelişmenin de altüst olmasına tanık oluyoruz. Sadece acı değil, bir terör ortamı bu.
(1) Burada Bosna'dan hiç söz edilmiyor. Doğu Timor, Filipinler, Irak ve işkencenin yaygın olarak uygulandığını bildiğimiz başka pek çok ülkeden de. Yukarı
(2) Nigel Rodley, The Treatment of Political Prisoners Under International Law (Londra ve New York: Oxford University Press, 1987). Yukarı
(3) Edward Peters, Torture (Oxford: Basil Blackwell, 1985). Yukarı