Gilles Kepel, Giriş, s. 9-15
Kasım 1989'da Berlin Duvarı yıkıldığında, dünyayı algılamanın 20. yüzyıla özgü bir tarzı tümüyle yok oldu. Doğu ile Batı arasındaki çatışma, aynı zamanda toplumsal sınıflar arasında, sağ-sol karşıtlığıyla ifade edilen anlaşmazlık da birden hükmünü yitirdi. Öyle ki, '"Tarihin Sonu"nu ve demokrasiyle işbirliği yapan kapitalizmin elverişli koşulları altında uzlaşmış bir evrenin gelişini bildiren bir kehanet Amerika Birleşik Devletleri'nden bize kadar ulaştı.
Bununla birlikte, 1989 yılı, Duvar'ın simgelediği eski düzenin sonuyla birlikte, başka bölünmelerin habercisi olayları da beraberinde getiriyordu – ve bu bölünmelerde gelecekteki dünyanın çelişkilerinden bazıları da sezilebiliyordu. Ayetullah Humeyni Salman Rushdie'yi Tahran'dan ölüme mahkûm ederken İngiltere'nin yoksul semtlerinde Pakistanlı proleterler Şeytan Ayetleri'ni yakıyorlardı. Fransa, 1789 Devrimi ve değerlerinin ikiyüzüncü yıldönümünde tüm ülkenin düşünce birliği içinde olması gerekirken, görünüşte önemsiz bir nedenle, Dreyfus Olayı'ndan bu yana hiç olmadık biçimde bölündü: Bu kez sorun, Fransa'nın yoksul bir banliyösünde, ortaokul öğrencisi üç Müslüman kızın devlet okuluna başları İslami kurallara uygun örtüyle kapalı olarak gelmelerinin kabul edilip edilemeyeceğiydi. İslam'ın militan yorumunun, "Kötülük İmparatorluğu" rolünde can çekişen Sovyetler Birliği'nin yerine geçip karşısında bütün uygarlığın kendi kimliğini tanımlamaktan hoşlandığı bu şeytanlaşmış, barbar Öteki'ni cisimleştirerek yeni "Kötülük İmparatorluğu" olarak görülmesi için bundan daha fazlası gerekmiyordu.
Bu kitap, benzer basmakalıp düşüncelerin ötesinde, günümüz Batı dünyasında İslam'ın –en şaşırtıcı ve en tartışmalı ifadeleri Rushdie olayı, başörtüsü olayları, veya Black Muslims'ın (Siyah Müslümanlar) himayesi altındaki Amerikan siyah gettolarının İslamileşmesi olan– kimlik önermelerini yorumlamayı ve bakış açısı yaratmayı savlamaktadır. Gazetelerin birinci sayfasında yer alan bu olayların ardında, sanayi sonrası modernliğin bizzat merkezinde faaliyet gösteren bir İslam'a referans yapılarak ortaya çıkan yeni toplumsal, kültürel, siyasi ve dini kuvvet çizgileri vardır. Bunlar çok sayıda anlamın taşıyıcılarıdır. Elbette, genel olarak çağdaş İslam'ın değişimlerinde önemli bir rol oynarlar: Avrupa ve Amerika'da yeniden İslamileştirme hareketleri, bu dinin geleneksel olarak var olduğu yerlerin dışına yerleşmişler; evrensel Batı dillerini –özellikle İngilizce'yi– kullanıp, görsel-işitsel medyaya rahatlıkla ulaşma imkânı bularak ve demokratik bir siyasi sistemde gelişim göstererek bu inancı dünya çapında yaymanın öncüleri olmuşlardır.
Ama bu olay, bağırlarında –beklenmedik biçimde– ortaya çıktığı Batı toplumları açısından da zengin anlamlar ve bilgiler sunar: Müslüman bir söz dağarcığı içinde ifade edilen cemaat talepleri, İslami sorunun kendisinin ötesinde, sanayi sonrası toplumlarımızın hangi kimlik yapıları etrafında, nasıl yapılandıklarını gözlemlemek için de bir prizmadır. 20. yüzyılın bu son on yılında işçi hareketi ve çökmekte olan sendikacılık, Fransız banliyölerinin sefalet içindeki semtlerinde veya Anglosakson dünyasında şehrin merkezinde fakirlerin oturduğu mahallelerde yaşayan, çalışma pazarının dışındaki "siyah-beyaz-ikinci kuşak Mağripli" gençlerden oluşan bu yeni proletaryanın taleplerini ve toplumsal kaderini üstlenebilecek durumda değildirler. Çok farklı anlamlar yükledikleri İslam'a sarılan Amerika Birleşik Devletleri'ndeki birtakım genç Siyahlar, İngiltere'deki Hintli-Pakistanlı veya Fransa'daki Mağripliler, çoğunlukla hukuken yurttaşı oldukları, ama kendilerine göre uygulamada dışlandıkları ulusların egemen değerlerinden, bir cemaat kimliği temelinde, gönüllü bir kültürel kopuş gerçekleştirirler.
Cemaat olarak bu kopma, insanlıktan çıkmış veya düşman bir toplumsal çevre karşısında bir savunma biçimi olduğu kadar, "kardeşler"i harekete geçirmenin ve onlar adına yetkililerle topluca pazarlık yapmanın da bir biçimidir. Uyuşturucu bağımlılığına, şiddete ve bütün "pis iş" biçimlerine karşı savaşırlar, ama aynı zamanda da, öteki olmayı ve farklılığı güçlendiren özel eğitimler, tutum ve davranışlar sayesinde –bunlar arasında bütün dini yasaklara ve buyruklara kesin saygı temel önemdedir– alternatif bir kimlik oluştururlar.
1994 yılında, benzer hareket, örgütlenme ve düşünce akımları Batı'da yaşayan Müslüman kökenli kişilerin çoğunluğunun toplumsal davranışı, hatta inançlarını ifade ediş tarzları üzerinde baskın bir etkiye sahip olmaktan uzaktır. Hıristiyan, Yahudi, Budist veya inançsız olmak gibi Müslüman olmanın da, somut ve gündelik olarak, bin çeşit yolu vardır – ve bu kitabın niyeti Avrupa'daki ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Müslümanlar'ın eksiksiz toplumsal grafiğini incelemek değildir. Azınlıkta oldukları zaman bile (bu geçici bir durum mudur?) sınırı aşma arzusu duyan grupları inceleyerek, bu grupların kimi zaman aşırı, hatta kamuoyu tarafından hoş karşılanmayan biçimde şiddetlendirdikleri çelişkileri açığa çıkararak, yandaşlarının yaşadıkları haliyle sanayi sonrası toplumların yeni düzeninin –veya düzensizliğinin– yapılarına ilişkin onların bakış açılarının bize gösterdiği şeyi anlamaya çalışacağız. Max Weber'in sosyolojisinden esinlenen bu tahlil yöntemi, toplumun bütününü temsil etmesi şart olmayan, ama bu toplumun bağrında yaşadığımızdan ve çıkar çatışmalarında taraf olduğumuzdan kendiliğinden algılamakta güçlük çektiğimiz değişimleri yorumlayabilmek için vektörler sunan ideal örneklerin oluşturulmasına öncelik tanır. Bu hareketleri ciddiye almak, aynı toplumsal değişimleri farklı bakış açılarından yola çıkarak başka türlü okuma imkânını ortadan kaldırmaz. Bilgiyi geliştirmeye imkân tanıyan, bu farklı bakış açılarının karşı karşıya gelmesidir.
Bu kitabın yola çıkış noktasında, –burada sergilenen Amerika, İngiltere ve Fransa'daki durumların seçiminde ön ayak olmuş– bir dizi paradoksu aydınlatma isteği vardır. Öncelikle; miras alınan kültürel kimliklerin giderek aynılaşmasına, aynı "standartlaşmış" ürünlerin evrensel tüketimiyle kültürel kimliklerin eriyip yok olmasına ve sağla sol, "sömürenler"le "sömürülenler", "burjuvazi"yle "proletarya", vs. arasındaki büyük bölünmelerin aşınmasından sonra herkes tarafından kabul edilebilir değerler etrafında bir konsensüs arayışına doğru evriliyor gibi görünen toplumlarda, İslam referanslı cemaat talebine ilişkin olayların boyutunu ölçmek istedim. Bu talebin yandaşları veya militanları kimlerdir? Ne istemektedirler? Öncelik olarak hangi toplumsal alanlara müdahale etmektedirler? Miras alınan kültürün sürekliliğinin belirleyici olduğu Müslüman dünyanın "geleneksel" toplumlarındaki uyrukluklarından çok daha özgür oldukları açık toplumlarda İslam'a başvuru niçin seçilir?
Bu bakış açısından, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Black Muslims'ın macerası simgeseldir. İslam'la özdeşleşmelerinin, gerçekten de, miras alınan bir kültürle ilgisi yoktur; bu özdeşleşme özgür bir seçimden, Beyazlar'ı şeytana dönüştürecek ve ardından cemaat taleplerini en uç noktasına, ayrılıkçılığa vardıracak kadar Amerikan ırkçılığının değerler hiyerarşisini ters yüz ederek, Siyahlar'a, köle ticaretinin ve köleliğin ötesinde, bir tarih ve bir saygınlık kazandıran bir şecerenin keşfinden kaynaklanır.
Başlangıçta, Ortadoğu İslamı'nın ölçülerine göre aşırı biçimde heterodoks olan ve Elijah Muhammad tarafından kurulup, sırasıyla Malcolm X ve Louis Farrakhan tarafından üne kavuşturulan Black Muslims, Suudi Arabistan ile temas kurarak "sapmalar"ını adım adım temizlemiştir. 1990'lı yıllarda Batı Avrupa'daki çok sayıda İslami grupta rastlanacak olan toplumsal eylem ve harekete geçirme biçimlerini özellikle bu hareket icat etmiştir: uyuşturucu satıcılığına ve bağımlılığına karşı savaş, çete üyelerinin din değiştirmeleri yoluyla çetelerin "ıslahı", güçlü bir cemaat kimliğinin sınırlarını belirtmek amacıyla egemen kurallardan kopuş, çalışma pazarı karşısında çaresiz olarak marjinal kalmış ve gelecekleri sefalet ve dışlanma olan gettolardakilerin kaderini özerk olarak üstlenme.
Black Muslims, "Beyaz Amerika" ile bütünleşmeyi ölümcül bir tuzak olarak göstererek, bütün uğursuzlukların sorumluluğunu hep bu Amerika'ya yükledi; Siyah ticaretinin ve kölelerin soyundan geldikleri için asıl kurban statüsü talebinde bulununca, Nazi soykırımı nedeniyle bu statünün öncelikle kendilerine ait olduğunu düşünen Yahudi cemaatini şiddetle karşısında buldu. "Yahudiler"i köle ticaretinde büyük payı olmakla suçlayan aşırı polemiklerin ardında, çağdaş Amerikan toplumunun gittikçe yan yana duran cemaatlere bölünmesinden kaynaklanan –burada doruk noktasına ulaşmış– gerilimleri gözlemek mümkündür. Bu anlamda, Black Muslims'ın gelişimi sanayi sonrası dönemde Amerikan toplumsal sisteminin parçalanmasını ortaya çıkaran bir belirti olduğu gibi, 20. yüzyılın sonunda İslam'ın dünya çapında yayılmasına, heterodoks bile olsa, büyük bir katkıdır. Ve "Muslims" Public Enemy grubunu veya Malcolm X'i Avrupa'nın ve Üçüncü Dünya'nın yoksul semtlerinde evrensel ve medyatik Müslüman kahramanlar haline getirerek, rap veya sinema gibi kitle kültürü ifade biçimlerine yatırım yaptıkça bu katkı daha da büyür.
Rushdie olayı da Şeytan Ayetleri'nin Bradford Meydanı'nda ateşe verilmesini dünyanın dört bucağına aktaran televizyon görüntülerinin gücü sayesinde evrenselleşmiştir. Ama, Ayetullah Humeyni tarafından kendi davasının ihtiyaçlarına eklenmeden önce, Rushdie olayı, İngiltere'nin toplumsal ve siyasal örgütlenmesi tarafından sistemleştirilen cemaatçiliğin çelişkilerini de doruk noktasına çıkarmıştır. Olayın bütün şeceresini yeniden çizdiğimizde, İslam'ın hem azınlıkta kalma durumuyla hem de iktidarı kaybetmeyle karşı karşıya olduğu başlangıçtaki –Hindistan'daki İngiliz İmparatorluğu'nda görülen– tarihsel duruma geri döneriz. Onlarca yıl sonra, İngiltere'nin sanayileşmiş şehirlerinin Müslüman mahallelerinde yabancı bir modernliğin zararlarına karşı neredeyse benzer şekilde aktarılacak İslami direniş biçimleri orada, yani Hindistan'daki İngiliz İmparatorluğu'nda, o zamana kadar bilinmeyen o meydan okuma karşısında oluşturulmuştu. Açık bir toplumda dinsel kimliğin soysuzlaşacağı kaygısıyla cemaate geri dönüş modeli, toplumsal sorunların yönetimini mümkün olduğunca devletin sırtından atmayı dileyen muhafazakâr Thatcher hükümetlerinin öğretisine ve İşçi Partisi'nin seçim kazanma politikasına –onun da bazı milletvekilleri cami imamlarını etkili oy sağlayıcılar olarak görmüşlerdi– uymayı becerdi. Ama İslami cemaatlerle sanayi sonrası toplum arasındaki bu birlikte yaşama modeli, pek çok Müslüman'ın inançlarına hakaret olarak gördükleri Rushdie'nin romanının yayımlanmasına dayanacak kadar güçlü değildi. Dini yöneticiler kitabı mahkûm etme yarışına girerek, bu olayı cemaatlerini seferber etmek ve İslami cemaati, her biri kendi yönetimi altında, radikal bir perspektif içinde birleştirmek için bir fırsat olarak gördüler. Bunun aşırı sonucu, Westminster Parlamentosu'na karşı koyduğu kabul edilen sembolik bir "Müslüman Parlamentosu"nun ilanı oldu. Pek temsil edici olmayan bu girişimin bilinçli olarak provokatör bir niteliği vardı, ama bireysel bütünleşmeden ziyade cemaatlerin yan yana varolmasını teşvik eden bir siyasi sistemin özündeki çelişkileri saçmalığa dek vardırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Cemaatlerin yapılanmasına kökten karşı olan ve bunları laik yurttaşlık içinde eritmeye elverişli ilkelerden yola çıkan Fransa da, kendi bağrında, Devrim'in ikiyüzüncü yılında bile, cemaat karakterli İslami kimliği onaylama olgusuyla karşı karşıya kalmaktan geri duramadı. Okulda, ortaokul veya lisede, başörtüsü takmak isteyen Müslüman kız öğrencilerde simgelenen bu talep, Fransa'da doğup eğitim görmüş, geçen on yılın ırkçılık karşıtı seferberlik ve "ikinci kuşak Mağripli" hareketi karşısında hayal kırıklığına uğramış bir grup Müslüman kökenli gençle 1970'li ve 1980'li yılların İslami dernekler ağı birleştiği an patlak verdi. Buna paralel olarak, Cezayir'de FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) iktidarının çöküşünden sonra, 1989 yılında kurulan İslami Selamet Cephesi'nin (FIS) önemli başarıları aniden Fransa'nın çok yakınlarında, iktidarın eşiğine gelmiş ve Fransa'da cisimlenen bütün değerlere keskin bir muhalefet ideolojisiyle yapılanmış kitlesel bir İslamcı partinin doğmasına neden oluyordu. FIS hatibi Ali Benhac'a göre bu değerler "Fransa'nın oğulları" tarafından oburca emilen "zehirli süt"ten başka bir şey değillerdi. 1990'lı yılların başında Fransa'da İslam'ın iç ve dış genel durumunun bu önemli dönüşümü, sosyalist hükümeti bu dini –Cezayir etkisinden kurtarmak için– Fransa içinde merkezi olarak yönetmeye teşvik etti; diğer Batı ülkelerinde benzeri olmayan ve başarısız kalmış "jakoben" bir girişimdi bu. Buna karşılık, yoksul mahallelerde, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'de olduğu gibi, yeniden İslamileştirme hareketleri kamu hizmetlerindeki yetersizlikleri geçici olarak gidermeye başladılar (uyuşturucuya ve satıcılarına karşı savaş, okullara destek, vs.) ve belediye seçimlerinde adaylara verecekleri desteği cemaat taleplerinin yerine getirilmesi karşılığında pazarlık konusu yapmaya çalıştılar. Ama Manş ötesi ve Atlantik ötesi benzerlerinin tersine cemaatçiliğe düşman olan Fransız devletinin siyasi geleneği ile Cezayir'in –ki Fransa'da yaşayan bir milyondan fazla Cezayir uyruklu veya doğumlu vardır– kısa vadedeki gelişimini etkileyen engeller, dinsel inançla ilgili bir kimliğin seçimlerdeki dışavurumunu muhtemelen güçleştirecektir. Ama bu kurumsal engeller, diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi Fransa'da da, cemaatçi talebin ortaya çıkardığı, toplumu yerinden oynatan bilinmeyen biçimleri gözlerden gizlememelidir.
Hegel'e göre Dünyanın Tini batıya doğru gider. Aynı yörüngeyi izleyen İslam'ın sanayi sonrası dönemde yayılması ikili bir meydan okumayla karşı karşıyadır. Geleneksel Müslüman toplumların sınırlarının ona sağladığı entelektüel korumanın dışında, İslam, bu "dünyanın tini" ile doğrudan doğruya boy ölçüşmek zorunda, hem de bunu "dünyanın tini"nin dünya çapındaki gücünün Batı'daki kalelerinin merkezinde, değerlerinin, temsillerinin, imge ve zenginlik akışlarının üretildiği yerde yapmak zorunda.
Gerginlikler ve uzlaşmalar arasında, burada, gelecek yüzyılın İslamı'nın çizgileri çiziliyor. Ama aynı zamanda, Batı'ya yerleşmiş kimi yandaşlarının dile getirdiği cemaat talepleri dolayısıyla, gerçek anlamıyla İslami özgüllüğün ötesinde, etraflarında yarının dünyasının yeniden yapılandığı belli sayıda vektör, eksen ve farklılaşma da ortaya çıkmaya başlıyor.