ISBN13 978-975-342-088-4
13x19,5 cm, 216 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Birinci bölüm, "Feminizm ve Demokrasi", s. 9-19

Politik düşüncenin ortaya çıkışından beri demokrasi ya bir karabasan ya da bir düş olarak varoldu. Feminizm daha kısa bir zamandır bizimle birlikte ve birçok yorumcuya göre kökenleri on yedinci yüzyıl Avrupası'nda yatıyor. Feminizm de demokrasi de eşitlik nosyonlarıyla ilgilendiği ve ikisi de keyfi iktidara karşı çıktığı için, iki geleneğin çok fazla ortak noktası vardır ama birbirlerine koşut bir şekilde gelişmemişlerdir: eşitlik ideallerinin onları birleştirdiği düşünülebilirse de, ikisi arasında otomatik bir bağ olmadığı görülmüştür. Eski Yunanlılar, kadınları ve köleleri dışlama konusunda hiçbir vicdan azabı duymadan demokrasiyi düşünebiliyorlardı; ilk liberaller herkesin oy kullanmak isteyebileceği konusuna hiç girmeden insanların eşit olduğundan söz edebiliyorlardı. Eşitlik ve demokrasi arasındaki ilişkinin kendisi yeni bir olgudur, kaçınılmaz bir şekilde feminizm ile demokrasi arasındaki ilişki de öyle. 1700'de Mary Astell, bir kralın mutlak egemenliğini şiddetle reddedenlerin, bu egemenliğin bir kocada olmasını neden doğal kabul ettiklerini sorduğu zaman, bugün apaçık olan bir bağlantıyı kuruyordu. Astell kendini adamış bir kralcı olarak, paralelliği ironik bir etki yaratmak için kullanıyordu. Doksan yıl sonra, politik olarak daha radikal olan Mary Wollstonecraft da, "kadınların, hükümet tartışmalarında kendilerine hiçbir şekilde doğrudan yer verilmeden keyfi bir şekilde yönetilmeleri yerine, temsilcilere sahip olmaları gerektiğini... ima ettiğinde, gülüşmelere yol açacağını" biliyordu (1975:259-60). Wollstonecraft tartışmayı daha ileri götürmedi. İlk feministler, feminizm ile demokrasi arasında bir bağlantı olduğunu görüyorlardı ama daha acil sorunlarla meşguldüler.

Uzun bir tartışma ve yazma tarihinin aktif bir hareket içinde birleşmeye başladığı on dokuzuncu yüzyıla kadar, kadınlar kendileri için demokratik haklar talep etmediler. Bu noktadan itibaren, demokratik gelenekle bağlantılar sürekli olarak güçlendi; gerçi, iki hareketin ilişkili olduğu inancının feminist tarafta daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştı. Bizim dönemimizde, çağdaş kadın hareketi bu alanda özellikle güçlü bir bağlantı oluşturdu ve kararlı hiyerarşi eleştirisi ve değişmeyen anti-otoriterliğiyle, kendisini, demokrasinin en radikal idealleri için gerçek bir sınama zeminine dönüştürdü. Yalnız bu nedenle bile iki gelenek arasındaki ilişkide araştırılması gereken bir deneyim zenginliği vardır. Kadın hareketi içindeki demokrasi, bu kitabın bir bölümünü oluşturuyor.

Ama feminizmle demokrasi arasındaki ilişki bu kadarla kalmıyor. Toplumsal cinsiyetin, bizi her konumu ve kavramı yeniden incelemeye zorlayarak tüm politik pespektiflerimize meydan okuduğu düşüncesi, tartışmamda merkezi bir yer tutuyor. Feminist eleştirinin artan ağırlığına karşın, politik kuram büyük ölçüde buna kapalı kalmıştır. Politik kuramda (hemen hemen her araştırma alanında olduğu gibi) rakip gelenekler birbirini izlemiştir; her çağ, hâkim ya da "ortodoks" yaklaşım olarak birinde birleşme eğiliminde olmakla birlikte, buna, geniş kapsamlı tartışma ve fikir alışverişleri yoluyla varılmıştır. Bu tartışmalarda, politik düşünürler ahlaki, psikolojik ve tarihsel çok çeşitli savlardan yararlanırlar ve yalnızca tek bir noktada anlaşır gibi görünebilirler: sözkonusu olan ne olursa olsun, toplumsal cinsiyet konu dışıdır ve herhangi bir tarafın savlarını etkilemeyecektir.

Demokrasi üzerine tüm tartışma, tek bir istisnayla, yüzyıllar boyunca sanki kadınlar yokmuş gibi süregelmiştir, ya da Rousseau'da olduğu gibi, yalnızca yerimizi bildirmek için bizden söz edilmiştir. Çağdaş yazarlar genellikle bu konuda en azından kısaca yorumda bulunurlar (çok da uzun olmayan bir süre önce, farkına bile varmazlardı), ama bunun yalnızca utanılacak bir gözden kaçırma olduğu ve bu durumda bile anlaşılabilir bir hata olduğu varsayılır. Yalnızca gerçek, yaşayan erkekleri değil, erkek kategorisinin kendisini amansız bir şekilde ayrıcalıklı kılmanın, politik kuramı ve pratiği ne derece biçimlendirdiğini ve biçimini ne derece bozduğunu araştırmak feministlere kalmıştır. Ve bir düzeyde, tartışma açısından kadınları politik kuramın daha önce "toplumsal cinsiyet açısından tarafsız" (bunu erkek tanımlı diye okuyun) olan meselelerine dahil etmenin, niceliksel olduğu kadar niteliksel bir değişikliğe de yol açacağı hemen hemen aşikâr görünüyor.

Kadınların, özgürlük, eşitlik ve tam da doğru bir şekilde adlandırıldığı gibi "rights of man" (erkek/insan hakları) için yapılan çağrılarda dikkate alınmamış olmaları yeterince endişe vericidir: görünürde daha adil olan bir çağda kadınların, resmi taleplerde tanındıkları durumda bile kuramdan dışlanmaları da aynı derecede endişe vericidir. İlk politika kuramcıları, kadın düşmanlıklarını gerekçelendirmek için bundan açıkça söz eden çeşit çeşit savlar geliştirmişlerdir, ama daha sonraki yazarlar kadınların değersizliğini öylesine veri almış görünüyorlardı ki, onları dışarıda bıraktıklarını bile fark etmiyorlardı. Mary O'Brien'ın (1981) "male-stream" (erkek egemen) olarak adlandırdığı kuramın bütün repertuarında kadınlar neredeyse tamamen dışlanmışlar, gözardı edilmişler ya da erkeklerin altında sınıflandırılmışlardır; bugün birçok feminist bunu tamamlanmamış bir çalışmanın küçük bir eksiği olarak ele almak yerine, cinsel eşitsizliğin hem klasik hem de çağdaş düşüncenin ta temellerine kazınmış bir şey olduğu görüşündeler. Eğer durum böyleyse, yeniden inşa işi birçok (erkek) kuramcının umut ettiğinden çok daha büyüktür. Politika, toplumsal cinsiyetin kör nokta olarak kalmadığı bir şekilde yeniden kavramlaştırılmalı ve demokrasi her iki cinsiyet de dahil edilerek yeniden düşünülmelidir. Eski kavramların yeniden biçimlendirilmesi gerekiyor.

Bu, üstlenilmesi heyecan verici ve zor bir konumdur, ama bu savın coşkusu kadınlara mahsus değildir: özgürleştirici bir politikanın belirleyici özelliğinin benzer iddialarda bulunmak olduğu söylenebilir. İnsanlar pek seyrek olarak eşitlik taleplerini yalnızca adalet temelinde savunurlar, ahlaki iknanın sınırlarını ihtiyatla gözeterek, genellikle ellerinin altında başka bir koz bulundururlar. Bu, tam anlamıyla faydacılıktan (toplum gereksiz yere kendini bir yetenek deposundan yoksun bırakmıştır), yaklaşmakta olan kaosa ilişkin korkunç uyarılara (özlemlerimizi daha fazla baskı altında tutamayacaksınız) kadar uzanabilir. Çekiciliği tekrar tekrar kanıtlanmış bir versiyon, mülksüzleri toplumun sorunlarına yanıt olarak sunar ve tam da bu tabiyetlerinin doğruya ulaşmada onlara ayrıcalık sağladığını düşünür. Karl Marx evrensel bir sınıf olarak proletarya kuramında bu versiyonu çok kullanmıştır; çağdaş feministler de benzer temalar geliştirmişlerdir. Önce açık açık, sonra daha ince yollarla tam yurttaşlık saflarından dışlanan kadınlar, taleplerini yalnızca bir adalet meselesi olarak değil, dünyayı dönüştüren bir görüş adına getirmişlerdir. Yeni değerlerin ve perspektiflerin taşıyıcıları olarak olumlu bir şekilde ya da susturulmuş ve engellenmiş bir çoğunluk olarak daha olumsuz bir şekilde, kendilerinin politika sahnesine yeni bir şey getirdiklerini düşünmüşlerdir. Çok gecikmiş katılımları yalnızca sahnedeki oyunculara katkıda bulunmakla kalmayacak, zorunlu olarak oyunu da değiştirecektir.

Bu, hem politik hem de kuramsal olarak, ortodoks görüşler için önemli bir sınavdır. Feministler, kadınların, kamusal olan ile özel olan arasına keskin bir ayrım çizgisi çeken bir dizi güçlü uzlaşımla politika dışında tutulduklarını ileri sürdüler. Bu ayrım, kamu meselelerinin kapsamını ve içeriğini önemli ölçüde daralttı ve sıradan yaşamın küçük kaygıları olduğu düşünülen herşeyi özel olana havale etti. Kadınların çocuk doğumu ve beslemeyle çok yakından ilişkide olmasının, daha fazla sözü edilmeye değer sayılan boyutlara yeni bir hayatiyet kazandırdığı iddia ediliyor: savaşın mahvediciliğine ilişkin bilincin keskinleşmesi; genç, hasta ve yaşlılara yönelik ilginin güçlenmesi; ekonomik politika ya da dış politika soyutlamalarının, gündelik ihtiyacın daha sevecen bir şekilde anlaşılması üzerinde temellendirilmesi gibi. Feminizm ile barış politikası arasında sık sık kurulan ilişki bunun örneklerinden yalnızca biridir.

Kadınlar, içerikte olduğu kadar biçimde de, demokrasinin pratiklerini radikalleştirme vaadinde bulundular: erkek retoriğinin tantanasına son vermek; gereksiz hiyerarşileri yıkmak; karar sürecini, daha önce politikanın nesnesi olanlara açmak; dünyayı yeni baştan yaratmak. Bunun, kendini en çok adamışları huzursuz edebilecek millenarian(*) bir yanı var ve feminist düşüncenin geniş yelpazesi içinde farklı uçlarda yer alanlar arasında bir anlaşmazlık ve tartışma sürüyor. Pragmatizmin kullanıldığı durumlar oldu: oy hakkının genişletilmesine karşı olanlar, kadınların "kendi" erkekleriyle aynı şekilde oy kullanacaklarını ileri sürdüklerinde, onlara bunun ne sakıncası olduğu soruldu. Ama kadınların eşitliğini savunanların çoğu, arzu ettikleri değişikliklerin nicel olduğu kadar nitel bir yanı da bulunduğu inancını taşıyor. Mesele yalnızca politikada daha fazla kadın olması değil; bu, politik alanı dönüştürmek için bir fırsat.

Daha felsefi bir düzlemde, feminist yazarlar, kadınların farklı bir iktidar anlayışları (Hartsock 1983) ve farklı bir ahlak sistemleri (Gilligan 1982) olduğunu ileri sürdüler; ve çağdaş düşüncenin en temel kategorilerinden bazılarının –birey kavramı (Pateman 1988, 1989), çıkarlar nosyonu (Diamond ve Hartsock 1981), eşitliğin benzer muamele anlamına geldiği varsayımı (Eisenstein 1989)– eril bir tarzdan çıkarsandığını iddia ettiler. Böylelikle kimsenin söylenenleri dinlemeyeceği şeklindeki kasvetli duygu, feministlerin söylemeleri gereken şeye duyulan güvenle kısmen dengelenmiş oluyor ve bunun önceki tartışmaların temellerini sarstığı konusunda giderek artan bir mutabakat var. Judith Evans gibi, "önyargı, politika kuramcılarının varsayımlarında vardır ama kullandıkları tekniklerde yoktur" (1986:1) iddiasında bulunarak, daha ılımlı bir görüş benimseyenler de her zaman çıkıyor. Günümüz literatüründe, bu tutumu benimseyenler azınlıkta görünüyor. Çağdaş feministlerin çoğu kendilerinin içeriğin yanı sıra çerçeveyi ve teknikleri de ele aldıklarını düşünüyor ve el atılmamış pek az şey kalacağı inancında.

Giderek güçlenen bu mutabakata karşın, önemli bir bölünme ortaya çıktı: gerçekten toplumsal cinsiyetten arınmış bir kuramın gelişmesini öngörenler ile cinsel farklılığı zorunlu ve sabit bir ayrım olarak görenler arasında. Feministler –kendi aralarında ve yeterince sık bir biçimde kendi içlerinde– cinsiyetin konudışı hale geldiği bir dünya için mi, yoksa cinsel farklılığın artık bizi eşitsiz kılmanın bir temeli olarak etkide bulunmadığı bir gelecek için mi mücadele etmek gerektiği konusunda her zaman anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bu, çağdaş politika kuramının kalıplarına tercüme edildiğinde, evrensel kavramlar ve hedefler üzerine bir tartışma biçimini alır. Susan Moller Okin'in Women in Western Political Thought'uyla ("Batı Politik Düşüncesinde Kadınlar") başlayıp, Jean Bethke Elshtain, Carole Pateman, Mary Dietz ve Iris Marion Young gibi yazarların önemli katkılarıyla devam ederek, feministler klasik ve çağdaş kuramın aldatıcı soyutlamalarına meydan okudular ve bunların baştan sona cinsiyetle dolup taştığını ortaya koydular. İlk bakışta bir eksiklik olarak görülen şeyin daha yakından incelendiğinde dile getirilmeyen ama güçlü bir mevcudiyet olduğu ortaya çıkmıştır, çünkü toplumsal cinsiyete ilişkin masum bir tarafsızlık kisvesi altında, tartışmanın terimlerini erkeklik belirlemiştir. Politika kuramcıları işlerini, gündelik yaşamın küçük şeylerinden ya da toplumsal cinsiyet ve sınıf arazlarından kasıtlı olarak soyutlanmış bir şekilde yürütmüşler, ama bunu yaparken standart olarak tek bir cinsiyeti almışlar, diğerini boyun eğmek ya da lanetlenmek durumuna itmişlerdir.

Feministlerin önünde, bu aldatmanın büyüklüğü konusunda başkalarını ikna etmek için aşmaları gereken uzun bir yol varsa da, feminizmin gerçek meseleleri bir adım sonra ne yapılacağı konusunda ortaya çıkıyor. Bir ihtimal, politik kuramın beyan edilen evrenselliğini ciddiye almak, varsayılan tarafsızlığına erişememesine yol açan sayısız nedeni ortaya koyarak, onu toplumsal cinsiyetten arınmış hedefine doğru itmek. Bu kendi başına bile çok büyük bir görevdir ve bu konuda şu anda epeyce çalışma yapılmaktadır. Giderek öne çıkan bir alternatif ise, evrenselliğin kendisini bir sahtekârlık olarak ele alır. Feminist Challenges'ın ("Feminist İtirazlar", Pateman ve Gross 1986) girişinde, Carole Pateman, editörler yalnızca genel ilkeleri belirledikleri halde, kitaptaki yazıların temalarının ve ilgi alanlarının çarpıcı bir benzerlik taşıdığını belirtiyor. Hiçbirinin Pateman'ın "ehlileştirilmiş feminizm" adını verdiği şeye –kadınları ve cinsiyetler arası ilişkileri, varolan düşüncelere dahil edilmesi gereken ve kendilerine ait özel kuramsal sorunlar getirmeyen bir şey olarak gören en yumuşatılmış versiyonlara– tahammülü yoktu. Makaleler yeni bir mutabakatı (çözümler konusunda değilse de sorunlar konusunda) yansıtıyordu ve Pateman bu anlaşmadan yeterli cesareti alarak feminist kuramı neyin oluşturduğu konusunda güçlü bir önerme yapmaya girişti. "Ayırt edilebilir feminist kuram, bireylerin dişi ve eril olduklarının kabulünden, bireyselliğin üniter bir soyutlama olmayıp insanlık birliğinin cisimleşmiş ve cinsel olarak farklılaşmış bir ifadesi olduğunun kabul edilmesinden başlar" (s. 9). O halde mesele, modası geçmiş bir önyargının, cinsiyetle lekelenmemiş kavramlarla ikame edilerek nasıl ortadan kaldırılacağı değildir. Cinsel farklılık doğrudan kuramın içine sokulmalıdır ve bu, yapılmış olan hemen herşeyin yeni baştan yapılması anlamına gelebilir.

Bu tür savlar tam da zamanımızın ruh halini yansıtıyor, çünkü birçok kişinin postmodernist olarak nitelediği bir dönemde, kuramı bütüncülleştirme (totalizing) iddiaları genellikle kılı kırk yaran bir bakışla değerlendiriliyor. Feminizm zaten Marksizm'e yönelik güven kaybına bir katkıda bulundu ve toplumsal cinsiyete ilişkin taleplerin sınıftan bağımsız olarak işlediğini ortaya koydu. Kadınların deneyimlerinin ve ezilmelerinin analizinin, tarihsel materyalizmin temel öğretilerini, ekonomik olanın tanımını, iktidarın doğasını ve anlamını alt üst ettiği hissedildi. Feminist politik kuramdaki son gelişmeler şimdi bunu daha da ileri götürüyor. Aydınlanma'nın hümanizmi, yalnızca kendinden son derece emin ilerleme beklentileri nedeniyle değil, aynı zamanda soyutlamaları ve evrenselleştirici iddiaları nedeniyle de genel bir saldırıya uğradı. On sekizinci ya da on dokuzuncu yüzyıl düşüncesinin kesinliği bugün insanlara tamamen tuhaf görünüyor; modern toplumların kendilerini nükleer ya da çevresel yıkımın tehdidi altında hissettikleri düşünüldüğünde, tarihin hareketi sık sık tersine gerçekleşmiş gibi görünüyor. Belki de en anlamlısı, eskiden büyük harflerle yazılan tüm kavramların –Tarih, İnsanlık, Akıl vb.– modasının geçmesi gibi, tarihin aşamaları olduğu düşüncesinin de modasının geçmesidir. Günümüzde feminizmin heterojenlik ve farklılık kaygısı bununla kolayca birleşiyor, çünkü insanlık içindeki "erkeğe" dikkat çeken savlar, evrenselleştirici iddialar karşısında daha genel bir kuşkuculuğa yol açıyor.

Evrensel değerler ile cinsel olarak farklılaşmış bir deneyim arasındaki kutuplaşma, bu kitabın merkez aldığı altmetni oluşturuyor; feminist kuram ile demokratik kuram arasındaki kesişimi araştırırken kendimi bu iki kutup arasına yerleştirdim. Daha ileride açıklık kazanacağı gibi, toplumsal cinsiyeti olmayan, soyut yurttaşlığa ilişkin uzlaşımsal varsayımı ben, gerçekte erkeği merkeze koymak üzere işleyen bir şey olarak görüyorum. Önceki demokratik kuramcılar, toplumsal cinsiyetin konuyla ilişkisini reddederek, tarihsel olarak egemen olan cinsiyetin konumunu pekiştirdiler; politikayı kamusal alan(ın çok özel bir tanımıyla)la özdeşleştirerek, demokrasiyi, tarihsel olarak erkeklerle ilişkilendirilen etkinliklerle sınırdaş hale getirdiler. Bu anlamda ve bu ölçüde, cinsel farklılığa dikkat çekenlere ve politikanın cinsiyetin üzerinde yer alması gerektiği zannına karşı çıkanlara tamamen katılıyorum. Bu perspektifin içinden çıkabilecek iki apaçık sonuç var ve ben bu kitapta ikisini de savunuyorum. Birincisi, toplumsal cinsiyeti ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini belirtik bir şekilde tanıyan ve böylelikle politik kararların alındığı alanlarda cinsiyetler arasında yeni bir orantılılık sağlayacak temsil mekanizmalarını geliştirmek. İkincisi, kamusal alan ile özel alan arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemek için, kadın hareketi politikasındaki kavrayışı gücünü temel almak.

Ancak bunun altında, sözlerimizle olduğu kadar eylemlerimiz yoluyla da, toplumsal cinsiyetin öneminin azalması, insanlık soyutlamalarının daha anlamlı olabilmesi gerektiği şeklinde bir dünya görüşü yatar. Cinsel farklılaşma vurgusunu gerekli ama geçici görüyorum, çünkü kadınların sürekli olarak kadınlar olarak konuşmak zorunda oldukları –ya da erkeklerin erkekler olarak konuşmalarına karışılmadığı– bir dünya istemiyorum. Daha önce tabi kılınmış, marjinalleştirilmiş ya da susturulmuş olanların güvence altına alınmış bir söz söyleme teminatına ihtiyaçları vardır; tam ve eşit bir yurttaşlığa giden geçici dönemde, demokrasiler, yüzyıllarca süren ezilmenin yarattığı dengesizliği onarmak üzere hareket etmelidirler. Ama ben bunu "olumlayıcı eylem"in bir versiyonundan başka bir şey olarak göremem. Önerilen değişiklikler geçmişteki kötü davranışlarda gerekçelenirler ama bu tür yöntemlerin gereksiz hale geleceği, insanların artık kadınlar ya da erkekler olarak doğaları ile tanımlanmayacakları bir geleceğe yönelirler. Bu gelecek senaryosunda, kamusal alan ile özel alan arasındaki ayrım toplumsal cinsiyetle ilişkili niteliğini yitirecektir. Erkekler ve kadınlar eşit bir şekilde ev ve iş sorumlulukları arasında gidip gelecekler, çocukların yetiştirilmesini ve büyüklerin bakımını eşit bir şekilde paylaşacaklar, önceliklerinde ya da deneyimlerinde cinsler olarak değil bireyler olarak farklılaşacaklar ve politik bir yaşama eşit bir şekilde çekilecekler (ya da onun tarafından eşit bir şekilde itileceklerdir!). Böyle bir bağlamda, yurttaş nosyonu tam anlamına kavuşmaya başlayabilir ve insanlar ortak amaçları hakkındaki kararlara eşitler olarak katılabilirler.

Bunu tartışmalı hale getiren, ilk olarak, soyut insanlığa, evrensel değerlere ya da ortak amaçlara yapılan herhangi bir göndermenin temelini oluşturan kuramsal varsayımlardır; ikinci olarak ise, hayatımızın sonuna kadar süreceğini hepimizin bildiği bir durumda, bir dönemi geçiciymiş gibi yaşamanın düşündürdüğü pratik sonuçlardır. Kuramsal meseleler kitapta daha sonra tekrar ele alınacak, şimdilik yalnızca daha açık olan politik kaygı üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Çağdaş feministlerin çoğunluğunun arzu edilir geleceğe ilişkin görüşümü paylaşacağını düşünebilirim ama birçoğu böyle bir geleceğe kolayca ulaşılabileceği şeklindeki bariz imayı sorgulayacaktır. Bildiğimiz ve hoşlanmadığımız gibi, cinsel farklılık toplumun önemli bir düzenleyici ilkesi olmaya devam ediyorsa, farklılığın eninde sonunda aşmamız "gereken" bir şey olduğunu ileri sürerken, şansa fazla mı güveniyorum? Bu yaklaşım, kadınların farklılığını veri alarak, kuramlara ve politikalara buna uygun davranmaları için çağrıda bulunmak yerine, kadının farklılığını bir sorun olarak görmeyi teyit etmeye doğru ne kadar kayıyor?

Kafamın daha açık olduğu anlarda, bugün için önümüze koyduğumuz görevlerle daha uzun vadeli hedeflerimiz için sarıldığımız görüşler arasındaki çetin ilişki bakımından, tüm büyük politik bilmecelerle ortaklaşan bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Ancak demokrasi idealleri bizi iki yöne doğru itiyor. Bunlar feminist bir perspektifle şekillendirildiklerinde, cinsel farklılığın demokratik eşitlik vaatlerini birçok yoldan nasıl engellediğini ciddiyetle ele almamızı ve bunu özgür ve eşit bir yurttaşlık retoriğiyle hasır altı etmek yerine her iki cinsiyet için de anlamlı olabilecek bir demokrasi kurmamızı öneriyor. Ancak demokrasi idealleri aynı zamanda, insanların artık kendi özgül ya da yerelleşmiş, özelleşmiş kaygıları içine hapsolmayacakları; herkes için ortak olan meselelerde karşılıklı olarak kabul edilebilir kararlara varma konusunda topluluğun diğer üyelerine katılacakları bir politika beklentisini yaratıyor. Birincisi, cinsel farklılığı, potansiyel olarak olumlu ve göz ardı etmememiz gereken bir şey olarak vurgular. İkincisi, farklılığı potansiyel bir sınırlama olarak ele alır.

Liberal geleneğin bu kadar çok eleştirilmesine yol açan bu ikinci yöndür, çünkü liberal demokrasi her bireyin (yirminci yüzyılın çoğulculuk kuramcıları için, "grup" olarak okuyun) kendi özel tercihleri, çıkarları ve ihtiyaçlarının peşinden gittiğini ve umut edebileceğimiz en iyi şeyin bunları kaydetmek ve birbirine eklemek olduğunu varsayma eğilimindedir. İnsanların kendilerini daha çok adadıkları, aktif bir demokrasinin hayalini kuran demokratlar için –benim gibi– bu üzücü bir geri çekiliş olarak görünür. İnsanların farklı deneyimlerden çıkan çeşitli perspektiflere nüfuz edebileceklerini, onları anlayabileceklerini ama aynı zamanda onlara karşı da çıkabileceklerini ve kendi bireysel ya da grupsal ihtiyaçlarını ifade etmekle sınırlı kalmayacaklarını düşünmek istiyor insan. Bu, kişisel deneyimlerini ya da grup çıkarlarını kafalarından atmaları ya da soyut yurttaşlar olarak hareket etmeleri ve onları "farklı" kılan herşeyi unutmaları gerektiği anlamına gelmez. Ama bu, her tür farklılığa olduğu gibi cinsel farklılığa karşı da ikircikli bir tavrı getirmektedir. Hiçbir demokrasi, önemli ve süregiden bölünmeleri yok sayarken eşit olduğunu iddia edemez; ama bizi yalnızca kadın ya da erkek kimliklerimizle ele alırsa, demokrasi değer kaybeder. Bu iki yönü hep aklımda tutmak istiyorum.

(*) millenarian: Kıyametten önce barış ve selametin hüküm süreceği farzolunan bin yıllık devreye ait. (ç.n.) Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X