İkinci bölüm, s. 15-28
31 Mart Cuma akşamı Cizre'yi geçmiş, tarihi İpek Yolu'nda Nusaybin'e doğru ilerliyorduk. Yol, Suriye sınırının hemen yanından geçiyordu. Kilometreler boyunca... Türk tarafında dikenli teller, sonra mayın tarlaları, sınır devriyesi yolu, gözetleme kuleleri ve ışıklar yine dikenli teller. Suriye tarafında gözle görülür bir önlem yoktu.
Silopi'den başlayarak Nusaybin'e kadar bu yol iyi korunuyordu. Veya biz böyle bir izlenim edinmiştik. Bölge, Habur'a yakınlığı dolayısıyla Çelik Harekâtı'nın lojistik merkezlerinden biriydi.
Harekâta komuta eden Kundakçı Paşa'nın karargâhı Silopi'deydi. Silopi sokakları asker kaynıyordu o günlerde. Çelik Harekâtı'na katılan birlikler bölgeye İpek Yolu'ndan geçerek intikal etmişlerdi. Bölgeyi Diyarbakır'a bağlayan bu yolun stratejik önemi büyüktü. Beş ila on kilometrede bir karakol veya askeri kontrol noktası vardı. İkide bir durup kimlik göstermek gerekiyordu. PKK'nın bu yolda eylem yapabileceğini pek aklımıza getirmiyorduk.
Fatih, akşam Diyarbakır'a dönmekte ısrarlıydı. Ben ise geceyi Zaho'da geçirip ertesi gün KDP yetkilileri ve Zaholular'la görüşmeler yapmak istiyordum. Harekâtın bir de KDP boyutu vardı çünkü. Nasıl karşılamışlardı bu harekâtı? KDP peşmergelerinin Türk ordusuyla PKK'ya karşı işbirliği yaptıkları şeklindeki duyumlar doğru muydu? Harekât halkın günlük yaşamını nasıl etkilemişti? Bu çerçevede bir röportaj konusu vardı kafamda ama sonra vazgeçtim. Hem Fatih'i gece Zaho'da kalmaya ikna edememiştim, hem de elimdeki malzeme zaten dolgun ve zengindi. Daha zengin olsa fena olmazdı ama iki gün zarfında iyi iş kotarmıştık, bu kadarı yeter diye düşündüm. Anca beraber kanca beraber deyip gün batımından önce Türkiye'ye giriş yaptık.
İşimizi bitirmiş olmanın rehaveti çökmüştü üzerimize. Bir hayli yorgunduk. Kirliydik. Ter, toz içindeydik. Bir an önce Demir Otel'e dönüp güzelce bir duş almak, sonra da sıkı bir uyku çekmek istiyordum.
Yolda, yazacağım röportajların başlıkları ve giriş cümleleri kafamda biçimlenmeye başladı. Atruş kampı için şöyle bir şey olabilirdi mesela: "Kuzey Irak'taki Türkiyeli Kürt sığınmacılar: Bağımsız Kürdistan olmadan dönmeyiz." Tatlı bir gerginlik daha bilgisayarın başına oturmadan zihnimi kaplamıştı. Büro şefim Herve Couturier'ye ilk röportajı cumartesi günü saat on birden önce Ankara'daki AFP bürosuna geçme sözü vermiştim, erken kalkıp çalışmak gerekiyordu. Sonra, en geç hafta başı İstanbul'a dönecektim. Bu sıkıcı görevin sonuna gelmiştim artık. Evimi de çok özlemiştim.
İçim rahattı. Kuzey Irak'ta Türkiye aleyhine haber üretmekle suçlanmak pahasına gazetecilik yapmam gerekmemişti. Biz oradayken, haberleştirildiği takdirde beni türlü ithamlarla yüz yüze bırakacak bir bilgi gelmedi kulağımıza. Eh, vicdanım da rahattı, vartayı atlatmıştım.
Bu düşünceler içinde yola dalmış giderken Turgutlu Jandarma Karakolu'nda durdurulduk. Bölgeye giriş çıkış yapan gazetecilerin kimliklerinin tespit edildiği bir karakoldu burası. İlerideki kontrol noktalarına telsizle adınız bildirilir ve yola devam için onay beklenirken bir süre misafir edilirdiniz. Bu geçişlerimde Turgutlu'nun astsubaylarıyla hoş sohbetler ettiğimi hatırlıyorum. Bu kez, astsubay yerine bir er aldı kimliklerimizi, el feneriyle şöyle bir baktı ve "Aman dikkatli kullanın," dedi, geri verirken.
"Hayrola bir şey mi var?" diye sorduk.
"Yok, yok," dedi başını sallayarak. Ama, yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Erdeki tuhaflığa bir anlam veremedik ve yolumuza devam ettik.
Güneş batalı yaklaşık bir saat olmuştu. Karakolun yakınlarındaki köyü geçtik. Cengiz hızlı kullanıyordu. Bir ara bir kamyona tehlikeli biçimde yaklaştı. Yarı şaka yarı ciddi, "Bana bak," dedim, "kamyonun altından tek sağ çıkan belki sen olursun ama o zaman bizden paranı alamazsın, dikkatli sür."
Uzakta, Suriye tarafında bir rafinerinin alevlar saçan bacası görünüyordu. Güneydeki düzlükte Suriye köylerinin ışıkları seçilir olmuştu. Kuzey, karanlıktı.
Ağırlaşıverdim birden. Yorgunluktan gözkapaklarım kapanıyor, başımı dik tutmakta zorlanıyordum. Biraz kestireyim diye başımı arkaya yasladım. Sohbetlerimiz de tükenmişti bir süredir.
Tam uykuya dalacağım, Cengiz'in ani freniyle silkindim. Karşımızda birbirine geçmiş gibi duran araçlar vardı. Gelişigüzel durmuşlar... Hemen hepsi kamyon... Sinyal lambaları yanıyor, fakat farlar sönük... Bir tanesi yola enlemesine duruyordu. Yol tamamen kapanmıştı.
"Kaza olmuş galiba," dedim.
En yakınımızdaki kamyona yirmi metre kala, araçların arasından ellerinde tüfekler, çığlıklar atan iki kadın fırladı. Daha ne olduğunu anlamadan burnumuzun dibinde bitiverdiler ve tüfeklerini üzerimize çevirdiler.
PKK'lıydı bunlar... O ana kadar fotoğraflarda gördüğüm kadın gerillalar... Çok heyecanlıydılar. Kesik kesik tiz perdeden Kürtçe bağırıp çağırıyorlardı. Bizden bir şeyler yapmamızı ister gibi bir halleri vardı ama ne dediklerini anlayamıyorduk.
Sadece bir sorunun cevabını arıyordum: Bu silahlı genç kadınlar ne yapmamızı istiyorlardı? Arabadan inmemizi mi? Kimliklerimizi göstermemizi mi? "Eller yukarı" falan mı diyorlardı? Başka bir şey düşünemiyordum. Hareketsiz, öyle kalakalmıştım.
Yaşadığım saniyelerin ötesi hakkında kafam bomboştu. Silahlar üzerimize çevrili olduğu halde öldürülmek düşüncesi hiç aklımdan geçmedi. Onlar böyle bağırıp çağırmayıp bize düşünecek zaman bıraksalar belki ölüm aklıma gelirdi... "Ne tür bir belanın içine yuvarlandık acaba?" diye sormadım kendime...
Bir trenin aniden raydan çıkması gibi... Gecenin ortasında elektriklerin kesilmesi gibi... Kendimi emniyette hissederken birdenbire güvendiğim, sahip olduğum her şeyi yitirmiştim. O an bir hiçten başka bir şey değildim. Karanlıktan peydahlanan bu iki kadın dünyamı ele geçirmişlerdi ve ben artık bu dünyada güçsüz, savunmasızdım.
Türkçe konuşan bir erkeğin sesi saniyeler süren alacakaranlığı dağıttı:
"Türk müsünüz?"
"Evet, Türk'üz, gazeteciyiz," diye cevap verdik.
"Farları söndürün, dışarı çıkın."
Öyle yaptık. Temkinli hareketlerle otomobilden dışarı çıktık. Görünürde beş-altı PKK'lı vardı. O iki kadın dışında hepsi erkekti ve tabii silahlıydılar.
Biri yüzümüze el feneri tutarak sordu: "Kimlik?"
Uzattık.
"Hangi gazeteden?"
"Yabancı basın. Ben Fransa Basın Ajansı'ndanım, arkadaşım Reuters'den," diye cevap verdim.
"Biz PeKeKe gerillalarıyız. Şu anki eylemimizin amacı faşist TeCe güçlerini üzerimize çekmek ve onları darbelemektir," dedi, yüzüme fener tutanı.
Ferahlar gibi oldum. En azından başımıza gelenin ne olduğu belliydi artık. PKK yol kesmiş kimlik kontrolü yapıyordu, biz de ağa takılmıştık işte.
O sırada başkaları da Fatih'le ilgileniyor, ona da benzer sorular soruyorlardı. Suratlarını tam olarak seçemiyordum. Benimle ilgilenenin uzun ve ince bıyıkları vardı. Kendisi de uzun boylu ve ince yapılıydı.
Kendi aralarında konuşuyorlardı. "Gazeteci Tırk" falan diyorlardı. "Tırk" olsa olsa "Türk" demektir diye düşündüm.
Hangi amaçla bölgede bulunduğumuzu ve nereden geldiğimizi sordu bıyıklı olanı. Kuzey Irak'tan gelip Diyarbakır'a gittiğimizi söyledim. Onları belki yumuşatır ve hakkımızda olumlu şeyler düşünmelerini sağlar diye Atruş kampını ziyaret ettiğimizi ekledim. Bir Türk birliğine de uğradığımızı açıklamak enayilik olurdu.
Bize karşı tavırları sert ve düşmanca değildi. Hatta, eylemin bütün o gerginliğine rağmen bir nezaket bile vardı davranışlarında.
Biraz ileride, yolun kenarındaki yüksekçe bir noktaya yirmiden fazla insanı toplamışlardı. Grup halinde çömelmiş duruyorlardı. Hareketsiz, konuşmadan... Yolu kesilen araçların şoför ve yolcuları idiler. Fatih'le beni onlardan en az yirmi metre uzağa ve geriye oturttular. Başımıza da roketatarlı bir kadın diktiler. Roketatarı sağ omuzuna almıştı, eli tetikteydi, bakışlarını yola dikmişti. Cengiz'i diğer şoförlerin olduğu yere götürdüler.
Bir-iki dakika çömelmiş vaziyette beklediğimizi anımsıyorum. Fatih'le aramızda hiç konuşmadık. Başımızda bekleyen kadın militanı tedirgin etmemek için... Sonra, bir süre onu süzdüm. Boyu ne kadar da kısaydı öyle. Küçücük bir suratı vardı. Açık kumral saçlarını başının arkasına toplamıştı. Omuzlarına haki renk bir şal atmıştı. Altında cepken, kütüklük. Şalvar giymişti. Bizimle hiç konuşmadı. Bakmadı bile...
İyimserliğimi korumak istedim. Belki bırakırlar yolumuza devam ederiz, diye geçirdim aklımdan.
Bizi aracımızın yanına çağırdılar. Kalktık gittik. El feneri yardımıyla arama yapıyorlardı aracın içinde.
O sırada uzun boylu ve telsizli olanı yanımıza geldi ve hakkımızda verdikleri kararı açıkladı: "Sizi alıkoyacağız, o yönde talimat aldık, bizimle gelmeniz gerekiyor." Ekledi: "Bütün eşyalarınızı toplayın, arabada bir şey kalmasın."
Gidiyorduk. Kaçırıyorlardı bizi. Ne zaman ve nasıl noktalanacağı belli olmayan bir macera başlıyordu.
PKK tarafından kaçırılan gazeteci ve turistlerin haberini çok yapmıştım önceleri. Hatta 1993 yazında kaçırılan dört Fransız turisti PKK'dan teslim almak amacıyla Güneydoğu'ya giden, gazeteci İsmet İmset'in maceralı girişimlerini AFP için izlemiştim. Şimdi ise haber olacak olan bizlerdik.
O an benim için en yerinde davranışın hiçbir şeye itiraz etmeden, sükûnet içinde söylenenleri yapmak olduğunun farkındaydım. Takside neyimiz var neyimiz yok topladık. Dizüstü bilgisayarımı aldım, Fatih de fotoğraf makinelerinin olduğu çantayı. Kumanyamızın bulunduğu torbayı bırakmıştık ki, içinde ne olduğunu sordular ve sonra "Onu da alın yanınıza," dediler. İki kutu ton balığı, iki kutu fasulye pilaki ve iki kutu da peynir vardı torbada. Almamızı istediklerine göre belli bir süre tutmayı amaçlıyorlar bizi diye geçirdim içimden.
İçlerinden biri şoförlere Kürtçe propaganda konuşması yapmaya başladı. Bildik sözcükler kulağımıza takılıyordu: "Faşist TeCe", "Kontra", "PeKeKe" vesaire...
"Üzerinizde silah var mı?" diye sordular. Silah bizde ne gezer? Ama usul gereği üst araması yaptılar.
Sonra, kendileriyle birlikte yürümemizi istediler. Uzun boylu ince bıyıklı yanımıza gelerek mütebessim bir yüzle, "Birkaç gün de Mardin gerillasının misafiri olun. Ne zorluklar çektiğimizi görün," dedi. Büyük ihtimalle grubun komutanıydı. Telsiz taşıyan bir o vardı içlerinde.
Diz boyu otların arasından karanlığın içine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Hızımız onlara az gelmiş olacak ki, kadınlar devamlı, "acele, acele," deyip duruyordu. Arkama şöyle bir göz attım, şoförler araçlarına koşuşuyorlardı. Kontak anahtarları çevrildi, farlar yandı ve hepsi birbiri ardına gazlayıp her iki yönde gözden kayboldular. Yol bomboştu artık.
Bütün bunlar sekiz-on dakika sürmüştü.
Yanımızda altı PKK'lı, düzlük arazide koşar adım yürüyorduk. İleride çok yakındaymış gibi duran bir dağ silueti vardı. Yıldızlı gecenin ufkunu kapatan bir kara perde gibi iki boyutluydu. Derinlik yitip gitmişti gecede. Suriye güneydeyse, o zaman biz kuzeye gidiyorduk. Dakikalar ilerledikçe yoldan geçen araçların sesleri kayboldu, ışıkları kaldı.
Bir anda, bir boyuttan ötekine atlamıştık. O araçların ışıkları az önce ait olduğumuz boyutun hızla silikleşen hayaliydi. Şimdi karanlıktaydık. Bilinmeyenlerle dolu, tehditkâr bir boyutta.
Yürüyüş tempomuzdan memnun değillerdi.
"Arkadaş, adınız neydi sizin?" diye seslendiler Fatih'e.
"Fatih arkadaş, sizler hiç yürümüyorsunuz."
"Gayret edin, düzlükten çıkalım tamamdır. Düzlük gerilla için imhadır."
"Acele, acele."
Hızımız artsın diye çantalarımızı alarak taşımaya başladılar.
Birden, güçlü bir ışık huzmesi bir uçtan ötekine yalayıp geçti araziyi. Bir daha, bir daha...
"Çömelin, çömelin," diye kısık sesle uyardılar bizi.
Ardından bir makinalı tüfek rasgele taradı araziyi. Yüreğim hopladı. Kurşunlar havada ışıklı bir iz bırakarak kayboldular. Beş-on saniye sonra bir kez daha aynı biçimde ateş açıldı. Projektörler araziyi taramaya devam ediyordu. Bunlar büyük ihtimalle Turgutlu Karakolu'ndan olay yerine gelen zırhlı araçlardı. Sanırım iki taneydiler. Yolda durmaksızın hareket ediyorlardı. Işıklarından anlıyordum.
Ama çoktan menzil dışına çıkmıştık. Çok uzaklarda, Turgutlu Karakolu'nun ışıkları görünüyordu.
Yine ateş edildi. Ama bizi vuramazlardı, korkacak bir şey yoktu. Sıcak takip yapmalarına da ihtimal vermiyordum açıkçası. "Ne tuhaf," diye geçti aklımdan, "daha yirmi dakika öncesine kadar ayrı ve geçirimsiz dünyalarda yaşayan biz ve onlar şimdi kader birliği etmek zorundayız."
Komutanları kısa bir telsiz konuşması yaptı ve sonra bize dönerek, "Arkadaşlar panzerleri vurmuş," dedi.
Bir on dakika daha yürüdükten sonra çukurluk bir yere geldik ve durduk. Sigara molası vermişlerdi. "Kamufleli için," dediler. Hepsi aynı anda bir kaya parçası bulup oturdu. Elleri palaskalarına asılı tütün tabakalarına gitti. Tabakalar gümüşi renkler saçarak karanlıkta harelendiler. Cigara kâğıtları sol elin üç parmağı arasına ustaca yerleştirildi, sağ el ile bir tutam tütün kâğıda yayıldı. Sonra tütün kâğıdın içinde her iki elle şöyle bir yuvarlandı ve kâğıt rulo yapıldı. Kâğıdın bir kenarı dil ucuyla hafifçe ıslatıldı ve sonra dişlendi. Kâğıt sarıldı ve parmakla azar azar bastırılarak yapıştırıldı. Cigaralar içime hazırdı.
Fatih'e ve bana birer tane uzattılar. Ben teşekkür ederek içmediğimi söyledim. Fatih aldı.
"Buraların tütünüdür. Biz bunu seviyoruz."
Çakmak sadece bir kez yandı. Bütün cigaralar, cigara ateşiyle yakıldılar.
Fatih birkaç nefes çekti. "Çok güzelmiş," dedi.
İçlerinden biri bize matarasını uzattı. Kana kana içtik. Suyun tadı hiç de fena değildi. Bir başkası "Ekmek ye," diyerek cebinden çıkarıp bir parça ekmek verdi. Sac ekmeğiydi bu. Bir lokma tattım. Doğrusu ya, tadı çok yavandı. Ayıp olmasın diye çiğnedim, boğazımdan zorlukla geçti. Kalanını cebime koydum. Onlar sarma cigaralarını tüttürüyorlardı, avuçlarının içinde saklayarak.
Birden uzakta karaltılar peydah oldu. Ağustos böceğini andıran bir ses çıkararak işaret yolladılar gölgelere. Aynı şekilde cevap geldi. Bunlar başka bir PKK'lı grubuydu. Yaklaştılar, geldiler, selamlaştılar, oturdular ve onlar da başladı cigara sarmaya. Aynı tören tekrarlandı.
Kürtçe sohbet ediyorlardı. Arada "tarama", "geri çekilmek", "panzer", "karakol", "pusu" gibi aşina sözcükler yakalıyordum. Biri "ciyuuuv", "gar gar gar gar gar" diye sesler çıkarıp elleriyle tüfekle ateş ediyormuş gibi hareketler yaparak keyifli keyifli bir şeyler anlatıyordu. Eylemin gerginliğini üzerlerinden atmışlardı.
Gök o kadar berraktı ki, Samanyolu bile seçilebiliyordu. Bizi kaçıranların yüzleri ve elleri ise kapkara görünüyordu. Zenci gibiydiler... Fosforlu ışıklar saçarak parlayan göz aklarıve tırnaklar gölge oyunu karakterlerine benzetiyordu onları. Hepsi aynı şekilde giyinmişti. Sırt çantası, boyuna dolanan şal, yelek ve gömlek, beli çepeçevre sıkan enli ve kalın bir kuşak üzerinde palaska ve kütüklükler, şalvar ve ayakta yün çorap üzerine giyilmiş gıslaved lastik ayakkabı... Şu köylülerin giydiği ucuz, siyah lastikten iskarbin süsü verilmiş ayakkabılar. Silahlarına dikkat ettim, çoğunda kalaşnikov vardı. İki makinalı tüfek ve iki roketatar çarptı gözüme. Palaskalarında el bombaları sallanıyordu.
Komutan ayağa kalktı, dört-beş kişiyi yanına çağırdı, onlara bizi göstererek Kürtçe bir şeyler söyledi ve diğerlerine kalkmaları için işaret etti.
"Gün doğmadan mutlaka noktaya varmalıyız. Siz iyi yürümüyorsunuz. Siz olmasanız biz iki saatte noktaya yetişiriz. Biz önden gideceğiz, siz bu arkadaşlarla gelirsiniz."
Onlar, on kişi kadar, hızlı adımlarla önümüzden geçerek dakika dolmadan karanlıkta yitip gittiler. Silah, cephane ve sırtlarındaki ağırlığa rağmen karanlıkta ne kadar düzgün, ne kadar hızlı yürüyorlardı. Hiç tökezlemeden... Tempolarını sanki görünmeyen bir metronom ayarlıyordu.
Yürüyüşe geçtik. Hep kuzeye doğru gidiyorduk. Hep ilerliyorduk ama karşımızda, şöyle elimizi atsak tutuverecekmişiz gibi duran o dağa bir türlü varamıyorduk. Biz ilerledikçe o, bizden uzaklaşıyordu.
Kaçırılalı iki saat olmuştu. Sırtında roketatar taşıyan biri bana eşlik etmeye başladı. Nereli olduğumu, hangi gazetede çalıştığımı, "güney Kürdistan"a niye gittiğimi sordu. Sohbet etmek istiyordu anlaşılan. Dağdaki adı "Rogeş"miş. Çok genç görünüyordu. On sekiz yaşındaymış. İki yıldır "Parti saflarında savaşıyor"muş.
Bir soru sordu, şaşaladım:
"Savaşın gerçekliğini nasıl buluyorsun?"
Şimdi bu soruya ne cevap verilir? "Kötü buluyorum," dedim ben de...
Verdiğim cevap onu pek sarmamış olacak ki, sustu. Sadece bir süre... Sonra, konuşmaya başladı. "PeKeKe yalnız Kürt halkının kurtuluşu için savaşmıyor, tüm Ortadoğu halkları için savaşıyor. PeKeKe bir insanlık hareketidir," dedi. Ve belirgin Kürt aksanıyla devam etti: "TeCe bize karşı her şeyi denemiştir, ama bizi bitirememiştir. Bagok'ta göreceksin, on üç yaşında gerilla vardır. Yetmişlik bir dede bile vardır, bizimle eylemlere katılıyor. TC'nin tek üstünlüğü tekniktir ha... O da olmasa toprağımızdan çoktan çekilecek. Zaten ekonomisi batmıştır. Bir Kobra kaça kalkıyor biliyorsun? Bu savaşı ne kadar sürdürür?"
"Vallahi Vietnam'dır," dedi. "Vietnam..."
"Amerika'nın Vietnam'da geliştirdiği taktiklerin aynısını TeCe yapıyor. Köy yakmalar, ekin yakmalar, bu kadar katliam... Ama fayda etmeyecek. O kadar köy boşaltılmıştır. Bagok'a yetişelim size onları gösteririz... Bize terörist diyorlar, asıl terörist TeCe'dir. TeCe çok barbardır ha..."
Ben, meyus, ara sıra "Hım", "Evet" diye tepki veriyordum. Rogeş'i dinliyordum, dinlemek zorundaydım. Dağlarda, inandığı bir dava adına vuruyor, öldürüyordu. Ama her an ölebilirdi de. Bu şekilde varolmaktan gurur duyduğu belliydi. Şimdi, karşısında bu dağlarda ender rastlanan türden biri vardı: İstanbullu bir gazeteci. Eh, konuşacaktı tabii.
Yürüyorduk, o bir taraftan devam ediyordu konuşmaya: "PeKeKe ordulaşmıştır. Kürdistan'ın her yerinde elli bin gerilla vardır. Hepsi de gönüllüdür. TeCe'nin askerleri gibi gün saymıyoruz. Biz sonuna kadar savaşırız. Onlar düşünsün."
Yol kesme eyleminden bahsetti. Roketçi Rogeş'in görevi bölgeye intikal eden zırhlı araçları vurmakmış. Bir "panzer"e ateş etmiş... "Çok hızlı gidiyordu, az gitse kesinlikle imha ederdim," dedi. Roket gelince zırhlı araçlardan karşı ateş açılmış. Her iki taraftan da zayiat yoktu anlaşılan.
Rogeş sonra sözü bize getirdi. Kaçırılmamız, o "yakalanma" diyordu buna, "savaşın gerçekliği"ymiş. "Kürdistan"a gelerek "savaşın bir parçası" haline gelmişiz. Bu durumda "yakalanmamız"ı "savaşın gerçekliği içinde" değerlendirmemiz gerekiyormuş.
Yürümekte zorlanıyordum. Kuzey Irak'ta zaten sıkılmış limona dönmüştük, rahat bir yatak ve uyku düşlerken başımıza bir de bu gece yürüyüşü çıkmıştı. Karanlıkta nereye bastığını görmeden yürümek zordu. Sık sık tökezliyordum. Saatler ilerledikçe yorgunluk dayanılmaz bir hal aldı. Kalbim küt küt atıyordu. İki saat kuzeye yürümüştük, sonra batıya dönüp bir iki saat daha... Şimdi saat sabahın üçüydü ve yaklaşık bir saattir tekrar kuzeye doğru yol alıyorduk. Düzlük çoktan geride kalmıştı, artık kayalık bir vadiden dağa tırmanıyorduk, dikenlere, ağaç dallarına takıla takıla.... Ama o dağ hep aynı yerde duruyordu. Bizden hep uzak... Bir serap gibiydi... Bizi peşinden sürükleyen...
Durduk, bir mola daha verdik. Onlar da yorulmuşlardı. Yere sırtüstü uzandılar ve cigara sardılar.
Ben de sırtüstü uzandım. "Sakın uyuma," diye uyardı beni Rogeş. "Uyursan ağırlaşırsın, zor yürürsün biliyorsun?" Su istedim. Matarasını uzattı. "Az iç, sonra zorluk çekersin," dedi.
Rogeş Türk basınından şikâyetçiydi. "Doğruları hiç yazmıyorlar. O kadar asker öldürüyoruz, hiç yoktur ha. Hep gizliyorlar. Savaşın gerçek boyutunu Türk halkı bilmesin... Hepsi kirli savaşın basınıdır."
Bagok dağının tepesine vardığımızda tan yeri ağarıyordu. Tam sekiz saat yürümüştük. Bizi "nokta" tabir ettikleri yere göürdüler. Etrafı kayalık yükseltilerle çevrili, çanak gibi, geniş bir bölgeydi. Kayalar, bodur ağaçlar ve makiyle kaplı alan gizlenmeye çok müsait bir ortam sağlıyordu onlara. Önümüzden giden gruptakiler çoktan noktaya varmış, toprağın üzerinde kıvrılıp uyumuşlardı. Kimi üzerine haki rengini artık iyi seçebildiğim o şaldan örtmüştü, kimi ise askeri yağmurluk. Sırt çantalarını yastık gibi kullanıyorlardı. Ayakkabılarını çıkarmıştı hepsi. Kat kat çorap giydiklerini gördüm. Ayakları, o yırtık pırtık leş gibi çorapların içinde çok kötü kokuyordu. Silahlarını bir kayaya dayamışlardı.
Eylemde gördüğüm iki kadın diğer gruptan en az otuz metre uzakta birbirlerine sokulmuş uyuyordu.
Bize yüksekçe bir kayanın dibini gösterip, güneş yükselene kadar burada uyumamızı istediler. Sonra, ateş yakıp çay pişireceklerdi, ısınacaktık. Fatih'le bir süre onlar gibi toprağın üzerinde kıvrılıp uyumayı denedik. Şans eseri ayağımda sağlam botlar, üzerimde kazak, atkı ve parka vardı.
Titreyerek uyandım. Topu topu yarım saat uyuyabilmiştim. İleride bir hareketlenme gördüm. Nöbetçi olarak bıraktıklarıydı sanırım, çalıların arasından çıkageldi ve yatan arkadaşlarının başına gitti.
Uyandırmaya çalışıyordu galiba. Kesik kesik, "Hevale Cudi, Hevale Cudi", "Hevale Cudi, Hevale Cudi," diyor başka bir şey demiyordu. Dürtmeden, dokunmadan. Eğilmiş, "Hevale Cudi, Hevale Cudi" diye tekrar ediyordu. "Hevale" Kürtçe "yoldaş" demekti, önceden biliyordum bunu. Dağa tırmanırken de, birbirlerine hitap ederken isimlerin başına mutlaka "hevale" ekliyorlardı. "Hevale"siz isim zikrettiklerini duymadım. Cudi nihayet uyandı. Baktım, Cudi, bizim komutanmış. Sonra aynı garip uyandırma seansı diğerleri için de tekrar edildi.
Kalktık yanlarına gittik, selamlaştık. Güneş tepenin ardından meydana çıkmıştı. Biri çalı çırpı getirdi. "Gerilla ateşi gördünüz mü?" diye sordu. Daha önce hiç gerilla görmemiştim ki, ateşini göreyim.
Dallardan kalın olanlarını seçti, ikişer ikişer ortada dörtköşe bir boşluk bırakacak şekilde üst üste dizdi. Belli bir yüksekliğe erişince bu kez ortadaki boşluğu ince dal ve çalı parçaları ile doldurdu. Cebinden çıkardığı naylon poşet parçasını çakmakla tutuşturarak çalıların üzerine damlatmaya başladı. Hemen tutuşuverdiler. Alevler yükseldi. "Bak," dedi, "gerilla ateşidir, duman çıkmaz." Doğru söylüyordu. Böyle, dumansız ateş yakmak gerilla eğitiminin bir parçasıymış.
İsten simsiyah olmuş, yamuk yumuk bir demlik çıkardılar. Küçük bir plastik bidonda duran boz bulanık syula içini doldurdular. Suyun üzerinde çerçöp yüzüyordu. Sonra, kalın ve uzun bir dal parçası bulup demliğin tel askısından geçirdiler ve iki kişi dalı birer ucundan kavrayarak ateşin üzerinde tutmaya başladı. Su beş dakikada kaynadı. Yeleğin cebinden ayrı ayrı poşetlere sarılı çay ve şeker çıktı. Bir avuç çay, kaynamış çamurlu suya atıldı ve beklendi. Bu sırada cigaralar sarılıyordu. Ceplerden küçük boy palaks bardaklar çıkarıldı sonra. Herkes yanında bir tane taşıyordu. Bardaklar hiç de temiz görünmüyordu ama yıkama gereğini duymadılar.
Çay kaşığı yoktu. Parmaklarını poşete daldırdılar ve nemlenmiş şekerden iri topaklar koydular bardaklarına. Sıra karıştırmaya geldi. Hemen yanlarındaki ağaçtan küçük bir dal kopardılar, işte bu da kaşıklarıydı. Bize de çay uzattıklarında aynı şekilde yaptık. Yalnız onlar kadar çok şeker koymadık. "Biz hep böyle çok şekerli içeriz," dediler. Suyu çamur renginde olmasına rağmen çayın tadında bir tuhaflık yoktu.
Cigaralar tüttürülüyor, çaylar içiliyordu, aralarında Kürtçe sohbete dalmışlardı. Keyifli bir an yaşıyorlardı. Rogeş, bize döndü, "İki gün erzaksız kalayım savaşırım, ama çaysız, tütünsüz dayanamam," dedi. Baktım, istisnasız hepsi tiryaki. Parlak metaldan tütün tabakaları deri kılıflar içinde, ulaşılması en kolay yerde: önde, el bombalarının hemen yanında.
Bu iki vazgeçilmez ihtiyaç maddesi, çay ve tütün için Tekel'e tek kuruş ödemiyorlarmış. Çay kaçak, Kuzey Irak'tan geliyor, tütün Bitlis'in o ünlü sarı, ince kıyılmış tütünü. Yerel kaynaklardan sağlanıyor.
Rogeş belli ki içlerinde en geveze olanı. Su sefer cebinden albümünü çıkarıp bize gösterdi. Naylona sarılmış, sonra bantla birbirine tutturulmuş, akordeon gibi açılıyor. Birinde Kalaşnikov'u kabzasından kavrayıp havaya dikmiş, bir dağın önünde poz veriyor. Gabar Dağı'ymış. Bir diğerinde arkadaşıyla bir çayı geçerken, beline kadar suyun içinde zafer işareti yapmış. Beş-on PKK'lı toplu halde... Bazı fotoğraflarda insanların yüzlerine çarpı işareti çekilmiş. Nedenini sordum, "Kaçak veya itirafçı mı oldu bunlar?" diye. "Hayır," dedi, "şehit oldular." Fotoğrafların arkasına yazmış, "Şehit: Kazım, Munzur, Agit" diye. Ardından cüzdanından bir asker kimliği çıkardı. Adını ve memleketini söyledi ama maalesef hatırlamıyorum. "O artık yaşamıyor," dedi. Cenazesinin üzerinden "kaldırmış". Öldürdüklerinin üzerinden böyle hatıra topladıklarını bilmiyordum.
Onları daha iyi görüyordum artık. Saçları dağınık, tozlu ve yağlı. Yüzleri güneş yanığı ve kirden karaya çalmış. Giysileri kirli, yamalı, yırtık ve eprimiş. İçlerine giydikleri gömleklerin yakaları kirden simsiyah. Belli ki uzun zamandır yıkanmamışlar.
Cigaralar bitince ekmeklerini çıkarıp yavan olarak yemeye başladılar. Bize de uzattılar. Aldık. Sonra Cudi içlerinden birine erzakımızın bulunduğu torbayı getirmelerini söyledi. Torbamız geldi, göz ucuyla kaçamak bir bakış attım, yiyeceklere kimse el sürmemişti. "Hadi siz yeyin," dedi. Fatih ve ben, "Olmaz, buyrun beraber yiyelim," dedik. "Yok biz yemeyiz; onlar sizin," diye cevap verdiler. Baktık bütün ısrarımıza rağmen yemiyorlar, biz de onların önünde yemekten vazgeçtik, sabah kahvaltımızı birkaç lokma yavan ekmekle yaptık.
Bu arada Cudi "Sizde cihaz var, değil mi?" diye sordu. Onlar telsize "cihaz" diyorlardı. Biz "Hayır," dedik, "cep telefonlarımız var, ama burada çalışmaz." Cebinden cep telefonuna benzeyen bir alet çıkardı ve bize gösterdi. "Bu aşağıda çalışıyordu, her yerle konuştum, artık çalışmıyor, siz anlar mısınız bundan?" Mobil telefondu elindeki. Kurcaladık, aküsü boşalmıştı.
Yol kesme eylemi sırasında özel otoların birinden almış. Nazik ifadesi ile "el koymuş". Adamdan şüphelenmiş, "kontra" olabileceğini düşünmüş ve telefonunu almakta kendince bir sakınca görmemiş. "Kontra", yerel halktan PKK'ya karşı aktif olarak devleti destekleyenlere taktıkları isimdi.
Telefonu da aynı telsizlerde yaptıkları gibi pil bataryalarıyla çalıştırabileceğini düşünmüştü belki. Sahibinin sabah olunca hattı konuşmaya kapatabileceğini bilseydi böyle yapmazdı herhalde. Ayrıca, adamın kontra olduğundan gerçekten şüphelendiğini sanmıyorum. Bence bu, telefona el koymanın bir bahanesiydi. Adamdan şüphelenselerdi onu da kaçırırlardı.
Sonra yere parkalarımızı sererek uykuya çekildik. Ben yattığım yerde iyimser düşlere dalmıştım. Mesela bizi hemen bugün yarın serbest bırakıyorlarmış ve ben Diyarbakır'a dönünce röportajlarımı daha fazla bayatlamadan yazabiliyormuşum... Henüz, onlarla geçen ilk günümüzdü. Ama ben daha çok Kuzey Irak'ta geçen iki güne acıyordum.
Hayat normal akışında devam etseydi, bu saatlerde ne yapıyor olurdum acaba? Büyük ihtimalle birinci röportajı yazmış ve Ankara'ya geçmiş, ikincisine başlamış olurdum.
Öğle sularıydı. Grubun bulunduğu bölgeye daha önce görmediğimiz bir PKK'lı geldi. Cudi ile kısa bir süre konuştuktan sonra bizleri yanına çağırdı. Uzakça bir yere gittik, oturduk.
"Şu ana kadar birimin güvencesi altında idiniz. Bundan böyle Parti'nin güvencesi altındasınız," dedi bize ilk olarak.
Bizi sorguya çekti. Kuzey Irak'a niye gitmiştik, orada nereleri görmüştük, vesaire, vesaire... Ben Türk birliğine gittiğimizi söylemedim. Sonra hayatımız için endişelenmememiz gerektiğini söyledi. Bizi en kısa sürede serbest bırakacaklarmış ama bunun güvenlik altında yapılması gerekiyormuş. Serbest kalınca doğrudan askerin eline geçersek bizi öldürüp suçu PKK'nın üzerine atabilirlermiş. Bu yüzden bizi uluslararası kuruluşlara, örneğin Birleşmiş Milletler'e veya Kızılhaç'a teslim edeceklermiş.
Bagok bölgesinin serbest bırakılmayı beklemek için uygun bir yer olmadığını, "düşmanla denge halinde" oldukları için bizi "güvenlikli bir bölge"ye nakledeceklerini söyledi. Bunun için dişimizi biraz sıkıp yürümemiz gerekiyormuş. İyi yürürsek ilk noktaya iki günde varabilirmişiz.
Bu arada bazı yerlere isimlerimizi sormuşlar, beni tanıyan çıkmamış. Diyarbakır'dan hangi gazetecileri tanıdığımı sordu, birkaç isim verdim.
Sonra, üstümüzdeki bütün alet edevatı ve belgeleri kendisine göstermemizi istedi. O an sinirlerimin gerildiğini hatırlıyorum. Biz her şeyimizi birer birer serdik ortaya. Bilgisayar, çağrı cihazları, cep bilgisayarları, ses kayıt cihazı, cep telefonları, fotoğraf makinaları...
En çok bilgisayarla ilgilendi, ama ben programın Fransızca olduğunu söyleyince ilgisi cep telefonuna kaydı. Telefonun antenini kurcaladı, çekerken kaidesini söktü, ben hemen müdahale ettim ve ricayla elinden aldım telefonumu. Telefonun GSM kapsama alanı dışında olduğu için bu dağlarda çalışmayacağını, ayrıca görüşmeye açmak için şifre girmek gerektiğini söyledim. Şifreyi sormadı ve bırakıp fotoğraf makinesine geçti. Yeteneklerini merak ediyordu, vizöründen baktı... "Ne kadar uzağı çeker?", "gece çeker mi?" gibi sorular sordu.
Bilgisayarın, telefonun, fotoğraf makinalarının kaç para ettiğini öğrenmek istedi. O an en büyük endişem bu değerli parçalara geçici bir süre için de olsa el koymalarıydı. Gasp etmeyeceklerinden emindim. Serbest bırakırken geri verirlerdi mutlaka... Bize saygılı davranıyorlardı, tutuklu gibi değil de, alıkonulan misafir gibi. Serbest bırakacaklarından şüphem kalmamıştı. Neden aletlerimize el koyup dönüşte aleyhlerinde konuşmamıza elverecek davranışlarda bulunsunlar ki?
Sıra belgelere geldi. Bütün kimlik kartlarımı, not defterlerimi, Fransızca haber kopyalarını birer birer çıkardım. Pasaportum hariç. Pasaportum üzerimde taşıdığım en değerli varlığımdı, geçici bir süre için dahi onlara vererek riske atamazdım. Baktım, Fatih de aynı şekilde davranarak pasaportunu gizledi.
Sonra, bütün eşya ve belgelerimizi teker teker bir deftere not etti. Eşyalarımız "zimmetlenerek" çeşitli risklere karşı güvence altına alınıyormuş... Her şeyimizi yeniden ceplerimize yerleştirdik. Derin bir oh çektim...
Nedense pasaport taşımamız gerektiği aklına gelmemiş ve sormamıştı. Oysa Kuzey Irak'a Habur'dan giriş çıkış yaptığımızı biliyordu. Pasaportsuz olur muydu hiç? Kendisi Irak'a giriş çıkışlarda Habur'u kullanmadığı için pasaporta ihtiyaç duymuyordu; belki de bu yüzden pasaport kavramına yabancılaştığı için bize sormayı unutmuştu.
Derken, aynı demlikleri gibi kapkara olmuş bir tava içinde bir yemek getirdiler bize. Kavrulmuş ottu bu. "Karakulak" adında yabani bir ot... Buralarda her yerde bitermiş. Sac ekmeğini banarak tadına baktık, hiç fena değildi. Ispanak gibi ama ıtırlıydı. Otun yanında ne yeriz diye düşünürken, aklımıza ton balığı konservelerimiz geldi. Torbadan çıkardık, açtık, ona da ikram ettik. Teşekkür edip almadı. Israr ettik direndi. Sabahki gibi olsun istemiyorduk, çünkü bu gidişle gene yiyemeyecektik. Bastırdık ve adamı bizimle ton balığı yemeye ikna ettik. Gruptakiler bizden uzakta ekmeklerini ot yemeğine banıyorlardı.