"Sunuş" ve "Giriş", s. 7-24
Bu yazılar 1987 ile 1994 arasında yazıldı. Kitabın başlığı aralarındaki ortak temayı belirtiyor. Bu derleme için yazılan "Giriş" bölümünde de bütün yazıların kaynaklandığı modeli daha açık bir şekilde sunmaya çalıştım. "Modernleşme ve Ulusal Kalkınmacılık", "Kriz ve İşçi Sınıfı", "Geriye Göç Olayına Nasıl Bakmalı?", "Avrupa Topluluğu ve Türkiye'nin Kimlik Sorunu", "Ulusal Kalkınmacılığın İflası ve Demokrasi" makaleleri İngilizce olarak, çeşitli konferanslar için yazılmıştı. Bu makalelerde daha daha genel dönüşümler incelenirken Türkiye örnek olarak veriliyor. Bu konulardaki düşüncelerimi en çok etkileyen SUNY-Binghamton Sosyoloji Bölümü'nde yapılan çalışmalar oldu. Oradaki öğrenci ve meslektaşlara, özellikle de Immanuel Wallerstein'a borcumu belirtmek isterim. Zafer Yenal'ın "Modernleşme ve Ulusal Kalkınmacılık", "Geriye Göç" ve "Avrupa Topluluğu" makalelerini Türkçeleştirmekte büyük katkısı oldu. Kendisine teşekkür ediyorum. Kalan bütün hatalar tabii ki benim sorumluluğum.
Giriş
Kalkınmacılık (developmentalism) 1945 sonrası dünyanın özgül boyutlarından biriydi. Bir yandan Amerikan hegemonyasının getirdiği iyimserlik, bir yandan soğuk savaşın rekabetçiliği, iktisadi kalkınmayı ve beraberinde getireceği varsayılan modernleşmeyi toplumların en başta gelen hedef ve beklentisi konumuna sokmuştu. Başarı gelişme hızıyla ölçülüyor, sürekli büyüyen nüfusun her yıl daha iyi yaşayabileceği varsayılıyordu. Aslında gösterilen performans da iyimser beklentileri destekler durumdaydı. Bu iyimserliğin ve gelişme gerçeğinin 1980'lerle beraber tersine döndüğünü biliyoruz. İşte buradaki yazıların ortak teması bu tersine dönüşün ve içerdiği dönüşümlerin azgelişmiş toplumlardaki etkisi. Bu derlemede krizin iktisadi boyutu ve azgelişmiş ülkelere nasıl yansıdığından çok, getirdiği dönüşümlerin politik ve ideolojik uzantıları tartışılacak.
1.
Son on beş yıldır yaşadığımız dönüşüm basit bir kriz olarak algılanmamalı. 1945-75 dönemi, kısa durgunluklara rağmen, genelde ekonomik büyümenin hâkim olduğu bir dönemdi. Bu ekonomik büyüme Türkiye gibi ülkeler için modernleşme ve sosyal değişim çizgisinde bir süreklilik anlamına geliyordu. Bu otuz yıllık süreklilik son on beş-yirmi yılda yerini belirsizliğe terk etti. 1970'lerden beri yatırım ve büyüme hızları bir istikrara kavuşamadı; 1980'ler birçok ülke için iktisadi gerileme dönemiydi; istihdamın gerek nitelik gerek kalite olarak eski düzeyine ulaşamayacağı artık açıkça belli oldu. Böyle bir konjonktürde nüfusu sürekli artan ve ekonomik büyüme vasıtasıyla kendi meşruiyetini sağlayan ulusal kalkınmacı rejimler doğal olarak zor bir konuma girecekler, vaatlerini yerine getiremeyecekler, kendi yeğledikleri ideolojilerin aşındığına şahit olacaklardı.
Ulusal kalkınmacılığın iflasını belirleyen sadece iktisadi düzeyde kendini gösteren bir çöküş veya geriye dönme değildi. Ekonominin dışına çıktığımızda diğer kriz boyutları da göz önüne seriliyor. Yine son yirmi yılın bir gelişmesi, gerek oluşturduğu kurumlar gerekse iktisadi güç dengesi açısından ABD'nin rakipsiz hâkimiyetini yitirmesi. Geçtiğimiz dönemin hem ekonomik, hem politik, hem de ideolojik gücü tartışmasız ABD'ydi ABD'nin önayak olduğu kurumsal çerçeve içinde soğuk savaşın getirdiği dengeler bütün dönem boyunca devam etmiş, böylece azımsanmayacak bir öngörülebilirlik içinde yaşanmıştı. Amerikan hâkimiyeti esas olarak 1945 sonrası dünyanın inşa edilmesinde kendini gösterdi. Bu dönemde oluşan kurumlar ulus-dev-letlerin kendi ekonomileri ve halkları üzerindeki denetimini kabullenip tescil ediyordu. Örneğin Bretton Woods'da oluşturulan para sistemi, sabit kurlar rejimini öngörerek, iktisat politikası yapma ve özellikle döviz arzını kontrol edebilme ayrıcalığını politik otoritelere veriyordu. Böylece serbest ticaretten ve liberal döviz politikalarından sapmaya izin vermiş oluyordu. Bu tercihi, 19. yüzyılda hüküm süren ve devletlere hiçbir şekilde makro-ekonomik politika yapma imkânı tanımayan altın-sterlin standardı ile karşılaştırırsak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sistemin ne kadar değişik olduğu ortaya çıkar. Yine, Birleşmiş Milletler'in kuruluş sözleşmesindeki (şimdi giderek saçmalığı ortaya çıkan) ülkelerin "iç işlerine karışmama" ilkesi de ulusal egemenlik fikrini ve pratiğini yüceltiyordu. ABD'nin yardım, borç verme vb. gibi diğer ülkelerle ve özellikle azgelişmiş ülkelerle iktisadi ilişkilerinde de hâkim kural muhatabın karşıdaki devlet olarak alınmasıydı; bu yüzden de isteyerek veya istemeyerek karşıdaki devletin ekonomi ve toplum üzerindeki denetim kapasitesi güçlendiriliyordu.
Bu kurumların işleyebilmesi Amerikan ekonomisinin dünyada rakipsiz bir hâkimiyet sürdürmesi ile mümkün oluyordu. Soğuk savaşın bu tarafında kalan azgelişmiş ülkeler son kertede ABD'ye sığınabileceklerinin bilincindeydiler. Fakat bir yandan ABD'nin ulusal kapitalizminin diğer ulusal kapitalizmler karşısında güç kaybetmesiyle, diğer yandan Amerikan sermayesinin kendi dünyaya yayılma sürecinde giderek ABD'ye yatırım yapma mecburiyetini hissetmemeye başlamasıyla Washington'un pozisyonu giderek zorlaştı. İlk olarak terk edilen doların dünya parası olma statüsü ve sabit kurlar rejimi oldu. 1980'lerde dünya ülkelerinin büyük bir kısmı paralarını dalgalanmaya bırakmışlardı, böylece iktisat politikalarını oluştururken eskiden olduğundan çok daha az özgür kaldılar. Amerika'nın gerek doğrudan gerekse çeşitli kurumlar vasıtasıyla verdiği yardımlar azalınca gelişen ülkeler bankalardan aldıkları borçlara muhtaç kaldılar. Bir yandan bankaları (ve IMF'yi) tatmin edecek performans göstermek bir yandan da özel yabancı sermayeyi çekecek koşullar yaratmak zorunlu oldu. 1980'lerde korumacılık ve ulusal ekonomi inşa etme amaçları ancak dünyada olup bitenin dışında kalmak pahasına sürdürülebilirdi. Sermayenin ivmesi politik otoritelerin denetim altında tutmaya çalıştığı ulusal kapitalizm sınırlarını yıkmıştı.
Amerikan hegemonyasının yitirilmesi başta Amerikan şirketleri olmak üzere tüm sermaye birimlerinin kendilerini keskin bir rekabet ortamında bulması anlamına geldi. Yapılan hesaplar ve alınan kararlar giderek iktisat ders kitaplarında anlatılan akılcılık ilkelerine yaklaşır oldular. Bu yeni ortam içinde politik kaygıların ağırlığı azalmaya başladı. 1970'lerde petrol fiyatının artması akabinde ortaya çıkan borç patlaması ve bunu takip eden borç krizleri politik mantığın iflasını sergiledi. Azgelişmiş ülkeler IMF ile pazarlık masasına oturmaya mecbur oldular. IMF'nin dayatmaya çalıştığı hareket tarzı ekonomik mantığın bir yansımasıydı. Nasıl ki borçlu bir kişiye daha çok kazanması ve daha az harcaması salık verilir, IMF de borçlu ülkelere daha çok döviz geliri elde etmelerini ve daha az harcama yapmalarını tavsiye ediyordu. Artık Amerika'ya veya başka bir kurtarıcıya sığınmak yoktu; sürekli açık vermek söz konusu olamayacağına göre, dünya ekonomisi içinde kalmak oyunu kuralına göre oynamayı gerektiriyordu. Politik tercihlerin, ulusal ekonomici devletlerin, popülist hükümetlerin işi iyice zorlaşmıştı. Bundan böyle dünya ekonomisinin işleyişi gerçekten de ekonomi kitaplarında anlatılan modele yaklaşacaktı.
Sözünü ettiğimiz dönüşüme bir üçüncü perspektifi bu bağlamda getirebiliriz. Kapitalizmin beş yüzyıla yakın serüveni içinde kalıcı çelişkilerin biri, devlet kurucu politik kadrolarla ekonomik mantığı sürdüren sermaye sahipleri arasında olmuştur. Herhangi bir oluşumu anlamaya çalışırken (örneğin 17. yüzyılın politik merkezileşmeleri) devlet kurucu ve politik kaygı ile hareket eden grupların mantığını göz ardı etmek yanlış ve zoraki bir ekonomik indirgemeciliğe götürebilir. Buna karşılık 19. yüzyıl genellikle ekonomik muhasebenin öne çıktığı, politik kadroların ekonomik oluşumlara ancak tepki gösterebildiği bir dönemdir. Bu derlemedeki yazılarda Birinci Dünya Savaşı'nın bu ekonomi hâkimiyetine son verdiği ileri sürülüyor. Yani 1920'lerden 1970'lere uzanan dönem gerek gelişmiş gerek de azgelişmiş ülkelerde devlet kuran sınıfların ön planda olduğu, kendi mantıklarını ekonomiye empoze edebildikleri bir dönemdi. 1945 sonrasında Amerikan hegemonyası, bir yüzyıl öncesi İngiltere'nin hâkim olduğu dönemin aksine, bu devlet kadrolarının projelerini sürdürebilecekleri bir dünya düzeni kurarak ekonomik büyüme döneminde de dengenin devam etmesini sağladı. Böylece gerek ekonominin gerekse politikanın esas birimleri ulusal devletler olarak kaldı.
Bu dönemde gelişen ülkelerde yaşayan insanları ayakta tutan, devletleri meşrulaştıran en önemli unsur milliyetçilik oldu. Şu veya bu şekilde insanlar ulusal bağların önemli olduğuna inanmışlardı. Milliyetçi, modernleştirici ve kalkınmacı devletler ekonomik sınırlarını bir ölçüde kontrol edebiliyor ve kendilerinden beklenilen ekonomik ve sosyal hizmetleri de pazar dışı mekanizmaları zorlayarak yerine getiriyorlardı. 1970'lerdeki dönüşüm ise çok kısa bir sürede dengeleri değiştirdi; kapitalist sistemin kendi kurallarına göre —fakat bu sefer gerçekten dünya düzeyinde— işleyebileceği bir ortam yarattı.
Ulusal kapitalizmin iflası devlet kurucu kadroların sermayeye alternatif bir mantığı savunmalarının ne kadar zor olduğunu gösteriyordu. Devletlerin şimdiye dek üstlendikleri işlevleri yerine getirmelerinin gittikçe zorlaşması sermayenin kendi ihtiyaçlarına daha doğrudan cevap verebilecek örgütlenme arayışlarını gündeme getirdi. Bunların ne olacağını daha bilmiyoruz. Ama kesin olan ulus devletlerin ve onların coğrafi sınırlarının artık dokunulmaz olmadığı. Devlet kurma, politik toplum oluşturma gibi kaygılar ile salt ekonomi mantığı arasında bir gelgitin ürünü olan kapitalizmin tarihi şimdilerde ikinci mantığın galebe çaldığını yansıtıyor. Bu dönüşüme koşut olarak da politik mantığı temsil eden kadrolar birbiri ardından eskiden sorgulanamayan statülerini yitiriyorlar.
Şimdiye kadar dünya kapitalist sistemi yaygın ve sınır dinlemeyen bir dünya ekonomisi ve birbirinden bağımsız siyasi iktidarların ürünü olan devletlerin oluşturduğu bir politik düzeyin eklemlenmesi olarak düşünülebilirdi. Sınır dinlememesine rağmen dünya ekonomisi siyasi kerte içinde somutlaşıyor, devlet yapıları tarafından şekilleniyordu. Bu yüzden de görünüm olarak ulusal kapitalizmlerin eklemlenmesiyle ortaya çıkıyordu. Şimdilerde ise dünya kapitalizmi ulusal kapitalizmlerin toplamı olmaktan çıkıyor, gerçekten bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazar olarak gören, kendi hareketliliğine engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sisteme dönüşüyor. Artık uluslararası değil, küresel. Kendi meşruiyetlerinin temeline ulusal düzeyde yönetebilmeyi umdukları kapitalizmleri koymuş olan ulus-devletlerin bu denli yoğun bir kriz içinde olmalarının nedeni de bu.
Uluslararasılıktan küreselliğe geçiş dinamiğine baktığımızda, artık dünya sisteminin yeni bir aşamasına geldiğimiz sonucunu çıkarmamız kaçınılmaz oluyor. Şimdiye kadar az veya çok ulus-devletler ile beraber gelişmiş bir ekonomik sistem, şimdi kendine yeni bir çerçeve arıyormuş gibi bir görünüm var. Ulus-devletlerin parçalanıp kendilerini kültürel boyutta çok daha mütecanis hisseden grupların oluşturduğu mikro ölçekte politik oluşumların ortaya çıkması beklenebilir mi? Yoksa ulus-devletler şimdiye kadar üstlendikleri işlevlerin "gece bekçiliği" hariç hepsini terk mi edecekler? Yani polisiye ve hukuk işlevlerinin dışında kalan her şey piyasaya bırakılabilecek mi? Ulus-devletlerin böyle bir gerilemesi karşısında toplum dengeleri nasıl etkilenir, devletin şimdiye kadar sağladığı meşrulaştırıcı birtakım ideolojilerin yerine ne geçer? Giderek devletlerden bağımsız bir hüviyet sergileyen büyük şirketler kendi personellerinin çeşitli ihtiyaçlarını üstlenerek özerkliklerini pekiştirebilirler mi? Bu dinamiklerin dünya ölçeğinde ortaya çıkaracakları gelir ve servet dağılımları, kutuplaşmalar ne boyutta olacaktır?
2.
Bu sıraladığımız sorular nispeten uzun dönemde cevaplanacak. Daha kısa ve orta dönemde ise ulusal kalkınmacılığın alıştığımız dengelerinin bozulması ile yüzeye çıkan birtakım gelişmeler var ki onlara değinmek aşağıdaki yazıların ne tür somut araştırma sahaları açtığına dair ipuçları verecektir.
İlk önce devletin ulusal kapitalizmi yönetebilme şansını yitirmesinin zorunlu kıldığı politika değişmeleri var. Bunların önemli bir kısmı mali buhrandan kaynaklanıyor. Piyasa ideolojisi milliyetçiliğin ulusal devletlerden beklediklerinin yerine geçiyor, devlet ise kendinden beklenilen her şeyi yapamayacağının, uzun müddet piyasaya karşı duramayacağının farkında. Ayrıca da harcamalarını geliriyle kısıtlamak zorunluluğunu hissediyor. Örneğin, belirli kesimlerin devlet sübvansiyonu ile ayrıcalıklı kılınmasının toplumun diğer gruplarına nasıl bir maliyet getirdiği artık anlaşılıyor ve açıkça tartışılıyor. Er veya geç sanayide KİT'ler olsun tarımda taban fiyatları olsun, bu pratiklerin savunucuları azınlıkta kalacak ve devletin kıt kaynaklarının nüfusun daha büyük çoğunluğuna dolaysız katkı yapacak bir şekilde kullanılması üzerinde mutabakata varılacak. Böyle bir düşüncenin altında yatan ise yakın zamana kadar hepimize yabancı gelen bir anlayış: dünya piyasasında belirlenen fiyatlara uygun üretim yapamayanların bu işten vazgeçmeleri gerektiği. Yani kapitalizmin ulusal olmadığı ve kalkınmacılık ideolojisinin gizlediği uygulamaların tartışmaya açılması gerektiği anlayışı.
Bu görüşün bir uzantısı yatırım ve üretim kararlarının piyasa güçlerine bırakılması; siyasi otoritelerin ise gerçekten piyasanın yapmadığı, yapamadığı işlerde yoğunlaşması. Yalnız, piyasa güçleri dediğimiz zaman olayı ekonomi ders kitaplarındaki anonimlik düzeyinde görmemek gerekiyor. Dünya ekonomisi yoğunlaşmanın ötesinde aynı zamanda giderek de merkezileşiyor. Büyük şirketler hem eskisinden daha büyük hem de yeni telekomünikasyon teknolojileri sayesinde daha geniş bir sahada, daha hızlı karar alabilecek durumdalar. Aldıkları kararlar ise potansiyel olarak üretim yapabilecekleri yerlerdeki koşullarla ilgili. Hiçbir ülkede büyük şirketleri ve sermayeyi cezbedebilecek koşullar dengeli olarak coğrafyanın ve toplumun bütün kesimlerine dağılmış değiller. Bu yüzden de ayrıcalıklı konumdaki (sermaye ile ilişki kurabilen) gruplarla bu ilişkinin dışındakiler arasında farklılaşma artıyor. Devletin katkısı da işte bu bağlamda önem kazanabilir. Başarılı devletler büyük şirketleri cezbedecek koşulları hazırlamaya çalışıyorlar; kendi nüfuslarının daha büyük kısmının dünya üretimine katılmasını sağlayacak tedbirler alıyorlar. Fakat bir yandan da farklılaşmaya karşı sosyal, yeniden-dağıtıcı politikalar uyguluyorlar.
Sermayeyi düşük ücretlerle davet etmek geçerli bir politika değil, çünkü her zaman daha da düşük ücretli ekonomiler bulmak olası. Özellikle Türkiye için ücretleri düşürerek rekabete girişmek herhalde olanaksız. Bunun yerine kalifiye işgücü yaratarak teknolojisi ve düşünsel girdisi daha yüksek sektörleri hedeflemek daha gerçekçi. Böyle bir girişim hemen eğitimin önemini vurguluyor. Ne kadar özelleşirse özelleşsin, devletin sağladığı eğitim bütün sektör içinde başat bir yer tutmaya devam edecek. Gerçek bir eğitim seferberliği olmadan ise bu yeni dünyayla arzulanan düzeyde bütünleşmek kolay olmaz. Tabii burada söz edilen sadece eğitime ayrılan bütçe değil; şimdiye kadar milliyetçi ideolojinin dar çerçevesi içinde düşünülmüş, devletin ve milletin yüceliğini tekrarlamayı en önemli ödev bilen, kişisel girişimin ve düşünce özerkliğinin faziletine inanmayan bir kültürün destekleyicisi olan bir eğitim felsefesinden, kısaca modernist diyeceğimiz bir anlayışa geçmek gerekiyor. Bu tür bir dönüşümü sürdürecek insan gücü nereden bulunacak, böyle bir dönüşümün iktidarlarını etkileyeceğini haklı olarak düşünen devlet eliti nasıl razı edilecek? Böyle bir dönüşümün yol açacağı sarsıntıda kendilerini geride kalmış hisseden kesimlerin tepkileri nasıl kanalize olacak?
Eğitim gibi diğer birçok konuda da aynı tür gelişmeler ve sorular gündeme geliyor. Ortak payda ulusal düzeyde kalkınma, türdeşleşme, modernleştirme projelerinin artık kolay görünmemesi, devletin şimdiye kadar üstlendiği görevlerden vazgeçmeye mecbur kalması, bu boşluğun global düzeyde arayışlara ve global gelişmelere hassas politikalara yol açması; ve son olarak da bu yeni dinamiklerin geçen döneme nazaran çok daha ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı süreçler ortaya çıkarması. Hemen her ekonomik sektörde ve toplumun her kesiminde yeni yönelimlere uyabilenler ile bu dinamiklerin dışında kalanlar arasındaki uçurum büyüyor; 19. yüzyıl bağlamında sözünü ettiğimiz tür bir farklılaşma ve bu farklılaşmanın doğurduğu güvensizlik, arayış, düşmanlık ve içine kapanan bir savunuculuk gündeme geliyor. Toplumdaki bu ayrışmanın ideolojik uzantılarını ve modernleşme bağlamında ne anlama geldiğini aşağıda tartışacağım.
3.
Yakın geçmişe kadar kapitalizm modernliği beraberinde taşımıştı. Önce kapalı toplulukları dünya ekonomisine entegre ederek sonra da milliyetçi tecrübenin ulusal kalkınma projesi çerçevesinde… Gerek "modernleşme" türü yaklaşımlar gerek Marksizm bu genel gelişmeyi veri olarak aldılar. Modernleşmeciler toplumsal ve kişisel maliyetler açısından biraz daha iyimserdiler, Marksistler ise biraz daha kötümser; modernleşmeciler olayın kendiliğinden olabileceğini düşünüyorlardı, 20. yüzyıl Marksistleri ise devlet güdümünü tercih etmeye daha yatkındılar. Marx' ın kendisi toplumsal maliyetine rağmen kapitalizmin getirdiği modernleşmeyi ileri bir adım olarak yorumluyordu. Gerçi hayatının sonuna doğru daha önceleri hiç duraksamadan salık verdiği acı reçetelerden vazgeçer gibi oldu ama kapitalizmin ilerici bir düzen olduğu ve prekapitalist toplumsal yapılara nazaran çok daha fazla özgürleştirici potansiyel içerdiği tezinden hiç vazgeçmedi. 20. yüzyıl Marksizmi ise üçüncü dünyacı versiyonunda kapitalist dünya ekonomisinin prekapitalist toplumlara etkisini sadece bir yıkım ve sömürü öyküsü olarak göstermeye başladı. Bu yaklaşımın doğal sonucu kapitalizmle beraber modernliği de sorgulamak ve buradan çıkarak yerelliği, yerel kültürü farklı bir medeniyetmiş gibi yüceltmek oluyordu. Aslında kapitalist modernleşmenin içinde bir proje olan milliyetçilik de daha radikal versiyonlarında yerel kültürün ve ulusun üstünlüğünü abartıyor ve anti-kapitalist üçüncü dünyacılığa yaklaştığı oluyordu.
Kapitalizm düzenli bir şekilde gelişirken bu anti-modernist akımın gücü sınırlı kaldı. Üçüncü dünyacı Marksizm'in etki alanı kısıtlıydı; ekonominin başarısı ise milliyetçiliğin yerelci ve tepkisel boyutunu yumuşatıyordu. İdeolojik spektrumun gelenekselci kanadından gelen yerelci söylem ise "modernleşme sürecinde böyle şeyler olur, sürtüşmeler çıkar, bazı kesimler daha çok maliyet çekerler, fakat uzun dönemde her şey hallolur" düşüncesiyle fazla ciddiye alınmıyordu. Kaldı ki ufak tefek krizler kimseyi fazla korkutmuyordu, çünkü kapitalizmin bundan önceki büyük iktisadi buhranında milliyetçi proje dozunu yükseltmiş, baskıcı olmuş, ama modernleşme ülküsünden taviz vermemişti.
Oysa içinde olduğumuz krizde kaygılar çok daha ciddi. Bir yandan kapitalizmin karşısında hiçbir engelin duramayacağı teslim ediliyor, diğer yandan ise modernleşme sürecinin her yerde devam edebileceğine inanmak büyük dozda iyimserlik gerektiriyor. İçinde bulunduğumuz kriz, kapitalizmin uzun dönem dönüşümlerinden biri. Kapitalizm kendi açısından sağlıklı bir büyüme, yaratıcı bir tahripkârlık sergiliyor; fakat bu başarılı dönüşüm bir yandan da eski ilişkileri geride bırakıyor. Yeni görünümüyle kapitalizm artık modernleşmenin taşıyıcısı değil. Bundan önceki büyüme döneminde de modernleşme vaadinin hemen ve herkes için gerçekleşmesi beklenmiyordu. Özellikle nüfus artışı da göz önüne alınınca somut olarak kapitalizmin yörüngesine girme sürecinin ne kadar yavaş olabileceği anlaşılır. Buna rağmen 1945-75 döneminde şehirlere gelen yığınların çoğunluğu kapitalizmin etki alanının genişleyeceğine, kendilerinin de sermayenin yörüngesinde yeni hüviyetlere kavuşacaklarına inanıyorlardı. Bu yüzden modern siyasi yelpazenin dışına nadiren çıktılar.
İçinde bulunduğumuz dönemde radikal bir dönüşüm olduğunun en açık göstergesi kapitalizmle modernleşme arasındaki bağın kopmuş olmasıdır. Kapitalizm sermaye açısından başarılı bir değişim geçirirken artık modernleşme vaadini beraberinde taşımıyor. Yalnız bunun tek nedeni yukarıda sözünü ettiğimiz ulusal kapitalizmlerin iflası ve ulus-devletlerin krizi değil. Yani bir şekilde kalkınmacı-modernleşmeci devletleri geri getirebilsek sorunu çözmüş olmayız, çünkü kapitalizm artık eskisi gibi içerici olmaktan çıktı. Yeni üretim süreçleri ve ürünler eskisi gibi istihdamı artırmıyor, aksine bütün dünyada artık hiç iş bulamayacak insanların sayısı büyüyor. Kapitalist ivme ve birikimin daha çok işgücüne dayandığı dönem bitti. Yeni teknolojilerde emek kullanım, özellikle de düşük vasıflı emek kullanım boyutu çok zayıf. Bu yüzden de yığınların hâlâ kapitalizmin yörüngesine girecekleri, tavırlarını bu beklentiye göre ayarlayacakları ümidini beslemeleri zor. Önümüzdeki dönemin muzaffer kapitalizmi istihdam açısından bekleneni getirmeyecek. Alıştığımız endeksler yatırım ve büyüme boyutlarında yüksek performanslar sergilese dahi bu sistemde yığınları içerebilen bir istihdam tablosu bekleyemeyiz.
Sözünü ettiğimiz durum teknolojik nedenlerle (emek tasarruf eden üretim süreçleriyle) birlikte kapitalizmin yeni örgütlenme şeklinden de kaynaklanıyor. Sermayenin dünyanın istediği yerinde üretim yapabilme ve ülkelerarası hareket yeteneği eskisiyle kıyaslanamayacak derecede yüksek. Biraz da ulusal kapitalizm seçeneğinin çökmesiyle ilgili olarak sermayeyi yerinde tutmak artık çok zor. Yeni iletişim ve kontrol teknolojileri sayesinde, koşulları daha elverişli bulduğu zaman başka bir şehre veya ülkeye gidebiliyor. Veya mekânı terk etmese dahi sürekli istihdam ilişkileri yerine kısa dönemli, kontratlı, yarı-zamanlı işçileri tercih edebiliyor. Bu nedenle sermayenin sömürüsüne mazhar olan şanslı insanlar dahi sürekli sömürüleceklerinden emin değiller. İçerilme vaadinin ve ümidinin yok olması kapitalizmin durumu ciddi olmasa bile modernleşmenin geleceğinin vahim olduğuna işaret ediyor.
Bu son noktayı vurgulamakta yarar var, çünkü ne geleceğe dönük teşhisler ne de tedavi önerileri bu temel olguyu iyice değerlendirmeden yapılabilir. Önümüzdeki dönem giderek daha fazla insanın işçi statüsüne kavuşamadan hayatlarını sürdürecekleri bir dönem olmaya namzet. Zengin ülkeler bu insanları uzun yıllar eğitmeye, onlara çeşitli programlar çerçevesinde gelir aktarmaya ve sermaye açısından üretken olmasa dahi iş yaratmaya muktedirler. Ama zengin ülkelerde dahi devletler nüfusun tümüne bu avantajları sağlayacak güçte değil. Giderek sistemin dışında kalan nüfus öbeklenmeleri ortaya çıkıyor. Her hakkın ve ekonomik yararın eşit olarak dağıtıldığı vatandaşlık kavramı yaralar alıyor. Devletler ve kendini "gerçek" vatandaş olarak gören ve tanımlayan insanlar, dışarıda bırakılması gereken (göçmen, siyah vb.) kategoriler icat ediyorlar. Sermayenin herkese istihdam yaratamaması tehdidine devletin sınırlı kaynaklarının nasıl kullanılacağı tartışması eklenince çeşitli grupları dışlayıcı aşırı sağ politikalara zemin hazırlanmış oluyor.
Fakir ülkelerde durum daha kötü. Sermayeyle hiçbir zaman sürekli ve dolaysız ilişkiye girmemiş, böyle bir ümidi hiç beslemeyen, ayrıca devletin şimdiye kadar verdiği hizmetlerin ve yarattığı istihdamın aynı düzeyde devam edemeyeceğini sezen, nüfus artışı dolayısıyla da hızla büyüyecek bir sosyal kategori ortaya çıkmış durumda. Bu insanların çoğunluğu hayatlarını idame ettirmek için ufak tefek işleri bir araya getiriyorlar, ellerindeki toprağı, aletleri işleyerek, işleterek, arada sırada iş bularak, ayakta kalacak kadar gelir elde ediyorlar. Diğerleri bireysel çözümlerin en sağlamı olan göç seçeneğini deniyor. Son yıllarda zengin ülkelerin kapısına dayanan göçmen sayıları sürekli artış gösteriyor; daha da artacağı muhakkak. Önümüzdeki dönemin en büyük sorunlarından olmaya aday göç sorunu zengin ülkelerde politik spektrumu polarize edecek; bir yandan liberalizmin maskesini düşürecek, bir yandan da solu güç durumda bırakacak. Gerçek liberalizm ve küreselleşme kuramları aslında sınırların sermaye için olduğu kadar işgücü için de kalkmasını öngörmeli. Bu yüzden liberal görüşün çelişkilerini sergilerken kullanılabilecek en güçlü argüman "madem öyle, bırakalım insanlar da sınır tanımasın" türü bir argüman olacaktır ki bunun kabul edilemeyeceği aşikâr. Örneğin Türkiye'nin AT ile ilişkisi gümrük birliği düzeyinde kalırken, serbest dolaşıma şimdikinden daha güçlü engeller gelecek. Avrupa'nın ve ABD'nin sol grupları bu konu karşısında tam bir çıkmaza giriyorlar. İç politika açısından göçün kolaylaşmasını savunmak aşırı sağ partilere cephane vermek anlamına geliyor; bu yüzden de "uluslararası dayanışma" platformları somut uzantısı olmayan Fabian bir retoriğe dönüşüyor.
Fakir ülkeden zengin ülkeye göç büyük dozda bireysel girişim gerektirirken, fakir ülkeler içinde büyük şehirlere yığılmanın devam etmesi insanların "trickle-down" (bize de düşer) modelinden hâlâ medet umduklarını gösteriyor. Gerçekten de sermayenin sağladığı sınırlı imkânların kırıntılarını toplamak ancak büyük şehirlerde mümkün. Yukarıda sözünü ettiğim çeşitli tür kapasiteleri mobilize ederek ayakta kalabilecek kadar gelir elde etme seçeneği ancak ekonominin diğer yörelere nazaran çok zenginleştiği global, "dünya-şehirleri"nde geçerli. Yine de bu beklentiler kolaylıkla gerçekleşmiyor. Bu konuda başarısız kalanlar ve bu ümidi hiç besleyecek durumda olmayanlar, ortaklaşa bir modernleşmeyi sorgulama platformu geliştiriyorlar. İşte önümüzdeki yıllarda özellikle fakir ülkelerin ve dolaylı olarak zengin ülkelerin siyaset sahnesini ve istikbalini belirleyecek en önemli gelişme, modernleşmeyi sorgulayan akımlar olacak. Kapitalizmin artık modernleşmeyi getirmediğini, gerek istihdam yaratma kapasitesinin tıkanması gerek de ulusal devleti krize sokması yüzünden yığınları kendi yörüngesinin dışında bırakacağını en iyi teşhis eden akımlar bunlar.
Şeriatçı İslamiyet modernleşme dışında bir toplum modeli öneren akımların en çok gündemde olanı ve tabii ki Türkiye özelinde en etkilisi. Sağ liberal partiler dini motifler kullanabilirler, popülist bir arayış içinde Cumhuriyetin katı laikliğinden taviz verebilirler; fakat bunu yaparken alternatif bir toplum projesi önermezler. Platformları, bütün retoriğine rağmen, sermayenin işleyişi ve zorunlu olarak belirlediği toplumsal ilişkilerin (bireyselleşme, kadınların çalışabilmesi gibi evrensel düzeyde somutlaşan dönüşümlerin) içinde kalmaya mecburdur. Bu yüzden İslami lügatçeye ve sembollere taviz vermekle beraber aslında modernleşmeci kalan akımlardır ve tabii ki bu sağ liberal akımlar İslami platformda yer alıyor diye bütün İslami hareketin aslında modernleşmeci olduğu da söylenemez. Zira gerçekten alternatif bir proje üreten ve modernliği bilinçli olarak sorgulayan, kavramları ve ütopyası premodern telmihlerle dolu, kendini anti-modern olarak tanımlayan güçlü bir entelektüel ve siyasi platformun varlığı yadsınamaz. Ayrıca bu platform kendini anti-modern olarak tanımlarken, siyasi rejimden en mikro yaşam pratiklerine kadar gayet somut ve modernist kalıplara alternatif teşkil eden uygulamalar önermektedir. Kendini bilinçli bir şekilde anti-modern olarak takdim eden, bu temelde taraftar toplayan bir politikanın aslında modernist projeyle uyum içinde olduğunu iddia etmek yanlış olur.
Olayın gözardı edilemeyecek ikinci boyutu ise anti-modernist kanadın tüm geniş İslamcı platform içinde entelektüel açıdan hegemonik bir konuma sahip olmasıdır. İslami motifler kullanan sağ-liberal politik çizgiler (objektif olarak modernleşmeci olsalar dahi) modernist projeye açıkça sahip çıkamıyorlar. Kendilerine nazaran daha tutarlı ve daha radikal bir platformu savunan anti-modernistlere sürekli taviz veriyorlar. Kapitalist modernleşmenin en az entegre edebildiği kesimler içinde anti-modernist felsefenin çeşitli versiyonları gelişiyor. Genellikle de bu görüşler kapitalizm öncesi var olduğu düşünülen düzenlerin efsanevi dengelerine atıf yapıyorlar. Latin Amerika'da beyazlardan önce varolduğu düşünülen kabile toplulukları, Hindistan'da hiçbir zaman olmamış bir Hindu birlikteliği, Ortadoğu ve Asya'nın önemli bir kısmında ise bir zamanlar varolduğu düşünülen İslami cemaatler.
Burada şu soru sorulabilir: Eğer her şey yolunda gitseydi modernleşme dinamiği yerel kültür farklılıklarını gerçekten ortadan kaldıracak ve toplumsal yapı, bireyselleşme, akılcılık açısından çok benzeşen topluluklar mı yaratacaktı? Aydınlanmacıların öngördüğü, yerel kültürlerin folklorik düzeye indirgendiği, fakat akılcı ve çıkarcı davranış tarzlarını, toplum yapılarını etkilemediği bir dünyaydı. Kapitalizm bu derecede türdeşleştirici bir ivmeyi içinde taşıyor mu, yoksa yerel kültürlerle eklemlenirken ancak ihtiyaç duyduğu kadarını mı dönüştürüyor? Bilindiği gibi Doğu Asya'nın kapitalist tecrübesinde bu iki görüş de savunuluyor. Bir yanda Japonya, Kore ve Çin'deki aile yapısının, dayanışma geleneğinin, ferde değil de topluma öncelik vermenin bu kültürlere bir avantaj tanıdığını, çünkü böylesi temeller üzerine inşa edilen bir kapitalizmin daha çelişkisiz ve etkin çalıştığını iddia edenler var. Bu tür analizler özellikle Amerika'da 1970'ler-de çok rağbet gördü; aile yapısından fabrika yönetim taktiklerine kadar Batı'da kapitalizmin daha iyi işlemesi için Japon modellerinin benimsenmesi gerektiğine dair kitaplar yazıldı. Böyle bir yaklaşım Japon tarihinde Türkiye'ye nazaran çok daha ciddiye alınmış "medeniyet onlardan hars bizden", veya "biz Batı'nın teknolojisini ve örgütlenme biçimini alırız ama kendi kültürümüzden de vazgeçmeyiz" görüşüne de uygundu.
Sözünü ettiğimiz yaklaşımın uç bir kullanımı 1993 baharında Bangkok'ta toplanan Asya ülkelerinin bildirisinde görüldü. Bu bildiride içlerinde kapitalizmin en hızlı geliştiği ülkeler de olan imzacılar Batı'nın insan hakları kavramlarının Asya toplumlarına ve kültürüne yabancı olduğunu, toplumun çıkarlarının bireylerin özgürlüğünden üstün olabileceğini söylüyor, Batı'nın kendi kültüründen çıkma kişisel özgürlükler ilkesini yabancı kültürlere empoze etmeye çalışmasının kabul edilmez olduğunu bildiriyordu.
Bunun tam aksi bir görüş ise, Asya'nın özgüllüğünü savunan çeşitli retoriklerin hâkim güçler tarafından kendi pratiklerini ve statülerini korumak ve meşrulaştırmak için ortaya çıkarılmış olduğunu savunuyor. Bunların diğer, baskıcı anti-liberal söylemlerden (örneğin iki savaş arası korporatizm ve faşizm) farklı olmadığını, yani farklı kültürlerin göstergesi olmaktan çok ideolojik savaşımın bir boyutu olduğunu ileri sürüyor. Dolayısıyla Asya'daki toplumlar da Batı çizgisinde dönüşecekler, insan hakları, kadınların eşitliği ile beraber demokrasi de gelecek, aile yapısı değişecek, bireylerin toplumla ilişkisi yeni bir temele oturacak. Özellikle de devlet elitlerinin ulusal kapitalizmi yönetme yeteneği yitirilince, Japonya'da, Güney Kore'de olduğu gibi, tüm dengelerin bozulacağı dönüşümler ortaya çıkacak. Önümüzdeki dönem bu toplumlarda daha çok demokrasi daha çok bireysellik görülecek.
Yukarıda söylenenlerin bu tartışmaya ışık tuttuğunu düşünüyorum. Eğer kapitalizm ivmesini kaybetmişse, özellikle de yeni istihdam yaratmak açısından başarısız kalacaksa, dünyadaki bazı geri kalmış kültür adaları da indirgenemeyecek bir görünüm vereceklerdir. Kapitalizmin içericiliğinin geleneksel düşünce ve pratikleri unutturması geçici ve istisnai bir gelişme; tarihin bir döneminde, çok belirli tür bir iktisadi düzenleme çerçevesinde gerçekleşmiş bir öngörü ise bu kültür temelli savlar doğruymuş gibi görünecekler. Yukarıda kapitalizm ile modernliğin ilişkisinin bitmesi olarak ifade ettiğimiz olgu da aynı teşhisin farklı bir boyutu. İşte bu nedenle, içinde bulunduğumuz kriz döneminin en belirgin lügatçesi kültür ve din temelinde şekilleniyor. Bütün çelişkiler kültürel ve dini farklılıklar çerçevesinde ifadelendiriliyor. Böyle bir ortamda zaten din veya etnik kültür boyutunda işe başlamış hareketler daha da güçleniyor, diğerleri de platformlarını yeni kavramları kullanarak yeniden tanımlıyor. Laik ve modern tepki ideolojilerinin, en önemlisi de sosyalizmin, artık alternatif olarak görülmemesi ortada rakip bir söylem bırakmıyor. Daha olağan bir dönemde modernist projenin etrafında ifade bulabilecek, hatta belki "modern" diye nitelenebilecek bir tepki, bir kimlik arayışı, bir kendini tanımlama ihtiyacı, içinde bulunduğumuz ortamda açıkça anti-modern bir gündem etrafında şekillenebiliyor.
Aşağıdaki yazılarda da görüleceği gibi bu yaklaşımın getirdiği kötümserlik Türkiye'ye yönelik somut incelemelerde koşullu bir iyimserlikle dengeleniyor. Zaten maksadımız oyunun yeni kurallarını irdelemek; iradenin gücünü kestirmek çok daha zor.