Tanıl Bora, "Dergicilik Deneyimi: Sosyal Bilimler Pratiğinde Bir Anlam Arayışı", s. 247-54
"Amaç", "erek" sorunsalı açısından, dergi çıkarma pratiğinin, sosyal bilim pratiğine benzeyen bir yanı var.Bir taraftan önemsenen, kafa kurcalayan bir konuyu tartışmaya açmak gibi bir tasa ile, diğer taraftan yayının periyodunu tutturmak, sayıyı doldurmak, muteber imzalara yer vermek gibi "kariyer" kaygıları arasında bir gerilim var dergicilikte; işte bunun sosyal bilimler pratiğinde de yerleşik bir gerilim ve çelişki olduğunu düşünüyorum. Dert ve davalar ile iş ve işin rutini arasındaki çelişkinin, deyime izin varsa "yabancılaşma" riskinin benzerliği... Bu benzerlik, dergicilik pratiğinin, sosyal bilimler pratiğine "yüksek amaçlar" adına yukardan bakacak, onu yargılayacak bir mevki işgal etmediğini gösteriyor. Bu kabul hatırda kalmak kaydıyla, sosyal bilimler alanına hitap eden bir dergi yayın faaliyetinin, sosyal bilimler pratiğine ne de olsa dışardan bakmak gibi bir eleştirel perspektif imkânı sunduğunu da düşünüyorum. Dergiciliğin, belirli bir hıza ve ölçeğe mecbur olmak gibi iş rutininden kaynaklanan bazı özellikleri sosyal bilim pratiği adına bir deformasyon iğvası teşkil ettiği gibi; sosyal bilimlerin "çıktılarını" akademik ortamın gerek kendi iç sınırları gerekse alanın dış sınırlarının ötesine taşımak, daha yaygın ve çoğul bir okur potansiyeline eriştirmek gibi "sağaltıcı" bir yanı da var. Özellikle bir sol/sosyalist düşünce geleneği olarak Birikim'in sosyal bilimlerle toplumsal-siyasal düşünce arasındaki alışverişi desteklemeye dönük bir projesi olması sıfatıyla Toplum ve Bilim adına, –bu işlevi ne derece yerine getirdiğini bir yana bırakarak, "görev tanımı" itibarıyla– böyle bir imkândan söz edebilirim.
Bu çerçevede, Türkiye'de sosyal bilimler pratiği hakkında dergicilik zaviyesinden yaptığım gözlemleri tartışmaya açmak istiyorum. Esas olarak zaafları, bilhassa rutin, kariyer vb.'ni öne çıkartan "yabancılaşma" alâmetlerinin, amaçlar ve "tasalar" aleyhine sergilediği zaaflara dikkat çekeceğim.
Sorusuzluk/Sorumsuzluk
Üretim kısırlığından hep yakınılır. Gerçekten de Türkiye'de sosyal bilimler alanında az yazılıyor ve buna bağlı olarak az yayın yapılıyor, düzenli çıkan pek az dergi var. Nicel düzeydeki kısırlıktan dert yanarken, bilimsel pratiği –katsayılarla derecelendirilmiş– yayın ve alıntılanma miktarlarına göre ölçen akademik performans analizine râm olmamalı tabii. Ben nicel düzeydeki kısırlıktan çok içeriksel kısırlık üstünde durmak niyetindeyim.
Sosyal bilimsel metinlerde ender görülen bir vak'a olmayan içeriksel kısırlığın, çoğu kez sorusuz yazmakla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Niçin yazıldığı belirsiz, herhangi bir kaygı yansıtmayan bir yazı türü, neredeyse "akademik yazı"nın numunesi olarak, hâkimiyetini artırıyor. İllâ ölümcül bir siyasî veya insanî meseleyle ilgili kaygıdan bahsetmiyorum – sözünü ettiğim yazı türü herhangi bir merak dürtüsü içermiyor. Bir şey söyleme saikinin yerini "bu malzemeden bir makale (bir makale daha!) çıkarırım" saiki almış görünüyor. Yazının/sözün sadece "yayın yapma" performansına bir katkı olarak anlamlandığı, yazmanın/söylemenin –contingent/olumsal demek istemiyorum– occasional, yani fırsata ve vesileye bağlı olduğu bir meslekî moralin galebe çalmakta olduğunun göstergesidir bu.
Sorusuzluğun refakatçisi ve belli başlı teknik göstergesi dümdüz bir aktarımcılık, nakilciliktir. Uç vakalarda intihal sınırlarına varır, sıradan örneğiyse "falana göre... filana göre..." diye suyunun suyu özetler sıralayan metinlerdir – çoğu defa da literatürün ikincil kaynaklarından türev alan metinler... İngilizcede review-makalesi denen, bir alandaki tartışmayı, savları ve karşı-savları derli toplu özetleme işini gerçekten ihâtayla ve gerçekten mevzuyu anlamış birisinin vukufuyla yapan metinler başımız gözümüz üstüne – ne var ki böyleleri nadirattandır. Özgün (başka bir değer adına değil, tamamen yazar adına "otantik") ve "kompozisyonel" bir soru/sorun koyuşun yön vermediği, referans metinlerin kolajından müteşekkil bu yazı tipolojisinin alâmet-i farikası, bir tür avcı/toplayıcı etkinliğiyle devşirilmiş alıntılar, hiç şart olmayan atıflar, beyhûde dipnotlardır.(1) Dil ile maddî gerçeklik arasında varsayılagelmiş belirlenme ilişkisini sorgulayan yapısalcı eleştiri silsilesinin ve metinlerarasılık tartışmasının üstadları, eminim bunu kastetmediler. Bizatihî gerçekliğin metinlerden müteşekkil olduğu savını bu kadar "maddî" ve dolaysız bir çerçeveye oturtmak ve düşünsel faaliyeti metinlerarası kesme-yapıştırma işlemlerine indirgemek hiç mânâlı değil.
Tasvir ettiğim yazı/düşünce teknolojisinin çok önemli bir sonucu, sosyal bilimler dilinin icabı sayılan nesnelliğin ve soğukluğun çok ötesinde, had safhada gayri edebî hatta anti-edebî bir dilin doğmasıdır. Bunun bir veçhesi, Fransızca, Almanca, ama kâhir ekseriyetle İngilizce lügatçeli, asıl önemlisi İngilizce sentakslı bir dilin yayıldıkça yayılmasıdır. Buradaki problemi milliyetçi bir kıskançlıkla "özdilimiz"in kuvvetten düşmesi problemi olarak tanımlama yanlısı değilim. Ne var ki sadece özel eğitilmiş bir azınlığın değil meraklı ve "çalışkan" okur-yazarla-rın da sosyal bilimler alanına duhul edebilmesi önemlidir. Bunun için kapıların kapanmamasına dikkat etmek lâzım. Kuşkusuz tartışmaların derinliği ve arkaplanındaki birikimin yoğunluğu, sosyal bilimsel jargon(lar) da kimi metinlere amatörlerin nüfuzunu zaten hayli zorlaştırıyor.(2) Başka dillerin sentaks ve lügâtiyle, toplumsal pratiğin başka alanlarındakinden de farklı bir şekilde ve yoğunlukla eğilip bükülen bir dil, asgarî ortak dil olma kabiliyetinden uzaklaşıp bu zorluğu tahammül edilmez ve aşılmaz ölçülere vardırmıyor mu? Uluslararası cârî dillerin istilâsı, sosyal bilimsel dilin anti-edebîleşmesinin bir veçhesi ve hızlandırıcısıdır, yalnızca. Özgün bir kurguya (kompozisyona) elverecek "sahici" soruların ve merakların olmayışı, "özbeöz" Türkçe de olsalar metinlerin yavanlaşmasının temel sebebidir. (Tabii aynı sebeple öbür uca da gidilebilir: üslûpçuluk düşünce ve bilgi üretimini ikame ederek onları boğabilir. Bunun örneklerinin "bile" fazla olmayışı -sağda dahi mahduttur-, sözünü ettiğim anti-edebîliğin gücünü kanıtlamıyor mu?) Sosyal bilimcilerde ve onların metinlerinde dil duygusu aramak, aynı zamanda metinlerin/düşüncenin/bilginin paylaşılabilirliğini talep etmenin ve "sahiden" önemsenen ve "sahicilik" atfedilen bir bilgi olarak ortaya sürülüp sürülmediğini denetlemenin bir yoludur aynı zamanda. Şu da var: sosyal bilimlerle sanatlar arasındaki uçurumun doldurulması gereğinin tartışıldığı bir zamanda, –hele ki bilim-sanatlar bağının rehabilitasyonu üzerinde duran düşünce mekteplerinin izleyicilerinin– metinlerine bizzat bir metin olarak özenmeleri beklenmez mi?
Sorusuz yazmak, aynı zamanda, sorumsuz yazmakla ilgili bir malûliyet. Elinizdeki kitabı ortaya çıkartan Sempozyum'da Oğuz Işık'ın "bütün sorunların anası" gibi vurguladığı bir sorundu: sosyal bilimcilerin yazıp söylerken hiçbir sorumluluk taşımıyor olması, yazıp söylediğinden ötürü, üzerinde konuştuğu konunun ilgililerinden/taraflarından kimsenin ona iyi-kötü bir şey söylemeyecek olması – Oğuz Işık'ın deyişiyle, "Hoca, senin söylediklerini dikkate aldık, Karadeniz'de gemilerimiz battı!" gibisinden bir tepkinin beklenmiyor olması... Sosyal bilimsel faaliyetin birilerine, birtakım muhataplara, bir toplumsal pratiğe değmesini beklemeyi, sosyal bilimcileri toplumun kurtarıcısı/aydınlatı-cısı sayan "eski" modernizmin alışkanlıklarıyla bir tutmamak gerek sanıyorum. Böyle bir beklenti açısından bakıldığında, kuşkusuz sosyal bilimcileri kendi söyleyip kendi dinler hale (veya buna yakın bir hale) koyan durumun, onların kastını ve imkânlarını aşan güçlü sebepleri var. Fakat sosyal bilim alanı içinden de, "dış dünya" ile alışverişi çoğaltmak ve karşılıklı kılmak için yapılabilecek bir şeyler olmalı. En azından böyle bir isteğin varlığını belli etmek, bir hayatiyet ve sorumluluk belirtisidir.
Hayatiyet ve sorumluluk belirtisi olarak, öncelikle, "gerçek" tartışmayı düşünüyorum: malumatfuruşlukla, "rakibi altetme" saikiyle, gösteri şehvetiyle değil, anlama cehdiyle, ikna etme/ikna olma/kafa açma heyecanıyla, beraber düşünme tecrübesi olarak yürütülen tartışmayı. Türkiye'de sosyal bilimlerin durumuyla ilgili müşterek bir yakınma konusu: bilgilerin/sözlerin/metinlerin birbirinin üstüne eklenmemesi, herkesin (çevrelerden/gruplardan öte bireylerin de) kendi kulvarında yazıp söylemesi, başka çalışmalarla ilgilenmemesi ve bunun sonucunda kendinden menkul ve "geçirimsiz" otoritelerin ortaya çıkmasıdır. Tartışma enerjisinin yokluğu, sorusuz ve sorumsuz duruşlardan doğan bir ihtiyaç yokluğuna dayanıyor. Savların metinler arasında gidip geldiği, bilgiyi katlayan ve "harlayan" tartışmalar, özellikle dergilerin beslendiği kaynaklardır ve Türkiye'de dergiciliğin bu kaynakları hayli kurudur. Belki de dergilerin (elbette sosyal bilimler alanına dönük dergiciliği kastediyorum), her şeyden evvel kendi "çıkarı" gereği, tartışmayı –ısrarla vurgulayalım: "gerçek" tartışmayı– körüklemek için daha cevval davranması gerekiyor. Başta da söylediğim gibi sosyal bilim pratiğiyle dergicilik pratiğinin "yabancılaşma"/"fetişleşme" dinamikleri birbirine çok benziyor ve dergicilik sosyal bilimleri "kurtarma" mevkiinde değil kendini kurtarma mevkiindedir – simbiyotik partneri olan sosyal bilimlere de ancak o zaman bir himmeti olabilir.
Söze üretim kısırlığından, yaratıcılık ve özgünlükten uzak çalışmalardan başlamakla, bir "kalite" sorunundan dem vurduğum izleniminin doğmasına mahal vermiş olabileceğimin farkındayım. Biraz daha konuşunca, derdimin bu olmadığı anlaşılmıştır umarım. Mesele ettiğim zaaflar pekâlâ gayet "kaliteli" sayılan bir biçimde ("iyi" referanslarla, gayet "up date" olarak, yani dolaşımdaki en son bilgi materyalinden azamî istifadeyle) kotarılmış makalelerde de ortaya çıkabiliyor.
Yerlilik
Özellikle de dergicilik pratiğinin anlam çerçevesi açısından, sosyal bilimler pratiği içindeki insanların, bir beşerî temas bağı içinde oldukları toplumsal ortamla (buna "millî vatan" anlamında değil, yer-yöre anlamında "memleket" de diyebiliriz) ilgilenme mükellefiyetleri olduğunu düşünüyorum. Doğru; adı "globalleşme" olarak konmadan evvel de, kapitalizm, yerleri/yöreleri saçıp dağıtmaya, insanların beşerî temas şebekelerini mekânlaraşırı hale getirmeye başlamıştı. Fakat yürürlükte olan bu süreci mantıkî uç noktasına vardırmazsak, belki seyyâriyeti çok yüksek bir elitin hayatı dışında, bizzat bu yeni şebekelerin de aşındırdığı, dönüştürdüğü "eski" toplumsal-mekânsal bağlamlara tutunduğunu görürüz. Toplumsallığı oluşturan ilişki şebekelerinin "aslî" ünitesi, global seyyariyet de değildir, somut yerler de – mesele, toplumsallığın, kapitalizmin soyut döngüsünün yersiz-yurtsuz genelliği ile yerlerin somutluğu arasındaki özgül bağıntılar üzerinden anlaşılabilecek/kurgulanabile-cek olmasıdır. O halde, yine de yere-yöreye, "memleket"e duyarlı olmak lâzım.
Bu konudaki tartışmayı alabildiğine hassaslaştıran anahtar kavram: " Yerlilik"... Kimi zaman basbayağı şoven saiklerle, Türkiye sosyal bilimler ortamı hakkında zaman zaman dillendirilen "yabancılık", "memleketten kopukluk" (ve "oryantalizm") ithamlarının, dile getirenlerin zihniyetinden bağımsız olarak, uyarıcı bir işaret sayılması gerektiğini düşünüyorum. Zira hem "yerli" malzemeden hem "yerli" okurdan/mu-hataptan uzaklaşmaya doğru bir gidişi gözleyebiliyoruz ve bu gidiş milliyetçi olmayan bir konumdan da endişe uyandırıcıdır.
"Hazır" bir konsepti veya teorik çerçeveyi yerli malzemeye uyarlamaya dönük mütevazı ama emek verilmiş çalışmalara bile hasretiz. Yerli malzeme, çok kere, nakledilen teorik anlatıya aktüel bir Türkiye örneği eklemek için birkaç gazete havadisine başvurularak geçiştiriliyor. Nakledilen teorik argümana bir yerli malzeme/nesne denkleştirme saikiyle "aranıldığı", bazan apaçık görünüyor. Uyarlama veya "tatbik"ten çok "uydurma" yapılmış oluyor, böyle olunca. Şunu söylemek abartma sayılmamalı: "Türkiye gerçekliği" denen gerçeklikler üstüne, gerek makro gerek mikro düzeylerde enine boyuna düşünülmüş değildir; bu gerçeklikler bir ampirik malzeme olarak geniş ölçüde kurgulanmış ve farklı kurgulara göre fazla incelenmiş değildir (ve ampirik veriler de pozitivistlere emanet edilmeyecek kadar önemlidir).
"Yerli" malzemeyle oryantalist bir ilişki kurma biçimi de var ve bu akademik dünya içinde de zaman zaman tartışılıyor. Uluslararası literatürde ikincil de olsa bir yer tutma –ve "puan alma"– kaygısıyla, Türkiye'den/Türkiye hakkında bilgi derleyen, çoğu kez yüzeysel, çoğu kez analitik olmaktan uzak, çoğu kez dümdüz uyarlamanın ötesine geçemeyen bir yazı biçimidir, yakınma konusu olan. Bu gerçekten, Türkiye'yi bir uzak ve acaip diyar olarak nesneleştirdiği gibi, Türkiyeli sosyal bilimciyi de ilelebet taşralılaştıran bir bakış açısının pekişmesine hizmet ettiği için, tatsız bir yazma/düşünme/çalışma biçimidir. Hele, sahiden uluslararası bir tartışma-yazı(şma) ortamında yer tutmayan geniş bir akademisyen nüfusunun, muhayyel bir uluslararası bilim camiası için üretim yapıyormuş gibi davranmasının trajikomik olduğu kadar ciddi bir meslekî deformasyon olduğunu düşünüyorum. Şunu da eklemeli: oryantalizmin figüranlaştırıcı dayatmasına tepki olarak "yerli" malzemeyle mümkün mertebe ilgilenmemeye, orada fazla derinleşmemeye ve "saf teori" ile ilgilenmeye yönelenler de oluyor. Elbette meşru bir tercih; ama yapılabilecek ve yapılması gereken işler adına bir mahrumiyete ve sosyal bilimciler arasında tercihe şâyan olmayan bir kopukluğa yol açabildiğini söylemeliyiz.
Elbette ki dünya bilgileri ve dünya ilgilerine nispetle taşralaşmaktan uzak durmalıyız. Bu o kadar aşikâr ki! Fakat ben Türkiye'de sosyal bilimlerin sorununun taşralaşmayla tanımlanabileceğine kâni değilim. Kabalaştırırsak: sosyal bilimler ortamının birinci sınıf sayabileceğimiz kesimlerinde "memleketten uzaklaşma", buna karşılık ikinci ve daha alt sınıf kesimlerinde bir taşralaşma eğilimi var. Problem, bu iki "sınıf" arasındaki kopukluktadır ve her iki eğilimin de memlekete (yani meslekdaşlarına, hevesli sosyal bilim öğrencilerine, iyi okurlara, siyaseten aktif olmak isteyenlere...) bir hayrı yoktur!
Uluslararası sosyal bilimler ortamı ile "yerli" sosyal bilimler ortamı şüphesiz büsbütün ayrıştırılamaz, ayrıştırılmamalıdır da. Fakat dil diye bir sorun var. Uluslararası dolaşımı artıp hızlanırken (globalleşme terimini sarfetmek istemiyorum) herkesi İngilizce'ye zorlayan bir sosyal bilimler ortamındayız. Bu durumu çaresiz veri mi alacağız, almalı mıyız? Sosyal bilimler ortamı içinde ve çevresinde İngilizce'yi –ve herhangi bir yabancı dili– kullanamayanların varlığını hesaba katmayacak mıyız? Bunların doğru tercihler olduğunu inanmıyorum. İngilizce'nin veya herhangi bir dilin, lingua franca olmanın ötesinde bu alanda var olma ve kariyer şartı haline gelmesi gerçeğini, kısa vadede çaresiz olsak bile, o kadar memnun mesut içimize sindirmemeliyiz. Sosyal bilimcilerden Türkçe –Türkçe de– yazmayı (özellikle İngilizce öğretim yapan okullarda terfilerde bir işe yaramadığı için) bir kenara bırakmamalarını isterken; galiba esas iş, sosyal bilimler alanında Türkçe'de cereyan eden alışverişin, tartışmanın cezbedici olmasını sağlamaktır. Bu da dergiciliği doğrudan ilgilendiriyor; dergilerin bu yönde girişkenliğini ve cevvaliyetini artırması umulur. İngilizce tekeline teslim olmamak, sadece sosyal bilimsel üretimin iletişim ve paylaşım koşullarıyla ilgili bir ısrar değildir. Sosyal bilimsel düşüncenin zenginleşmesi açısından her dilin kendine özgü imkânlar açacağı ve bundan mahrum kalmamak gerektiği kanısındayım. Her düşünce, her argüman, başka bir dille ifade edildiğinde başka boyutlar kazanmaya da açık hale gelir; düşünce için her dil yeni bir meydan okuma, yeni bir sınavdır.
Misyon?
Sosyal bilim ve sosyal bilimcilik, 19. yüzyılın ikinci yarısından –en geç– 60'lara kadar koruduğunu söyleyebileceğimiz hayli yüksek prestiji kaybetme sürecinde. Bu büsbütün kahredilecek bir gelişme sayılmayabilir: sosyal bilimcilik faaliyetinin kendisine dönük eleştirel bakışı, bir kere, bu faaliyetin de kapitalist toplum(lar)daki diğer toplumsal faaliyetlerle ortak birçok yönü bulunduğunu, onun da yabancılaştırıcı ve tahakküme tâbi kılıcı bir işletme yapısı içinde yürütüldüğünü ortaya koyarak bu "işin" üstündeki mistifikasyon perdesini araladı. Sosyal bilimciliğin oturduğu aydınlatmacı ve halaskâr tahttaki konformist huzuru bozarken, düşünsel ve siyasal düzeyde zenginleştirici, yaratıcı bir "barbar etkisi"nin, devrimci bir dönüşümün ipuçlarını da yarattı. Bu ipuçlarının, bu imkânın lâyıkıyla değerlendirildiğini ise ne yazık ki henüz söyleyemeyiz. Sosyal bilimlerle uğraşanların, yiten yerleşik/kurumsal itibar hâlesinin yerine yeni bir anlam çerçevesi ikame etmek için çalışması gerekmiyor mu? Yerleşik/kurumsal düzeni, dar siyasal anlamıyla olsun, "makro"/sistemsel anlamıyla olsun, özgürleşmeci bir perspektifle aşmak/dönüştürmek hedefleniyorsa, sosyal bilimciliğin böylesi bir mükellefiyeti vardır. Sosyal bilimlere (genel olarak bilimselliğe) bildik "öncülük" misyonunu yükleyemeyiz, yüklememeliyiz, mamâfih toplumu değiştirme ve özgürleştirme davasında sosyal bilimlerle uğraşanlara yine de müstesna bir konumu olduğunu unutamayız. Sosyal bilimciliğin, faaliyetin etkililiği ve elde edebileceği sonuçlar itibarıyla değil ama faaliyetin bizzat kendisi ile ilgili bir imtiyaz konumu olduğunu unutamayız. Başka işlerle uğraşanların daha zor vakit bulabildiği ve daha zor yoğunlaşabildiği ve –hâlâ!– özel değer atfettiği düşünme/tartışma etkinliğini iş olarak yapıyor olmanın imtiyazıdır bu. Bu özenilen konumun hakkını vermek bir borçtur bana kalırsa. Özgürleştirici/devrimci bir perspektiften bu konumun hakkı, onu ilga etmektir aslına bakılırsa. Lâkin bunun da –yaygınlaşan bir kolaycılık olarak ve çoğunlukla sinik bir tutum eşliğinde– bilimciliği demistifiye etmekten ibaret olmaması gerektiğini, ancak "öğreten adam" olmadan anlatmanın ve bilgiyi paylaşmanın yollarını aramakla üstesinden gelinebileceğini düşünüyorum.
Bu yapılmayınca veya zaten sosyal bilimciliği yeniden anlamlandırmakla ilgili bir kaygı hiç taşınmayınca, iki yol tutuluyor ve umumi manzarayı da bu yol ve yordamlar belirliyor. Birincisi ve "vasatîsi", sosyal bilimcilerin rezervasyon alanlarına kapanmasıdır. Fildişi kule demiyorum, çünkü fildişi kule terimi, eski usûl, bende "büyük" işler yapılacağı, "büyük" fikirler geliştirileceği beklentisi yaratıyor. Böyle bir şey yok; yapılan daha ziyade, rutine teslim olup terfiyi sağlayacak miktarda "iş" yaparak gününü doldurmaktan ibarettir. İkinci yol, ki daha "parlak" olanların tuttuğudur, derin bin incelemeye, düşünüp taşınmaya, daha önemlisi içsel bir kaygıya dayandığı şüpheli "şık" sözlerle medyayı kullanma becerisine bağlı olarak "etkili" olmaya bakmaktır. Bu tarzın, araçsal olmayan herhangi bir fayda doğurduğunu hiç sanmıyorum. Olsa olsa, sosyal bilimciliğin itibarını diriltmeye dönük beyhûde bir çabadır.
Notlar
(1) Yanlış anlaşılmasın: alıntılı, atıflı, dipnotlu yazmayla bir sorunum yok. Nitekim merâmımı bir dipnotta anlatıyorum! Bu referansların metni demokratikleştirici bir yanı olduğuna katılıyorum. Fakat düşüncesini ve kaynaklarını denetime sunmayı ve okuyanlarla paylaşmayı değil de fiilen okuma/tarama/erişim performansını sergilemeyi öne alan dipnot kumkumalığının, metnin ucunu kapayarak onu tam tersine anti-demokratikleştirdiğini düşünüyorum. Yukarı
(2) Bu noktada tez çalışmalarının aynen (üstelik bazan başka bir dilden harfi harfine çevrilmek suretiyle) makale veya kitap olarak yayımlanmasının nasıl bir "zararlı alışkanlık" olduğuna değinmeliyim. Tez çalışmasının mantığı içinde ilerletici olan teferruatlı literatür tekrarları ve derlemeleri, hiç süzülmeden aynen kitaplaşıp/makaleleşip "genel okur"un karşısına çıktıklarında, fuzulîleşebiliyorlar. Akademik muhit içinde konuşuyor olmanın tez çalışmasının kurgusuna, başlıklarına, diline verdiği biçim özellikleri ve jargon yapısı, yine "genel okur" karşısında metni yıldırıcı bir hale sokabiliyor. ("Genel okur"la, elbette "herhangi" okuru değil, azıcık meraklı ve ilgili okuru kastediyorum.) Tezini kitaplaştırmaya kalkışan sosyal bilimcinin, muhatap aldığı okur evrenini dikkate alarak, sözünü daha "temiz" iletmek için belirli bir emek sarfetmekle yükümlü olduğunu düşünüyorum. Ya da, ehil bir editör/redaktör müdahalesinin kurumlaşması üstüne düşünmeliyiz. Yukarı