Gürol Irzık, Ayşe Buğra, "İnsan Doğası, İnsan İhtiyaçları ve İktisat", s. 34-41
İktisat politikalarını uzun süre çok önemli bir biçimde etkilemiş bir iktisatçı, John Maynard Keynes, en önemli çalışması olan Genel Teori'nin sonuç bölümünde şöyle diyor: "İktisatçıların ve siyaset felsefecilerinin fikirleri, doğru oldukları zaman da yanlış oldukları zaman da, genel olarak sanıldığından çok daha güçlüdür. Aslında dünyayı yöneten pek de bunlardan fazla bir şey değildir. Kendilerini entelektüel etkilerden arınmış sanan pratik kişiler, çoğu zaman merhum iktisatçılardan birinin kölesidirler."(1)
Gerçekten de, iktisat bir politika bilimidir ve iktisatçılar politik karar mekanizmaları içinde dolaylı veya dolaysız, isteyerek veya istemeden çok önemli bir rol oynarlar. Oysa, standart iktisat kuramlarına hâkim olan insan anlayışının, iktisat politikalarına sağlam bir temel oluşturmak açısından pek yararlı olduğu söylenemez. Dolayısıyla iktisatçıların bu alanda oynadıkları rolü daha sağlıklı bir biçimde oynamaları için farklı bir insan anlayışına ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. Konuşmanın ilk bölümünde bu görüşü biraz açtıktan sonra daha farklı, alternatif bir insan anlayışı önerecek ve bunun iktisadi ve sosyal politika tartışmalarında nasıl kullanılabileceğiyle ilgili bazı örnekler vereceğiz. Bu çerçeve içinde, konuşmada üç soruya cevap vermeye çalışacağız: 1) Standart iktisat düşüncesine hâkim olan insan anlayışı nedir? 2) Neden bu anlayış iktisat politikası tartışmalarına sağlam bir zemin oluşturacak nitelikte değildir? 3) Bu açıdan daha yararlı olabilecek alternatif bir yaklaşım ne olabilir?
İktisadın İnsan Anlayışı
Standart iktisat düşüncesine hâkim olan, giderek bu düşüncenin temelini oluşturan insan anlayışını "rasyonel ekonomik birey" kavramı oluşturuyor. Yani iktisatçılar işe insan rasyonel bir varlıktır diye başlıyorlar. Sonra da rasyonaliteyi bir amaç-araç ilişkisinin mantığı çerçevesinde tanımlıyorlar. İnsan rasyoneldir çünkü her zaman elindeki kaynakları en iyi şekilde kullanarak kişisel çıkarlarını maksimize etmeye çalışır. İnsanın her alanda bütün davranışlarını yönlendiren bu kişisel çıkar maksimizasyonu dürtüsü olduğu için, insan rasyoneldir.
İktisat düşüncesinin temelini oluşturan bu rasyonalite varsayımı aslında iki yönlü bir varsayım. Yani, bize yalnızca insan davranışlarını yönlendiren şeyin kişisel çıkar maksimizasyonu dürtüsü olduğunu söylemiyor aynı zamanda da insanın "âlim-i mutlak" bir yaratık olduğunu, yani çıkarlarını maksimize edebilmesi için gerekli bütün verilere sahip olarak hareket ettiğini söylüyor. Çünkü insanlar bir karar alırken bu kararla ilgili bütün değişkenlerin değerlerini bilmeden davranırlarsa çıkarlarını maksimize edemezler. Bu da ekonomide denge durumundan sapmalara sebep olur. Hem ekonomide denge sağlanamaz hem de iktisatçılar sağlıklı tahmin yapamazlar.
İktisadi düşünce tarihi içinde rasyonalite varsayımının ikinci kısmını, yani mutlak bilgiyle veya belirsizlik olmayışıyla ilgili kısmını reddeden pek çok iktisatçıya rastlıyoruz. Özellikle bugün, yeni enstitüsyonalist yaklaşımlar içinde bu âlim-i mutlak insan anlayışının sorgulandığı ve reddedildiği, belirsizlik gerçekliğinin dikkate alındığı görülüyor. Ama varsayımın ilk bölümü, yani kişisel çıkar maksimizasyonu ile ilgili bölümü pek sorgulanmıyor ve iktisat düşüncesinin temelini oluşturmaya devam ediyor. Bu da, iktisat politikası süreçleri açısından çok önemli bazı sorunlar yaratan bir şey.
Bu sorunlar iki ayrı bağlamda ele alınabilirler. Önce "insanlar gerçekten böyle midir?" diye sorabiliriz. Yani, "İnsanlar gerçekten böyle programlanmış robotlar gibi kişisel çıkarlarını maksimize ede ede dolaşan yaratıklar mıdır, yoksa belirli alışkanlıkları, belirli ahlaki değerleri olan ve davranışları o andaki kişisel çıkarları tarafından değil bu alışkanlıklar ve değerler tarafından belirlenen yaratıklar mıdır?" diye sorabiliriz. Ayrıca, ve kısmen buna bağlı olarak, "Amaçlar ve araçlar bu biçimde birbirinden ayrılabilir mi, yoksa karşımıza iç içe geçmiş, birbirinden ayrılması zor değişkenler olarak mı çıkarlar?" diye sorabiliriz. Mesela çalışmak hem para kazanmak için bir araç hem de kendi içinde bir amaç olamaz mı diye sorabiliriz. Bunlar, doğal olarak, insan davranışlarını bir maksimizasyon problemi çerçevesinde görmemizi zorlaştıran sorulardır.
Ama bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz sorunlar, başka bir bağlamda ortaya çıkıyorlar. Bunlar, rasyonalite varsayımı çerçevesinde insan ihtiyaçlarından söz etmenin imkânsızlığıyla ilgili sorunlar. Bundan kastedilen şu: İktisata hâkim olan insan anlayışı doğrultusunda insanın kişisel çıkarlarını amaç olarak alıyoruz, sonra da geriye dönüp amaçları insanların maksimize etmeye çalıştıkları kişisel çıkarları olarak tanımlıyoruz. Bu çıkarlar bütünüyle öznel, yani kişiye özgü, başkalarının çıkarlarıyla karşılaştırılamayan ve tartışılamayan değişkenler olarak ele alınıyor ve böylece ihtiyaç kavramı bütünüyle dışlanmış oluyor. Bu yaklaşımın en açık ifadesini, modern fayda kuramının öncülerinden W. S. Jevons'ın yazdıklarında buluyoruz. Şöyle diyor Jevons: "İktisatçı faydanın doğrudan, kişilerce nasıl değerlendirildiğine bakarak işe başlar. Bir şeyin neden istendiğini ya da istenmediğini açıklamak ona düşmez."(2) Tüketicinin rasyonel davranıp davranmadığı da, yalnızca isteklerin kendi aralarında tutarlı olmalarına ve elde edilmeleri için kullanılan yöntemlerin tutarlılığına bakılarak değerlendirilebilir. "Bir tabanca hem iyilik hem kötülük etmeye yarayabilir ama bizi ilgilendiren onun istenip istenmediği ve eğer isteniyorsa asgari çaba harcanarak elde edilmesidir." Aynı şekilde, "Bir nesne birey tarafından isteniyorsa birey için yararlı demektir... dayanıklı düz bir yün giysi yararlı, süslü bir ipekli gereksiz olabilir. Birçokları elmas bir yüzüğün hiçbir yararı olmadığını, bunun yalnızca bir süs eşyası olduğunu söylerler. Bütün bu ayrıntılar iktisatçıyı hiç ilgilendirmez. Davranışların nihai etkileri (ultimate effects) sosyal bilimlerin diğer dallarının görevidir. İktisatta biz yalnızca yakın etkilerle (proximate effects) uğraşırız."(3)
Ama aynı Jevons, bunları yazdığı kitapta, bunlardan birkaç sayfa sonra, açıkça yararlı ve yararsız tüketimden, ihtiyaçtan ve israftan söz etmeye başlıyor. Eski uygarlıkların piramitlerini, görkemli mezarlarını ve diğer maliyeti yüksek yapıları emek israfı olarak niteliyor. Avlanmayı, at yetiştirmeyi ve buna bağlı olarak gelişen at yarışlarını topluma zararlı, gereksiz masraflar olarak kınıyor. İngilizler'in yalnız buğday yeme alışkanlıklarını "ziyankâr, saçma bir önyargı" olarak niteleyip Çin ve Fransız mutfaklarının İngiliz mutfağını etkilemesiyle elde edilebilecek toplumsal kazançları uzun uzun anlatıyor.(4) Ve bütün bunlar, geliştirdiği kuramsal yapının dışında değer yargıları olarak kalıyorlar.
Bu değer yargıları, işe onları reddederek başlayan Jevons'ın yazdıklarında özellikle tuhaf görünüyorlar. Ama Jevons kesinlikle bu tür değer yargılarını dile getiren tek iktisatçı değil. İktisatçıların israfı kınayan, sadeliği ve basitliği öven nutuklar çekme eğilimleri, disiplinin tüketime yaklaşımına dışardan bakan diğer sosyal bilimcileri bunu alanın bariz bir özelliği olarak görmelerine yol açacak kadar güçlü.(5) Doğal olarak, modern fayda kuramı çerçevesinde, bu eğilim son derece tutarsız. Tutarsız, ama aynı zamanda da son derece kaçınılmaz. Kaçınılmaz çünkü iktisat, konuşmanın başında belirtildiği gibi bir politika bilimi ve bütün iktisadi ve sosyal politika önermeleri, şöyle veya böyle, insan ihtiyaçlarıyla ilgili bazı varsayımlar içeriyorlar. Sekiz yıllık eğitimden evrensel sağlık sigortasına, parasız yüksek öğrenimden toplu taşımacılığa, konut kredisinden vergi reformuna bütün politika tartışmaları insan ihtiyaçlarıyla ilgili bazı varsayımlara dayanmak zorunda. "İnsanın buna ihtiyacı vardır", "Bu insan için iyidir" demeden nasıl "Bu düzenleme iyi, bu düzenleme kötü" diyebiliriz? Bu konulardaki fikirlerimizi neye dayanarak savunabiliriz? İşte iktisadın temelindeki insan anlayışı tam da bunu engelliyor. Yani bize "İnsanın buna ihtiyacı vardır" demeyi veya "Bu insan için iyidir" demeyi yasaklıyor.
Bunun için de, iktisat politikalarına temel oluşturabilecek bir ihtiyaç kuramına ulaşamıyoruz. Dolayısıyla, özellikle bu işlevi görmesi gereken refah iktisadı, fevkalade sorunlu bir alan haline geliyor. Refah iktisadı, ihtiyaçlarla ilgili değer yargılarından kaçınmaya çalışırken pek de yararlı olmayan başka bir değer yargısına sığınmak durumunda kalıyor ve bu alan içinde Pareto'nun "Optimal ekonomik değişiklikler hiç kimsenin durumunu kötüleştirmeden bazılarının (veya birinin) durumunu iyileştiren değişmelerdir" önermesi merkezi bir konum sahibi oluyor. Bu da, öteki değer yargılarına göre tek üstünlüğü eşitlikçi olmaması olan bir değer yargısından başka bir şey değil.
Bu sorunu aşmak için ne yapılabilir? Başka bir insan anlayışı, insan ihtiyaçlarını içeren, ihtiyaçlardan söz edebilen bir insan anlayışı geliştirilebilir. Ama bu hiç kolay bir iş değil çünkü insan ihtiyaçlarından söz etmek kolay değil. İnsan ihtiyaçlarından söz etmek iki sebepten ötürü çok zor. Bunlardan biri, insan ihtiyaçlarının tarih ve kültür içinde ortaya çıkması, gelişmesi ve çeşitlenmesi. İkincisi ise, insan ihtiyaçlarını belirlemek, öncelik sırasına dizmek ve bunları iktisadi ve sosyal politikalar oluşturmakta kullanmanın getirdiği politik tehlike. Yani politik gücü elinde tutanların "senin şuna ihtiyacın yok buna ihtiyacın var" diyerek insanların hayatlarına müdahale etmeleri tehlikesi. Nitekim, Doğu Avrupalı üç yazarın Sovyet sistemi içindeki yaşantı deneyimiyle, bu konunun özellikle üzerinde durarak "ihtiyaçlar üzerinde diktatörlük" diye bir kavram geliştirdiklerini görüyoruz.(6)
Bu durumda bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: Bir yandan, toplumdan topluma çeşitlilik gösteren ve sürekli gelişen insan ihtiyaçları hakkında genellemeler yapmak zor; öbür yandan, ihtiyaçlar üzerine hiçbir şey söylemeden iktisat politikası önerileri yapmak, uygulanan politikaları değerlendirmek ve farklı sistemlerin ekonomik ve sosyal başarısıyla ilgili karşılaştırmalar yapmak imkânsız. Nitekim, bu tür değerlendirmeler ve karşılaştırmalarda, iktisatçılar da iktisatçı olmayanlar da ister istemez bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde, insan ihtiyaçlarıyla ilgili bazı inanç ve fikirlerden yola çıkıyorlar.
Bizce, gene de, bu konuda kuramsal ve politik sorunları aşarak, insan ihtiyaçlarının sosyal niteliğini gözardı etmeden bireysel özgürlükleri kısıtlayıcı nitelik taşımayan bir şey söylemek mümkün. Bunun insan doğası, insan amaç ve ihtiyaçlarıyla ilgili çok esnek ama esnekliğine rağmen anlamlı bir varsayım yardımıyla yapılabileceğine inanıyoruz.
Potansiyellerinin ve İhtiyaçlarının Toplamı Olarak İnsan
Bu varsayım, türünün temsilcisi olarak insanı ihtiyaçları ve potansiyelleri itibarıyla tanımlayan bir varsayım. İnsanı ihtiyaçları ve potansiyelleri açısından tanımlamak, bir anlamda onu eksiklikle tanımlamak oluyor; çünkü ihtiyaçları giderilmemiş, potansiyelleri aktüalize olmamış insan tam bir insan değildir. Her bir birey çeşitli ihtiyaçlarını giderebildiği ve çeşitli potansiyellerini gerçekleştirebildiği ölçüde gelişir ve daha eksiksiz bir insan haline gelir. O halde, her insanın nihai amacı kendini geliştirmek, tam bir insan olmaktır diyebiliriz.
İnsan ancak diğer insanlarla bir araya gelerek, etkileşimde bulunarak ve toplumsal yaşama katılarak ihtiyaçlarını giderebilir, potansiyellerini gerçekleştirebilir. Bu bakımdan insan, doğası gereği, toplumsal bir varlıktır.
Böyle bir anlayıştan yola çıkarak insan ihtiyaçları konusunda şunları söyleyebiliriz: Bilindiği gibi ihtiyaç önermeleri daima "A kişisinin Y amacını gerçekleştirmek için X'e ihtiyacı vardır" formundadır. Sözgelimi, A'nın karnını doyurmak için (amaç), yiyeceğe ihtiyacı vardır. A bu ihtiyacını gidermek için çalışmak, üretmek gibi çeşitli potansiyellerini aktüalize etmek zorundadır. O nedenle, "A, Y amacını gerçekleştirmek için P potansiyelini ya da potansiyellerini aktüalize ederek X ihtiyacını giderebilir" diyebiliriz. Bize göre, her çağda ve her yerde, her insan için geçerli olan bir amaç, nihai bir Y vardır: toplumsal yaşama katılarak kendini gerçekleştirmek, tam bir insan olmaya yaklaşmak. Bunun evrensel nitelik taşımasından ne anladığımız açık. "Nihai" derken de, Aristoteles'i izleyerek, söz konusu amacın başka bir amaç için araç olmamasını, onu başka bir amacı gerçekleştirmek için değil sadece kendisi için istediğimizi kastediyoruz. "İhtiyaç" dediğimiz şeyler de, bu nihai amacı gerçekleştirmeye yarayan her türlü mal ve hizmetler.
İhtiyaç konusundaki bu yaklaşımımızın birkaç önemli sonucu var. Birincisi, bizim tanımladığımız şekliyle, bütün ihtiyaçlar nesneldir; yani bir mal ya da hizmetin ihtiyaç olup olmadığı nihai amaca hizmet edip etmediğine bağlıdır ve bu da kişisel inanç ya da tercih meselesi değildir. Dolayısıyla, ihtiyaçları, tanımları gereği öznel olan istek ve tercihlerden ayırıyoruz.
İkincisi, ihtiyaçlar nesnel olmalarına karşın onların spesifik içerikleri, giderilme biçimleri ve sıraları, önemlilik dereceleri toplumdan topluma ve tarihsel olarak değişir. Örneğin, mesleki becerilerin kazandırılması her toplumda eğitim ihtiyacının her ne kadar zorunlu bir öğesi olsa da, neyin mesleki beceri sayıldığı toplumdan topluma, çağdan çağa değişebilir. Sanayi devrimini tamamlamış bir toplumdaki mesleki beceriler (elektronik araçların kullanımı gibi) ile bu tür araç gerecin var olmadığı tarım toplumundaki mesleki beceriler (ekip biçmeye ilişkin olanlar gibi) aynı olmayacaktır. Buna bağlı olarak, eğitim ihtiyacının niteliği de farklılık gösterecektir. Benzer biçimde, hangi ihtiyaçların giderilmesine öncelik verileceği de toplum-kültür bağımlıdır. Dolayısıyla, ihtiyaçların nesnel olduğunu söylemek yerel ve kültürel olanı bütünüyle dışlamak anlamına gelmez.
Üçüncüsü, ihtiyaçlar konusunda ileri sürdüğümüz görüş gene de nesnelci bir görüştür çünkü bize herhangi bir toplumu kendi içinde, farklı toplumları da birbirleriyle karşılaştırarak eleştirel bir gözle değerlendirmemizi sağlayan bir ölçüt sunar: Bir toplum, üyelerinin –evrensel nihai amaç doğrultusunda fakat toplumsal olarak belirlenen– çeşitli ihtiyaçlarını ne ölçüde giderebiliyor? Potansiyellerini geliştirmelerine imkân sağlıyor ve böylece onları toplumsal yaşama katabiliyor, kendilerini geliştirmelerine fırsat veriyor mu? Öyleyse, o iyi bir toplumdur ve bunları yapabilen bir toplum yapamayandan daha iyidir.
Dördüncüsü, ihtiyaçların biyolojik ihtiyaçlar-toplumsal/kültürel ihtiyaçlar, temel ihtiyaçlar-temel olmayan ihtiyaçlar şeklinde hiyerarşik bir ayrımına karşıyız. Bu tür bir ayrım, "sağlık veya beslenme gibi biyolojik ya da temel ihtiyaçlar diğer ihtiyaçlardan önce giderilmelidir" sonucunu içerecektir ki bu da "ihtiyaçlar üzerinde diktatörlüğe" yol açar. Bize göre, ihtiyaçların a priori hiyerarşik bir sınıflaması mümkün değildir. İnsanın "en temel" ihtiyacı sayılan beslenmenin bile sembolik/kültürel bir niteliği vardır ve beslenme ihtiyacı bu niteliğinden soyutlandığında, en düşük gelirli kesimler söz konusu olduğunda dahi iktisadi faaliyetin incelenmesi ve anlaşılmasında önemli bir rol oynayamaz.
Son olarak, biz insan ihtiyaçlarının tam ve bitmiş bir listesinin verilebileceğine inanmıyoruz. Bunun nedeni, ihtiyaçlar ile potansiyeller arasındaki dinamik ilişkidir. İnsanlar beslenme, sağlık, barınma, eğitim gibi ihtiyaçlarını ancak ve ancak bilişsel, pratik, duyumsal ve benzeri potansiyellerini gerçekleştirerek giderebilirler. İhtiyaçlarını giderdikleri ölçüde de, potansiyellerini geliştirirler. Böylece bir yandan yeni ihtiyaç maddeleri üretirler, ihtiyaçlarını gidermenin farklı ve yeni yollarını bulurlar, bir yandan da potansiyelleri gelişir. Bu spiral biçiminde sürüp giden kümülatif süreç içinde insan zenginleşir, gelişir. Özetle, ihtiyaçların da potansiyellerin de ucu açıktır.
Söz konusu ucu açıklık muhtemel bir yanlış anlamayı da önleyecek niteliktedir. Evrensel bir insan doğasından, insanın nihai amacından söz ederken insanın tarihsel bir varlık olduğunu yadsıyor değiliz. Yukarıda birkaç defa vurguladığımız gibi, insan ihtiyaçları ve potansiyelleri tarihsel ve kültürel olarak sürekli değişmekte, gelişmektedir. Biz insan doğasını ihtiyaçlar ve potansiyeller ile tanımlayarak, deyim yerindeyse, bir form'dan söz ettik. Evrensel olan bu formdur ve ancak bu form itibarıyla nihai bir amaçtan söz edilebilir. Formun içinin doldurulması ise, elbette, toplumsal/kültürel bir süreç içinde olacaktır.
İnsan İhtiyaçlarını Temel Alan Bir Sosyal Politika Anlayışına Doğru
Yukarıda sözü edilen insan doğası ve insan ihtiyaçlarıyla ilgili varsayıma dayanarak şunu söyleyebiliriz: Sosyal akışkanlığın, yani sosyal konum veya sınıf değiştirebilme olanağının bir değer olarak kabul edildiği, fırsat eşitliğinin veya açıkca eşitliğin iyi bir şey olarak görüldüğü toplumlarda herkes toplumun bütününü anlama ve toplum hayatının bütününe katılma amacını paylaşır ve herkesin ihtiyacı toplumun refah düzeyi tarafından belirlenir. Toplumun ekonomik ve sosyal performansı da, ne sayıda insanı ne ölçüde dışladığına bakılarak değerlendirilebilir. Eğer üretim teknolojisinin ulaştığı noktada eğitim olanakları çoğunluğun bu teknolojinin gereklerini kavramasına ve bireyin yetenekleri ve eğilimlerine uygun bir iş seçmesine olanak vermiyorlarsa, bu iyi bir şey değildir. Tıp teknolojisinin ulaştığı noktada bazı hastalıklar kolayca tedavi edilebilirken bazı insanlar hâlâ bu hastalıklardan ölmeye devam ediyorlarsa, bu iyi bir şey değildir. Eğer konutlar elektrik, su, merkezi ısıtma tesisleriyle donatılabiliyorsa, bazı insanların mum ışığında oturmaları, çeşmeden su taşımaları ve odun taşıyarak ısınmaları onların toplumsal hayata katılamadıklarını gösterir. Bazıları ulaşım teknolojisinin olanaklarından yararlanarak yüksek bir mekânsal hareketliliğe sahipken ulaşım imkânlarının sınırlılığı diğerlerini sınırlı bir mekân içinde yaşamaya zorluyorsa toplumu anlama ve topluma katılma şansının dağılımında önemli bir eşitsizlik olduğu söylenebilir.
Eğer toplumla iletişim içinde bulunmak ve toplumsal hayata katılmak evrensel bir amaçsa, "Bireylerin toplumsal hayatın belirli alanlarından zorunlu olarak dışlanmaları iyi bir şey değildir" demek yalnızca bir değer yargısı olmaktan çıkar. Aynı biçimde, "Bireylerin aralarında ayrım gözetilmeksizin toplumun bütünüyle istedikleri türden bir iletişime girebildikleri toplumlar, bunun mümkün olmadığı toplumlardan daha iyi toplumlardır, yani insan ihtiyaçlarının daha iyi karşılandığı toplumlardır" demek de salt bir değer yargısı değildir. Giderek, tartışmanın birimi olarak ele aldığımız toplumun genişlemesi ve ulus-devlet sınırlarını aşması, insanın iletişim ve katılım alanının giderek büyümesi de insan ihtiyaçlarının insan doğasına uygun bir biçimde, daha iyi tatmin edildiği bir durum olarak değerlendirilebilir.
Bütün bu önermelerin mümkün olduğunu söylemek, bizce iktisat politikasıyla ilgili anlamlı bir şeyler söylemenin mümkün olduğunu söylemek demek. Evrensel ve nihai bir insan amacının kabulünden yola çıkarak, hangi mal ve hizmetlerin kullanımının bu ihtiyaca cevap vermekte özellikle önemli olduğu ve iktisat politikasının bununla ilgili olarak nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda salt değer yargılarına bağlı olmayan bir tartışmaya girebilmek demek. Bu bağlamda, yukarıda verilen örneklerin belirlediği alanlarda, eğitim, sağlık, konut, ulaşım ve haberleşme alanlarında nasıl bir politika çizgisi izleneceği, böyle bir tartışma içinde özel önem kazanıyor. Herhalde bu bile bizi standart iktisat kuramının ve refah iktisadının bulunduğu noktanın epeyce ilerisine götürebilecek bir şey.
Notlar
(1) M. Keynes (1936), The General Theory of Employment, Interest and Money, Londra: The Macmillan Press Ltd., 1973, s. 383. Yukarı
(2) W. S. Jevons (1905), Principles of Economics, New York: A. M. Keyyley, 1965, s. 6. Yukarı
(3) Jevons (1905), s. 12. Yukarı
(4) Jevons (1905), ss. 32-50. Yukarı
(5) M. Douglas ve B. Isherwood, The World of Goods, New York: Basic Books, 1979, ss. 16-17. Yukarı
(6) F. Feher, A. Heller, G. Markus, Dictatorship over Needs, Blackwell, 1983. Ayrıca A. Heller, The Theory of Need in Marx, Londra: Allsion and Busby, 1976. Yukarı