Giriş, s. 7-10
Bu kitapta toplanmış olan makaleler özel bir bağlamdan kaynaklanıyor. Hepsi de 1988'de İngiltere'den Amerika'ya taşındığım zaman tanık olduğum Siyah karşıtı ırkçılığı anlama girişimimin bir parçası olarak yazıldı. Bu bağlamın akılda tutulması okuyucu için önemli olacaktır, çünkü ırk düşüncesinin sürekli değişen dünyası içinde dünün ortodoksluğu bugünün sapkınlığı (ya da bunun tersi) olabilir. Başka bir deyişle, bir yerde ve bir zamanda aydınlatıcı ve ilerici olabilen bir görüş, başka bir yerde ve hatta aynı yerde ama başka bir zamanda çarpıcı bir biçimde ırkçı olabilir. Konuya karşı duyarlılık bu gerçeği görmezden gelmek için bir özür sayılamaz.
Irksal olarak kutuplaşmış bir ortamda, hiçbir insan, hatta dışardan gelmiş biri olsa bile, toplumun kıyısında bir yerde duramaz. Daha başlangıçta, kişinin gelip ortada görünmesi bile o toplumdaki yerini belirler – belki de fazlasıyla belirler. Albert Memmi'nin 1950'lerde Sömürgeleştiren ve Sömürgeleştirilen adlı eserinde üstünde durduğu bir noktayı yeniden ifade edersek, sömürgeci ilişkilerin hüküm sürdüğü bir ortama yeni gelen biri, genellikle kendi denetiminin ötesindeki yollarla, kaçınılmaz biçimde ya sömürgeleştirenlerden ya da sömürgeleştirilenlerden biri haline gelmeye doğru çekilir. Beyaz nüfusun çoktan beridir her şeyi siyah beyaz, Siyahlar ve Beyazlar cinsinden gördüğü Memphis gibi bir şehre gelince de buna çok benzer bir şey oluyor. Hispanik, Hintli ve Doğu Asyalı topluluklar gitgide büyümüşse de Memphis'te, bu bugün için de doğrudur. Böyle bir bağlamda, ırk kavramının tutarlılığını ya da geçerliliğini yadsımak, teorik bir konum olarak her zaman mümkün olsa da, insanı sosyo-politik gerçeklikten söz etmekte çaresiz bırakır. Çünkü ırkın kurumsallaştığı yer tam da böyle bir yerdir: insanın nasıl yaşayacağı, çocuklarının nasıl eğitileceği, başkalarına nasıl görüneceği ondan bağımsız olarak çoktan belirlenmiştir.
Bu derlemedeki bir iki makale genelde toplum içinde kurumsallaşmış olan ırkçılığa da değinmektedir ama konunun bu yönüyle asıl olarak başka bir kitapta uğraşmak niyetindeyim. Bu kitapta bulunan makalelerdeki amacım daha sınırlı. Filozofların ırkçılığın kurumsallaşmasına nasıl katkıda bulunduklarıyla ve bu konuyu nasıl ele aldıklarıyla ilgileniyorum. Felsefeyi bir Yunan icadı olarak sunan ve felsefenin özünü oluşturan belli başlı anları Batı ile sınırlayan felsefi kanonun belli bir etno-merkeziyetçiliği kurumsallaştırdığına dair çok şey yazıldı son yıllarda. On sekizinci yüzyıldaki felsefe tarihlerinin Hint, Çin, Mısır, vs. düşüncesini henüz hâlâ doğallıkla kapsadıkları gerçeği, on dokuzuncu yüzyılın başında yenilenen felsefi kanonun daha fazla sorgulanmayı gerektiren bir Avrupa kavrayışıyla sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. Felsefe tarihinin bir anlatıymış gibi sunuluşu içinde kanonun bu şekilde kavranmasının halen büyük ölçüde el değmemiş olarak kaldığı düşünüldüğünde, sınırlılıkla ilgili tespitimiz daha da doğru hale gelecektir. Anlatının dışında kalan her şeye çevreselmiş gibi bakılması bir yana, anlatıya ait olan, örneğin Yahudi ve İslam düşüncesinin katkısı gibi şeylere bile pek az yer verilir. Kanonun Avrupalı etno-merkeziyetçiliği yansıtması bir yana, akademik felsefeciler, büyük filozoflar olarak sunulan düşünürlerden bazılarının ırkçılığın tarihine yaptıkları özgül katkıları geniş ölçüde görmezden gelmeye devam ediyorlar. Bu kitap, belli sayıda araştırmacının dengeyi yeniden kurma yönündeki gitgide artan çabalarının bir parçasıdır.
Tek tek makalelerin ardındaki niyeti bilmenin okuyucuya yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Locke üstüne yazdığım makaleyi, onun siyaset felsefesinin Kuzey Amerikan siyasi kültürünü anlamakta önemli bir anahtar olduğuna inandığım için yazdım; ama bunun yanı sıra, Locke'un bilgi teorisine ilişkin yazılarının siyasi bağlamlarından bağımsız olarak okunamayacakları ve okunmamaları gerektiği üstünde ısrar etmek istedim. Kuşkusuz ben de kendi siyasi bağlamım içinde tartışıyorum bunları. Kant üstüne kaleme aldığım makale, ırk kavramına dair iyi bir tarihsel çalışma bulamadığımdan, kavramın modern biçimini nerede kazandığını kendim için araştırmaya başlamama dayanıyor. Kant'ın bu hikâyenin baş kahramanı olduğu açık hale geldiğinde kimse benden çok şaşıramazdı herhalde. Modern ırksal ideolojinin babalarından biri olduğuna işaret edildiği için Herder üstüne çalışmaya başladım. Onda kurtarıcı birtakım özellikler bulmayı ümit ediyor değildim; "başkasına bakışa" tarihsel olarak hükmetmiş olanların, kendilerini görüldükleri gibi görmeleri gerektiği fikrini bulmayı ise hiç beklemiyordum. "Bakışın" (gaze) önemi, Sartre ve ırksal azınlıkların görülmezliği üzerine olan makaleleri belirledi. Özellikle bu iki makale, ırksal olarak bölünmüş bir toplumda yaşama deneyimi olmaksızın yazılamazdı. Ancak yazarken en çok bunaldığım, beni en çok rahatsız eden makale yine de Hegel üstüne yazdığımdır: Kolay değil, bu makalede Hegel'in kaynakları çarpıttığını öne sürdüm. Benden sonra yazacak birileri, ilerde Hegel'in bu çarpıtmaların sorumlusu olarak görülebilecek bir kaynağa dayanarak yazmış olduğunu ortaya koysa bile, benim iddiam bundan zarar görmeyecektir. Bu iddiayla, tarihsel gelişmeye dair bazı varsayımların, temelden ırkçı olan sömürgeci bir zihniyeti beslemiş olduklarını öne sürüyorum. Bugün pek az kişi Hegel'in tarih felsefesine açıkça katılsa da, ekonomik ve hatta toplumsal gelişmeyle ilgili fikirlerde, Hegel'in düşünce biçiminin bazı özellikleri epey yaygın bir biçimde sürdürüyor varlığını. Bu bakımdan kitapta tartışılan konular, onları harekete geçiren dolaysız bağlamın çok ötesine uzanan geniş bir anlama sahipler.
Önemli bir düşünürü ırkçı fikirler ileri sürdü diye okumayı, hatta öğretmeyi bırakmamız gerektiğine inanan kişilerden değilim. Bununla birlikte, eğer bu düşünürlerin felsefelerine ırkçı fikirlerin girdiğine dair kanıtlar varsa, bunlara işaret etmemenin sorumsuzluk olduğunu ve hatta bu tür kanıtların olmadığı durumlarda bile ırkçı fikirleri görmezden gelmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bunu, kendimizi ahlaki olarak bu düşünürlerden üstün hissedelim diye değil, kendi ırkçılıklarımıza karşı cephe almak için ek nedenler ve kaynaklar bulalım diye söylüyorum. Cinsiyetçilik, homofobi, dinsel hoşgörüsüzlük ve benzeri diğer tahakküm biçimlerine karşı da benzer yaklaşımların kullanılmasını aynı şekilde savunurum. Düşünürlerin başarısızlıkları da yaptıkları olumlu katkılar da görmezden gelinmemelidir. Örneğin, Sartre'ın ırkçılık, anti-Semitizm ve sömürgecilikle ilgili görüşlerine, genellikle yapılageldiğinden daha fazla önem verilmesi gerektiğine inanıyorum.
Batı'nın dünyadaki konumunu ve üstünlük hissini ayakta tutan şey en başta ekonomik ve teknolojik üstünlüğü olsa da, her konuda üstün olduğu iddiası Hegel ve belli bir ölçüde de Kant tarafından örneklenmiştir. Herder bu iddiaya, en azından bazı bakımlardan, derin bir kavrayışla meydan okumuştur. Kant ile Herder arasındaki tartışmanın, yalnızca derin sırların peşine düşebilen bir tecessüsün yöneleceği bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu kitapta yer alan makaleler arasındaki boşlukları doldurmak ve bunların felsefede gündeme getirdiği soruları izlemek için burada tartışılan meseleler üstüne çalışmaya devam edecek olmamın bir nedeni de budur.
Sözlerimi bitirmeden önce bu kitap projesinin yaratıcısı olan Zeynep Direk'e içten teşekkürlerimi ifade etmek isterim. Bu makalelerin bir kitapta toplanması gerektiği fikri ona ait. Kendisi bu kitabı oluşturan makaleleri Türkçe'ye kazandıracak çevirmenler buldu ve makalelerin yayına hazırlanması sürecinde sorumluluk üstlendi. Bu kitap İngilizce olarak yayımlanmadan önce Türkçe olarak yayımlanıyor. Makalelerden ikisi, Kant üstüne yazılmış olan "Irk Kavramını Kim İcat Etti?" adlı makalem ile "Görünümlerin Kamusal Alanında Irksal Azınlıkların Görülmezliği" adlı makalem henüz İngilizce olarak yayımlanmadı. Bu yüzden bu kitabı kendimin olduğu kadar onun kitabı olarak da görüyorum...