Behçet Çelik, "Muzip ve kederli", K24, 13 Haziran 2024
Yordanka Beleva’nın Keder’deki öykülerinin anlatıcıları (bazılarının aynı kişi olduğunu düşünebiliriz, ama öbürlerinin de yaklaşım ve bakış açıları onunla hayli ortak) kişilere, nesnelere, anlara, sahnelere, olgulara ve onları ifade edebilmek için bulunmuş, uydurulmuş kelimelere hep bakadurduğumuz yerden farklı bir noktadan bakıyorlar. İfade edilenlerden çok ifadeler önemli; düzayak, yalınkat, meşruluğunu sürekli yinelenmekten alan anlamları dışavuran ifadelerin deşilmesi, kurcalanması, onların hiç ifade etmediklerine, zannedebileceğimiz bambaşka anlamlarına da götürebiliyor bizi. Beleva’nın anlatıcıları bir şeyle onu ifade eden kelime (ya da kelime öbeği) arasındaki bağın dayandığı mantığı birkaç adım öteye taşımayı seviyorlar – kafaları böyle çalışıyor, diyeyim. Bu muhakemeyi yürütmenin farklı yolları var; bir ifadeyi oluşturan unsurları tersine çevirdiğimizde neyle karşılaşırız? gibi bir soru mesela yahut o ifade bir metaforsa, benzetilen şeyi düz anlamıyla alacak olursak neler çıkarabilir, nerelere varırız? Öykülerden birine yakından bakmak belki meramımı ifade etmeme yardımcı olabilir.
"Ruh dik durur, yazıyordu mezarlığın girişinde. Ölülerin ruhlarını anma gününde, dik duran o denli fazla ruhla, mezarlık tıka basa dolu bir otobüse benziyor olmalıydı. Ayakta duran ruhlarla dolu. (s. 75 – vurgu metinde var)"
“Ahiretin Dikey Çizgileri” öyküsünün giriş cümleleri bunlar. “Ruh dik durur” cümlesini gördüğü yerde başını çevirip sayısız mezar taşının sıralandığı mezarlığa bakan –ve zihni biraz farklı çalışan, metafordaki ifadeleri düz anlamıyla da alımlayan– birinin gözlerinin önüne sayısız ruhun ayakta kımıldamadan dikildiğinin (“dik durduğunun”) gelmesinde bir pırıltı var; bununla yetinmeyip bu dikilip durma halini bir otobüsün ayaktaki yolcularına benzetmesiyle pırıltılar çoğalıyor. Anlatıcı bir metafordan yola çıkarak kurguladığı yeni metaforun olağan sonuçlarını, varacağı, taşınacağı yeri (metafor kelimesinin Eski Yunancada değiştirme ve başkalaştırmanın yanı sıra taşıma anlamına da gelen fiilden türetildiğini hatırlayabiliriz) eklemeden durmayacak ve Tanrı’yı da bu otobüsün sürücüsüne benzetecektir.
Ne ki bu mantıkla devam etmez öykü. Bizi bekleyen başka metaforlar var. Ama önce baştaki metaforla ne söylenmek istediğini açıklar.
"Ona ruhun dik durmasının ne anlama geldiğini sormuştum. Defnederken sadece bedenin üzerinde hâkimiyetin olur, onu toprağa yatırırsın, demişti, ama ruh ayakta kalır."
Pekâlâ, ama bu farklı çalışan zihin, bu kez ifadeyi tersyüz eder, şunu sorar ve ânında yanıtlar; ruh ne zamanlar yatıyordur peki?
"Okulda bunun nasıl da tam tersi olduğunu düşündüm. Bizi bahçede sıraya dizerlerdi, şarkılar söylerdik, bazen uygun adım yürürdük. Ruhlar sıkıldıklarında yere serilir, bedenler ayakta kalırdı. Ayağa kalkamayanlar doğrultulmak üzere ıslahevine giderdi."
Burada da kalmayacak, başladığı metafor zincirine yeni halkalar ekleyecek, öykünün devamında yeniden mezarlık ve dik duran ruh bahsine dönecektir öykünün anlatıcısı; “dik duran ruhu” yorumlayacaktır. Bu kez defin olayını, “yeryüzünün özel rahmine girmek” olarak tasavvur eder. Haliyle bunun sonraki aşamaları hakkında da akıl yürütmesi, bunları da bir şeylere benzetmesi kaçınılmazdır. Defnedilmek rahme düşmekse, bu rahme düşenler bir zaman sonra tekme de atabilirler – “Bazen kasılmaya benzer rüyalarımız olacak”. Bize etkisi de bu! Öykü burada bitmiyor, ama metnin nasıl ilerlediği, anlatıcının zihninin nasıl çalıştığı, mantığının nasıl işlediği anlaşılmıştır sanırım.
Beleva’nın öyküleri birkaç sayfa kısalığında. Ama sıkıştırılmış ve yoğun metinler; okur okumaz her bağlantıyı yakalamak mümkün olmuyor, öykülerin bazısını dönüp yeniden okumak gerekebiliyor. Bazen bir başka öyküdeki bir ifade önceki öyküde kaçan bazı ilmekleri toparlıyor – kaçıp gidenler, yakalayamadıklarımız da az değil, bu kaçan ilmeklerin bir araya gelip ördüğü bir kayıp öykü neden olmasın!
Kayıp değil de eksik öykü belki de. “İlk Sayfa” öyküsündeki “eksik yıl” gibi.
"Evlenmemişler, çünkü bir yılları eksikmiş. Tam olarak bu kelimeyi kullandı. Eksik. […] Bu düğünü planlamışlar. Bir yıl sonrası için. Sonra o yıla bir şey olmuş. Onu bir şey içine çekmiş. Kışla mı, hapishane mi, ya da başka şehre tayin. Eksik yıl, peşinden tuhaf bir zamanı sürüklemiş. Böylece bugün hem geliyormuş hem gelmiyormuş. Ve tüm günler böyleymiş. Eksi bir gün, eksi bir yıl, eksi sonraki yıl, eksi bir hayat." (s. 29)
Bunu yaşayan, daha doğrusu yaşayamayan adamın eksi hayatını bütünlemek için bulduğu bir çözüm var; bunun ne olduğunu yazmayacağım, sadece bu çözümün dayandığı mantığın Beleva’nın öykü anlatıcılarının zihinlerinin işleyiş biçimini andırdığını söylemekle yetineceğim. Nitekim bu öykünün anlatıcısı da bu kişi tarafından “cezbedildiğini”, onunla “suç ortaklığı” yaptığını itiraf ediyor öyküde. Gelgelelim, bir kez cezbedildikten sonra sadece suç ortağı olarak kalmaz anlatıcı kadın; adamın eksi(k) yılı/hayatı bütünlemek için kurduğu mantığı bir başka düzleme taşır. (Metaforun kökenini yeniden hatırlayabiliriz.)
Kelimeler, ifadeler, metaforlar; bunların altüst edilmesi, unsurlarının, parçalarının yer değiştirmeleri, mantıklarının uç noktalarına götürülmesi, götürürken yoldan sapmalar, dönmeler… Bunlar bir araya geldiğinde ne çıkıyor peki ortaya? Zihnin, mantığın farklı işleyişinden doğan metinler zekice düşünülmüş, kurgulanmış oyunlardan mı ibaret sadece? Hayır, Yordanka Beleva’nın öykülerindeki bütün bu ele avuca kolayca gelmeyen cümleler, hınzır ifadeler, olmadık zannederken nasıl oldurulduğuna şaştığımız bağlantılar bize bir evren sunuyor, bu evrenden de bize çeşitli duygular geçiyor. “Oyun”, “hınzır”, “ele avuca gelmez” deyince bunların neşeli, şenlikli duygular olduğu zannedilmesin, temelinde keder var bu duyguların – kitabın adı yersiz değil!
Burada hemen parantez açıp kitabın özgün adının da “Keder” olduğunu belirteyim. Aynı isimli öykünün anlatıcısı, “Keder Türkçe bir sözcük, acı anlamına geliyor” diyorsa da, öyküde anlatılan daha ziyade yas kelimesini andırıyor.
"Bir zamanlar eski Türkler bir insan öldüğünde yakınlarına tam olarak kırk acı miras bıraktığına inanırlarmış. Ölümden sonraki kırk günün her biri için birer tane. Günler geçtikçe acıların sayısı da azalırmış ama sonuncusu sonsuza dek sürermiş." (s. 65)
Keder’deki hâkim duygu belki de bu üçünün bileşimi: keder, acı ve yas. Kelimelerle, ifadelerle bunca oynanan metinleri tek bir kelimenin kapsama alanına sığdırmak mümkün değil zaten. Beleva’nın ironisi de bu duyguyla baş etmenin bir yolu belki. Yas izleği yukarıda değindiğim öyküde de dikkat çekmiştir – ölümün bir son olmayabileceği, toprağın altında yeni bir başlangıç ihtimali üzerinden ilerliyordu öykü. İhtimaller de önemli Beleva’nın öykülerinde: Tam olabilecek gibiyken olmayanlara, olamayanlara, yaşanacak zannedilirken yaşanmayanlara ne oluyor gibi klasik bir soru değil, olup da olmamış zannettiklerimizi, süresinin kısalığı nedeniyle unuttuklarımızı, yok saydıklarımızı öykünün büyüteci altına alıyor; kelimelerle, ifadelerle oynamanın optiğinde vücut bulan imkânları tasavvur ediyor, dile getiriyor. “Ev Yapımı Elma Sirkesi” öyküsünde mesela doğduktan birkaç dakika sonra ölmüş olan ağabeyini düşünüyor öykü anlatıcısı; daha çok çocukluğunda nasıl düşündüğünü hatırlıyor, kelimelere döküyor. Fakat bu öykünün nirengi noktasındaki olay, anlatıcının zihninin, mantığının işi değil. Beleva’nın anlatıcılarına özgü diyebileceğimiz bir yer değiştirme yaşanmış – öykü anlatıcısı henüz dünyaya gelmeden önce, ağabeyinin öldüğü sırada. Doktorlar kara haberi nasıl vereceklerini düşünürken zaman kazanmak için annenin kucağına beş dakikalığına bir başka erkek çocuk vermişler. Anlatıcı bu yer değiştirmenin sonuçları üzerine kafa yoruyor. O çocuk annesinin beş dakikalık oğluyken babasının oğlu değildir mesela, ama ne olursa olsun kendisinin beş dakikalık kardeşidir. Beri yandan bu beş dakikalık kardeşin mevcudiyeti gerçek ölü kardeşi denklemin dışına atmıyordur; aksine, bir biçimde üç kardeştirler.
“Bazen o yabancı bebeği dakikalar ölçeğinde düşünüyorum” diyor öykünün anlatıcısı ve bu durumu “bir askerin cenazesinden sonra cepheden gelen mektubuna” benzetiyor. Ardından vurguladığıysa Keder’deki öykülerin temel mantığının da bir ifadesi gibi.
"İnsanların ve şeylerin zamanında yer değiştirmesi; sanki tüm felsefe bunda yatıyor." (s. 20)
Keder, demiştim öykülerin derinlerinde dolaşan duygu için; yasla, acıyla sırt sırta olduğunu söylemiştim. Yas, malum, yitirilen birilerinin ardından duyulur, daha doğrusu biri yitirildiğinde ardında kalanı, kalakalanı sarar, kuşatır. Yasa neden olan kayıplar, illa ölüm kaynaklı değil Keder’deki öykülerde; çocukken annesi tarafından terk edilen de var öykü kişileri arasında, yaşlılıkta çocukları tarafından hiç aranıp sorulmayan da – eksilenler, eksik kalanlar yani, değindim, eksi yıllar, eksilen yıllar keza.
Öyküler bu eksiklikleri tamamlamıyor, bütünlemiyor; eksikliklerin, eksilmelerin acısını başka bir şeylere dönüştürmeye çalışıyor, acıya neden olan olayları, durumları yok etmiyor da yerlerini değiştiriyor, onlardan başka şeyler türetiyor. Şöyle demek daha uygun: Eksiklikleri, yok olanları, dönmeyecekleri başka bir yerde var kılıyor, hazır ediyor. Bunlar, teselli eder mi eksilenlerin acısını duyanları? Etmez, hatta dile gelir, zamanı, mekânı değişmiş halde var edilir, var kılınırken acıyan yere yeniden, farklı biçimde dokunulur – iki anlamıyla da, acıtır yani.
Edebiyat teselli için mi zaten, avunsun diye mi insanlar? Telafi hiç değil. Gelgelelim, bizi başka insanların kederine yakın kıldığını, bizi de oraya taşıdığını, bir anlamda değiştirdiğini inkâr edemeyiz. Yordanka Beleva, bunu ironiyle kederin yer değiştirip durduğu, okurken afalladığımız, dönüp yeniden okuma, her cümlesine (hatta öykülerin başlıklarına) dikkat kesilme ihtiyacı duyduğumuz kısacık öykülerle yapıyor.