| ISBN13 978-605-316-305-3 | 13x19,5 cm, 496 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, 11-13 Bu kitap Türkiye’de ve dünyada demokrasilerin krize girdiği ve bununla birlikte ekonomik eşitsizliklerin de alabildiğine arttığı bir dönemde kaleme alındı. Bu süreç aynı zamanda, yirminci yüzyıl boyunca büyük mücadelelerle kazanılan kadın haklarına karşı örgütlü bir hareketin de ortaya çıktığı bir dönem oldu. Türkiye’de, çeşitli yasalar ve politikalarla korunmaya çalışılan kadınların temel medeni hakları adım adım işlevsiz hale getirilmeye çalışılıyor. Örneğin asgari evlilik yaşı şartı ile küçük yaşta kız çocuklarının evlendirilmesinin engellenmesi, boşanan kadınların nafaka hakkı, özellikle de erkek şiddetine karşı kadınların korunması için hukuki, idari tedbirler, öncelikle bu hareketin hedefindeki kadın haklarından bazıları. Büyük çabalarla hazırlanan ve ülkemizde olduğu gibi, dünyanın birçok ülkesinde de kabul edilmiş İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) 2011 yılında TBMM’de oylanarak kabul edilmişti. Ama aile, evlilik ve akrabalık ilişkileri içinde kadınları erkek şiddetine karşı koruyan İstanbul Sözleşmesi, 20 Mart 2021’de Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla uygulamadan kaldırıldı. Bu sözleşme hükümlerinin uygulamasını düzenleyen ve 2012 yılında yayınlanan 6284 sayılı Yasa (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) da eleştirilerin hedefine kondu. Yasanın kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi, kovuşturulması ve telafi tedbirlerini öngören hükümleri de değiştirilmek ve işlevsiz hale getirilmek isteniyor. Kadınların birey olarak ve evlilik içinde yaşayacağı hak ihlallerine karşı onları koruyacak temel medeni hakların önemli bir kısmı, “Batı özentisi” olduğu iddiasıyla, bu kadın hakları karşıtı hareketin saldırısı altında. Türkiye’de kadın haklarına ve kadın erkek eşitliğine karşı gelişen bu hareketin esas amacı, toplumda erkek üstünlüğünün kaybedildiği varsayılan alanlarında yeniden “gücü ele geçirme” arzusu. Türkiye’ de dini ve muhafazakâr değerlerle süslenmiş bu “eril tahakkümün güçlendirilmesi” hareketi, öncelikle artık sessiz ve itaatkâr olmamaya karar vermiş ve yaşadığı hak ihlallerine karşı çıkmaya çalışan kadınlara sunulan güçlenme fırsatlarına karşılar. Kadınları evlilik ve aile bağları içinde erkeklere bağımlı kılan koşulların değişmesinden korkuyorlar. Bu hareket, erkeklerin gündelik yaşamında, aile ve evlilik ilişkilerinde, kadınların karşısında azalan otoritelerini yeniden güçlendirmeye çalışıyor. Bunun için kadın haklarını koruma politikalarının “aileyi yıktığı”nı iddia ediyorlar. Bu hareketin asıl evreni “muhafazakâr mahallede” ideolojik ve politik otoriteye sahip bazı dini örgütler ve ilişki ağları aracılığıyla sürdürülmeye çalışılan eril üstünlüğün coğrafyası. Bunların yeniden güçlü bir şekilde var etmek istedikleri şeyler yeniden erkek egemen aile, erkek egemen dini ağlar ve kadınları erkek ayrıcalıklı alanlarından uzak tutmaya yarayacak her şey. Hareketin en önemli mücadele amacı ise kadınların evlilik ve aile içinde sahip olduğu eşit yasal koruma olanaklarını ve kadınların ulaşabileceği sınırlı bireysel güçlenme mekanizmalarını işlevsizleştirmek. Türkiye’de kadın haklarının dayandığı hukuki ve siyasi altyapılar, 2010 yılından bu yana, bu “yeniden eril tahakküm” hareketi tarafından sistematik olarak tahrip ediliyor. Kadın haklarının Medeni Kanun hükümlerine göre değil, Sünni İslam’ın en uç fanatik, Selefi yorumlarına göre belirlenmesi isteniyor. Bu kesimlerin yükselen seslerine karşı geleneksel dindar muhafazakâr kesimlerin kadınları da sessizce izlemekten öte adım atamıyorlar. Ülkenin her yerine ulaşan bazı dini cemaat ve örgütler kadınların haklarının, cinslerin eşitliğine dayalı insan haklar hukukuna göre değil, kadınların “fıtrat”ına göre belirlenmesi gerektiğini dile getiriyorlar. Kadınların kazanılmış temel haklarına karşı böyle bir siyasi saldırıyı dengeleyip engelleyecek bir kadın haklarını koruma siyaseti, bugünün mevcut ana-akım siyasi yapısı içinde, ne kadar var diye sormalıyız. Parlamentodaki mevcut ana-akım siyasal partilerde böyle bir siyasetin maalesef hâlâ tam gerektiği gibi yerleşemediği açık; kadın hakları savunucularına ve feminist siyasetin temsilcilerine hâlâ siyasal partilerde, yerel ve ulusal meclislerde ve medyada çok da fazla yer yok. Bugüne kadar, başta İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması olmak üzere, kadın haklarındaki geri gidiş adımları, TBMM’deki birkaç cılız itiraz sesinden başka, resmi bir siyasal itirazla karşılaşmadı. Kadın örgütleri ise bu konudaki eleştiri ve görüşlerini kamuoyuna açıklamak ve bazı politikacılara taleplerini ileterek kendi sesleri olmayı talep etmekten başka bir adım atamıyorlar. Kadınların eşit siyasal temsili gerçekleşemiyor; kadın hakları savunucuları ana-akım siyasal partilerde kendi seslerine, taleplerine ve kendi temsilcilerine yer bulamıyor; kadın örgütleri kendi aralarından kadın haklarını koruma siyasetini siyasal örgütlere ve karar konumlarına taşıyacak temsilciler seçerek bunların siyasete katılması için partilerle müzakere yapma yolunu da benimsemiş görünmüyor. Aslında Türkiye’de, bazı açılardan eski politik gücünü ve etkisini yitirmiş olsa da, hâlâ yaygın örgütlülüğünü sürdürebilen bir kadın hareketi var. Bugün hâlâ kadın haklarını koruma amacıyla çalışan çok sayıda kadın örgütünün önemli bir kısmı kadınların, özellikle erkek şiddetine karşı korunması için seferber olmuş durumda. Ama bu örgütler bu siyasal ortamda, mevcut siyasi karar odaklarına gerekli kararları aldırabilecek güce sahip olamadıklarından, çoğunlukla sadece mağdurlara destek oluşturma çalışmalarına sıkışmış, ileri ya da geri hareket edemez durumda. Bu mücadelenin başarıya ulaşması açısından stratejik önemi olan kadınların eşit siyasal katılım hakları da, güçlü ve örgütlü bir siyasal mücadeleye dönüşememiş durumda. Bu nedenle bir cumhurbaşkanlığı kararıyla ya da bir yasa maddesiyle, kazanılmış kadın hakları bir günde geri alınabiliyor ve benzer yeni hamlelerin gelmesinin önünde bir engel de yok. |