Mehmet Çelik, "Karanlık Thomas", Milliyet, 23 Temmuz 2023
Bazı kitaplar vardır görür görmez bir bağ kurarız. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1941’de Nazi işgali altındaki Fransa’da yayımlanmış Karanlık Thomas da işte böyle görür görmez etkileyen, satın aldığım 90’lı yıllardan beri (ilk baskı 1993) defalarca okuduğum daha da okumayı sürdüreceğim bir kitap. Bir yandan Nazi işgaline karşı direnen, 1944’te bir idam mangasının elinden kurtulan Maurice Blanchot (1907-2003) öte yandan Karanlık Thomas ile bulunduğu çağın dertlerinin dışında başka bir boyutta düşünen biri. (Zaten en yakın arkadaşı filozof Emmanuel Levinas’tır.)
Karanlık Thomas beni her defasında bazen “fotoğraf” bazen “yazı” üzerine başka bir şeyi düşünmeye çağırır. Mesela nasıl bir şeydir yazı yazmak? Yazı yazma eylemini nasıl anlatabiliriz? Karanlık Thomas toplam on iki bölümden oluşuyor ben sadece birinci bölümünden seçtiğim alıntılarla yazma eyleminin başlangıcından bitimine kadar ilerleyerek düşünmeye çalıştım. (Sayfa numaraları üçüncü baskıya aittir. Çeviri: Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2015.) Kalan bölümlerden ilham almayı okurlara bırakıyorum.
“Thomas oturdu ve denize baktı.”, s. 11
Kitap bu kısa cümleyle başlar. Jean Starobinski, eserin sonunda bulunan, Karanlık Thomas’yı Okuma Denemesi başlıklı metninde “Bundan daha alışılagelmiş, daha şaşırtıcı bir şey yoktur” der. İlk cümle, basittir ama bir o kadar da etkileyicidir. Kâğıt da deniz gibidir. Kısa veya uzun bir bakışla, kâğıda bakarız, kâğıdı görürüz. “Aldatıcı bir sadelik” vardır bu cümlede. Kâğıt, kalem ve mürekkep. Yazı araç gereçleriyle birlikteyiz. Buradaki bakış, kâğıda ilk dokunuştan hemen önceki bütün bakışları kapsar. Yazmadan önceki sessizlik gibi, kalemin ucu henüz boşluktadır. Çin yahut Japon yazı sanatçılarının bir defada yazmadan önceki duruşlarına benzer bir durum. Bu bakışta yalnızlığa bir gönderme de vardır.
“Bir süre, sanki oraya diğer yüzücülerin hareketlerini izlemeye gelmişcesine, kımıldamadan durdu ve uzakları görmesini engelleyen sise rağmen, gözlerini suyun üzerinde güçlükle duran vücutlara dikip inatla orada kaldı. Sonra, daha güçlü bir dalga onu ıslattığında, o da kum tepeciğine indi ve onu anında yutan çalkantılı suların içine süzülüverdi.” (s.11)
Bizi yazıya ne sürükler? Anlatma arzusu, unutmanın acısı, hatırlamanın verdiği coşku, keder, bekleyiş... Her neyse, işte birden ilk harflerle birlikte kendimizi bir denizde buluruz.
“Deniz sakindi ve Thomas yorulmadan uzun süre yüzmeye alışkındı. Ama bugün yeni bir güzergah seçmişti. Sis kıyıyı örtüyordu. Denizin üzerine bir bulut inmişti ve su yüzeyi, sahiden gerçek olan tek şeymiş gibi görünen bir parıltının içinde kayboluyordu.” (s.11)
Bazen yazıyla bir yere varmak isteriz. Nereye gideceğimizi tam olarak göremeyiz, kâğıt masada duruyor, defter elimizde bekliyor ama nereye gideceğiz? Yazı çoğu zaman ilk düşündüğümüz yerde durmaz, başka bir yöne gider.
Fırtına
“Tam o sırada, rüzgarla kabaran deniz kudurup köpürdü. Fırtına denizi bulandırıyor, erişilmez bölgelere dağıtıyordu; sert rüzgarlar göğü darmadağın ediyordu, ama aynı zamanda, her şeyin çoktan yok olduğunu düşündüren bir sessizlik ve sükunet vardı.” (s.12)
Boş bir kâğıdın tedirgin etmediği bir insan var mıdır? Yazılmayı bekleyen kâğıtlar gizemli tapınaklara benzer, bilinmeyen basamaklarla doludur. Huzura da çağırabilir, huzursuzluğa da. İşin tuhafı, en fazla ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünürken, kendimizi hiç beklemediğimiz bir yerde bulabiliriz. Bir kargaşa ortamına sürüklenebilir ya da gürültülü yerlerde kolayca uyuyan çocuklar gibi hissedebiliriz.
“Sonra, ya yorgunluk yüzünden, ya da bilinmeyen bir nedenle, kol ve bacakları ona, içinde yuvarlandıkları suyun hissettirdiğine benzer bir acayiplik hissettirdiler. Önce bu his ona neredeyse hoş bir şeymiş gibi göründü. Yüzerken bir tür hülyaya dalıyor ve orada denize karışıyordu.” (s.12)
Yazının bizi götürmediği yer yok gibidir. Aklımız bize oyunlar oynayabilir, yazarken her şeyi olduğundan farklı görebiliriz.
Dönüş
“Ona yüzmesi için bir vücut veren suyun içinde, akıntıya kapılan bir gemi gibi bir kıyıdan ötekine yalpalaması gerekti. Çıkış yolu neydi?” (s.12)
Yazı bitmek bilmez gibi görünebilir. Nasıl son vereceğimiz konusunda kararsız kalabiliriz. Önceden belirlenmiş çizgiler, yazmaya başladıktan sonra bulanıklaşır. Çıkış yolu belirsizdir.
“Sonunda geri dönmesi gerekti. Dönüş yolunu kolayca buldu ve bazı yüzücülerin suya dalmak için kullandıkları bir yerde ayağı dibe değdi. Yorgunluğu kaybolmuştu. Kulaklarında bir çeşit uğultu, gözlerinde de yanma vardı hâlâ; tuzlu suda fazla kalındığında bekleneceği gibi.” (s.13)
Gideceğimiz yol, yazının varacağı durak, bazen hemen önümüzde durur, bazen tam yakalayacağımızı düşünürken uzaklaşabilir. Ne olursa olsun, her zaman bir şey olur ve masadan kalkar, defteri kapatır, kâğıdı kaldırırız. Yazının bittiği o kısacık zaman diliminde başka bir şeye yönelmeden önce, biz de Thomas gibi bir uğultu ve yanma hissedebiliriz. Dünyanın somut varlığına karışmak zorunda kalırız.
“Uzun süre öylece bakıp bekledi. Bu seyirde, çok büyük bir özgürlüğün, tüm bağların kopmasıyla elde edilen bir özgürlüğün ortaya çıkışını andıran acılı bir şey vardı.” (s.13)
Yazı artık bizden çıkmıştır.