Giriş, Yirmi Birinci Yüzyılda Türkiye’de Kadın Sorunu, Taylan Acar, s. 27-30
Türkiye son yıllarda kadının toplum içindeki rolü ve ailenin anlamı bakımından önemli değişiklikler geçiriyor. Siyasi iktidar boşanmaya, kürtaja ve kadınların işgücüne katılımına karşı durmaya çalıştıkça, Türkiyeli kadınlar hem örgütlü hem de örgütsüz olarak her geçen gün daha fazla kendi hayatlarında ipleri ellerine almaya, kendi kaderlerini daha hür bir şekilde tayin etmeye başlamış görünüyorlar. Türkiye’nin siyasi merkezinin oturduğu muhafazakâr çevrede bu dönüşümler ahlaki çöküntü ve kutsal ailenin yıkılışı olarak değerlendirilse de (örneğin 2015 Meclis Boşanma Raporu ve 6284 numaralı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanuna getirilen eleştiriler) gelinen noktada kadınların özgürlük ve tanınma mücadelelerinin önünü almaya yetmeyecek gibi görünüyor. İlk evlilik yaşının ertelenmesi ve doğurganlık hızının düşmesinin yanında, bugün resmi rakamlara göre sayıları 207’ye varan üniversitelerin daha fazla kadın öğrenciye açılmasıyla kadınların toplumsal hayata daha fazla katılımı ve ev içinden daha fazla çıkması kaçınılmaz görünüyor. Her ne kadar mücadelenin kırılganlığı artırdığı belirtilse de, genelde kadınların mücadelesi ve özelde feminist grupların görünürlüğünün artması, Türkiye’de de kadınların pasif ve kırılgan pozisyonunun aşılmasıyla kendini ifade ediyor (Butler, Gambetti ve Sabsay 2016).
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) raporuna göre –her ne kadar istihdama katılım sorunları devam etse de– Türkiye’de yüksek öğretime katılım son on yılda ikiye katlandı (OECD 2019a). Yükseköğretim Kurumu’nun son rakamlarına içinde bu artış sadece mutlak değil, kadınların yüksek öğretime kayıtlı öğrenciler arasındaki oranı da yüzde 48’e çıkmış durumda. Bu da demek oluyor ki, lise sonrası eğitim kurumlarına kayıtlı kız öğrenci sayısının 3 milyonu aştığı günümüzde, genç kadınların baba evinden koca evine uzanan kaderlerinin yerini –kaliteleri tartışılsa da– giderek daha fazla üniversite kampüsleri, öğrenci yurtları ve öğrenci evleri almaya başlıyor. Dünya’da birçok ülkede tanık olduğumuz yüksek öğretimdeki toplumsal cinsiyet farkının tersine dönüşü mefhumu Türkiye’de yavaş yavaş gerçekleşiyor (Van Bavel, Schwartz ve Esteve 2018). Bu, her fırsatta kadınların az çocuk yapmasından, boşanmasından, hatta çalışmasından şikâyet eden siyasi iktidarın ve temsilcilerinin ileride canını daha da sıkacak dönüşümlere gebe bir durum. Bununla uygun olarak, ilk evlenme yaşı mütemadiyen yükselerek 2020 yılı başı itibarıyla kadınlar için 25’e dayanmış durumda (TÜİK 2020a). Aynı şekilde kadınların doğurgan olduğu dönem (15-49 yaş grubu) boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısını ifade eden toplam doğurganlık hızı da son yıllardaki düşüşünü sürdürerek kadın başına 1,88’e gerilemiş durumda (TÜİK 2020a).
Kimilerine göre bu çok iyimser bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Benzer bir eleştiri, son yıllarda erkeklik çalışmalarına çok iyimser bir müdahalede bulunan ve erkekliğin sonunun geldiğini iddia edenlerin başında gelen Hanna Rosin’e (2012) de yöneltildi. Türkiye bağlamında, hiç kuşku yok ki, kadınların maruz bırakıldığı şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri nihayete ermekten çok uzak. Ancak yine de, kadın hareketinin ve feminist hareketin görünürlüğü ve etki alanı her geçen gün artıyor, kadınlar içinde yaşadıkları eşitsizliklere ve şiddete karşı toplu olarak seslerini yükseltmeyi sürdürüyorlar.
Sorunların en başındaysa kadın cinayetleri yer alıyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun sitesine göre, 2018 yılında 440, 2019 yılında da 479 kadın öldürüldü. Pandemi nedeniyle sokağa çıkma kısıtlamalarıyla geçen 2020 yılında ise bu sayı 436 olarak gerçekleşti. Feminist avukat Hülya Gülbahar’ın kadın cinayetleri için “cinayetler cins kırım boyutunda” (Belge 2010) değerlendirmesini yapmasının üzerinden on yıl geçti ve bugün gelinen nokta gösteriyor ki şiddetin boyutları katlanarak arttı. Erkek arkadaşların, (eski) kocaların, oğulların öldürdüğü kadınlar her gün gazete sayfalarında ve haber sitelerinde yer alsa da bu cinayetler yalnızca Özgecan Aslan cinayetinde olduğu gibi kan dondurucu haller aldığında veya Emine Bulut gibi kamera karşısında gerçekleştiği durumlarda ülke gündemine oturuyor. Bu gündeme gelişler de, ne yazık ki failleri “cani”, “vicdansız”, “canavar” gibi tanımlarla sıradışılaştırarak patolojik birer anomaliye indirgiyor ve gündelik cinsiyetçiliğin ve kadın nefretinin (mizojininin) üzerine kalın bir battaniye örtüyor. Öyle ki, bugün gelinen noktada kadın katillerini lanetlemenin en yaygın yolu, internet siteleri ve sosyal medyada katillerin yine annelerine ve kız kardeşlerine küfretme şeklinde hasıl oluyor.
İkinci temel mesele ise kadınların işgücüne katılmasının düşüklüğü. Türkiye’de hâlâ kadınların çalışma oranları gelir düzeyi bakımından muadil ülkelerin çok gerisinde. Türkiye, içinde yer aldığı Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü içinde küresel pandemi öncesinde %34,4 ile hem kadınların işgücüne en az katıldığı, hem de erkek ve kadınların işgücüne katılım farkının en yüksek olduğu ülke konumundaydı (Abbasoğlu Özgören, bu kitapta; TÜİK 2020b). Kendisinden daha küçük ekonomilere sahip olan Doğu Avrupa ve aralarında çoğunluğunu Müslüman nüfusun oluşturduğu Orta ve Doğu Asya ülkeleriyle karşılaştırıldığında bile Türkiye’de kadının işgücüne katılımı son sıralarda yer alıyor (Dayıoğlu ve Kırdar 2010; OECD 2019b). Kısacası, Türkiye’nin kadının işgücüne katılım oranı Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkeleri olarak adlandırılan gruba daha yakın görünüyor. Son yıllarda üniversiteye kayıtlı öğrenci sayısının hızla arttığı bir ülkede, Türkiye ekonomisi başta kadınlar olmak üzere yüksekokul ve üniversite mezunu genç sayısındaki artışı istihdam edebilecek esnekliği göstermekten uzak.
Son problem ise kadın cinselliği ve kadınların genel olarak toplum içerisindeki rolü ile ilgili olsa gerek. Kendini kadınların bedenini kontrol etmeye ve kadınların yalnızca annelik rolüne vurgu yapmaya adamış; kadınlar yerine aileyi korumayı hedefleyen siyasi iktidar, gitgide daha fazla kadınların kaç çocuk yaptıklarına, boşanıp boşanmadıklarına, kocalarına ne kadar sadık olduklarına ve mukaddes annelik görevlerini yerine getirip getirmediklerine odaklanıyor. Siyasi iktidar kadın yerine aileyi korumaktan yana tercihini, 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı diye değiştirerek ve son rejim değişimiyle beraber de bu bakanlığı Çalışma Bakanlığı’yla birleştirip eriterek ortaya koydu. Aynı şekilde 2012 yılında yasalaşan 6284 numaralı kanun da iktidara yakın kesimler tarafından aile değerlerine ve bütünlüğüne zarar verdiği gerekçesiyle sürekli ve artan şekilde eleştirildi.
Toplumsal yapı bir yandan ideolojik ve kültürel olarak kadınları geleneksel rolleri ve mekânları olan anneliğe/“yuvayı yapanlar olmaya” zorluyor. Aynı yapı, iktisadi olarak kadınları işgücüne daha fazla katacak dönüşümleri bir türlü gerçekleştiremediği için yine kadınların önemli bir çoğunluğunu özel alanda kalmaya mecbur bırakıyor. Ancak, bütün bunlara rağmen kadınların örgütlü veya örgütsüz biçimde kendileri üzerinde erkeklerin tasarruflarına ve zorlamalarına her düzeyde itiraz ettiklerini ve kendi hayatlarında söz sahibi olmaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Kadın hareketinin de bugün sesini daha fazla kadına duyurabildiğini ve yurdun çeşitli yerlerindeki duruşmalara katılımıyla şiddete uğramış kadınlara daha fazla ulaşabildiğini ifade etmek gerekiyor.