| ISBN13 978-605-316-209-4 | 13x19,5 cm, 240 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Jela Krecic, Son Gerisayım ya da Komedi ve Antihümanizmden Çıkarılacak Dersler Yirmi birinci yüzyıl başına damga vuran sözcük için tek bir öneride bulunmamız gerekseydi, bu sözcük mutlaka “kriz” olurdu. 11 Eylül saldırılarıyla açılan yeni yüzyılda “terör krizi” o günden beri varlığını sürdürüyor. Pek çok doğal felakete de sahne oldu dünya: 2004 yılında Hint Okyanusu’nda meydana gelen tsunamide neredeyse çeyrek milyon insan hayatını kaybetti ve peşi sıra sıradışı bir insanlık krizi baş gösterdi. 2008 yılında finans krizi patlak verdi: Amerika ve Avrupa kıtasında başlayan kriz kısa sürede bilhassa Yunanistan gibi nispeten kıyıda köşede kalmış ülkeleri de vuran tam teşekküllü bir ekonomik krize evrildi. Ortadoğu krizin daim olduğu bir yer hâlâ: Odak noktası Afganistan’dan Irak’a, oradan Tunus, Mısır ve Filistin’e, oradan da Suriye’ye kaydı. Suriye ve çevresinde meydana gelen kargaşa beraberinde “mülteci krizi”ni getirdi: Ortadoğu’nun harap bölgelerinden kaçan onbinlerce mülteci sığınma arayışıyla Avrupa’ya geldi. Geçtiğimiz yıl [2016], İngiltere’nin Avrupa Birliği ile yolunu ayırma kararı almasının ardından AB krizinden bahsetmeye başladık. Birbirinden çok farklı bu krizlerin ortak bir paydası var: her biri, yeni normalliği oluşturan krizler bütününün bir parçası. Kriz –veya kriz hali– kalıcı; bir yere gittiği yok. Bir kriz bitiyor, diğeri başlıyor. Bir yaşam tarzı haline gelmiş durumda kriz. Bunu görmek için Batı’da siyasetin büyük ölçüde şu veya bu krizin yönetiminden ibaret hale geldiğini düşünmek yeterli – her bir krizin ve çözümünün çerçevesi ise değişmeden kalıyor. Başka bir deyişle, mevcut krizi aşmak için herkes bir şeylerden fedakârlık yaparken (Avrupalılar refah devletinden, Araplar seküler geleneklerinden), krize yol açan toplumsal ve ekonomik temeller aynı kalıyor. Mevcut düzen uzatmalı bir kriz yönetim sistemi haline gelmiş durumda ve bu sistemin değiştirilemez, dokunulamaz tek bir başat unsuru var: o da neoliberal kapitalizm. Neoliberal kapitalizmin ve doğurduğu krizlerin hiç bugünkü kadar açıktan eleştirildiği olmamıştır. Aynı zamanda, hâkim küresel sistemin hiçbir alternatifi olmadığı yönünde bugünkü kadar sağlam bir (bilinçdışı) inanç da olmamıştır. Bu bileşim göründüğü kadar paradoksal değildir belki de. Sürekli toplumsal adaletsizliklere işaret etme, küresel kapitalist düzenden kimlerin mağdur olduğunu tespit etme ihtiyacı, aslında hiçbir şeyin değişmeyeceği, değişemeyeceği, ama biz bilinçli ve uyanık kaldığımız sürece esas felaketin meydana gelmeyeceği yönünde bir tür batıl inançla yakından bağlantılıdır belki de. Günümüzde, bilhassa Batı’da, krizler karşısında takınılan iki farklı tavrı ayırt etmek mümkün. İlki, “sadece” krizi yönetmekle meşgul olan siyasetçilerin öyle veya böyle sinik tavrı. İsmen “solcu” hükümetlerde de kendini gösteren bu tavır sağcı bir konuma karşılık geliyor; yükselişte olan sağcı popülizmin siyasetin bu yönetim boyutuna getirdiği esas fark, mevcut krizlerin suçunu belli bir ötekilik biçimine (göçmenler, LGBT topluluğu vb.) yükleme dürtüsü. Günümüzde hâkim olan solcu tutum ise büyük ölçüde kapitalizmin adaletsizliğinden ve zalimliğinden yakınmaya yahut Donald Trump gibi siyasetçilere aldanan cahil, sıradan insanlar karşısında dizlerini dövmeye indirgenmiş durumda. Ama solun bu tepkisi hiç de aşikâr değil, yorumlanması gereken bir olgu – hele ki 2008 finans krizinin doğurduğu en somut sonucun, kapitalist sömürü ve tahakkümün daha da kuvvetli ve insafsız hale gelmesi olduğu düşünüldüğünde. |