Bülent Usta, "Anlatısal dehşet", Birgün gazetesi, 7 Şubat 2018
Sokakta genç bir müzisyen, Bob Dylan’dan “Melancholy Mood” şarkısını çalıyor. Şarkı öylesine uyuyor ki, ertelenmiş bu kış mevsimindeki şehrin ritmine.
Caddedeki vitrinlerden birisinde televizyon açık, hep aynı akademisyenler ve yazarlar, savaşı bir komutan edasıyla tartışmaya devam ediyorlar. Bir kanaldan diğerine kravatlarını bile değiştiremeden koştururlarken, muazzam bilgilerine toplumun muhtaç olduğunu düşünüyor olmalılar.
Devlet yöneticisi ya da asker gibi bakamıyorum hiçbir savaşa. Bir doktor için savaş, yaralanan ve ölen insanların olduğu bir yerdir, önceliği de insanların yaşamasıdır. Bir edebiyatçı, ölen insanların hikâyelerine bakar; herkes birinin çocuğudur, sevgilisidir, rüyalar görmüş, ağlamış, gülmüş… Çok naif bir bakış açısı değil mi, çok daha yüce anlamlar varken hayata böyle bakmak, bir tür saflık olarak değerlendirilebilir. Asıl çözüm, belki de yitirdiğimiz böylesi bir saflıkta gizlidir.
Geçenlerde tesadüfen bir televizyon kanalında artık emekli olmuş bir komutanın konuşmasına tanık oldum. Defalarca çatışmaya girmiş bir subay olarak savaşı anlatıyordu. Cephede geçerli olan tek şeyin hayatta kalmak olduğunu söylüyordu. Askerin eline silahı verir cepheye sürersiniz, ölmemek için öldürmek zorundadır.
Javier Marias’ın, Yarınki Yüzün adlı roman üçlemesinin üçüncü cildi Zehir, Gölge, Veda'nın giriş sahnesini hatırlattı emekli komutanın sözleri. Marias, dönüp dönüp okuma ihtiyacı duyduğum bu roman sahnesinde, ölüm karşısında insanın takındığı tutumu, bir başkası için hayatını feda etmenin psikolojik ve kültürel nedenlerini, felsefi bir derinlikte roman karakterlerine tartıştırıyordu.
İlk sözü Tupra alıyordu romanda, bir savaşta, dükkân soygununda, depremde ya da herhangi bir ölümle burun buruna gelinen durumda, “insan istemeyerek de olsa yanındakinin ölmesini tercih eder” diyordu. Tupra, bu durumun tek istisnasının “gün geçtikçe daha az rastlanan çok güçlü bir şeref duygusuna boyun eğerek yapılan hareketler” olduğunun altını çizerek, “bu kişiler, sanki artık geçerliliğini kaybetmekte olan, silinip giden bir canlılar hiyerarşisini içselleştirmişlerdir; bu hiyerarşiye göre çocuklar yaşamayı kadınlardan çok, kadınlar erkeklerden çok, erkekler de yaşlılardan çok hak ederler” diyordu. Sonra da kaybolmaya yüz tutan bu şerefli yaşama tutkusunu tartışıyordu.
Böyle bir insanın yaptığı fedakârlık sayesinde takdir ve minnetle anıldığını bilemeden ölümü göze alması, ona mantıksız görünüyordu. Tupra’yı dinleyen Jaime, İspanya’daki bir boğa güreşçisinin arenadayken binlerce insanın önünde aklından geçenleri düşünür: “Bu olayı anlatıp duracak bunca insanın karşısında korkaklık edeceğime, buradan uyluk damarım patlamış halde çıkarım, cesedim çıkar buradan benim.” Boğa güreşçileri, anlatısal dehşetten, kendilerini tanımlayacak son bir hatadan kaçıyorlardı.
Tupra, kendi sözlerinin haklılığını göstermek için, bir tiyatro ya da diskotek yandığında, yangından çok ezilerek ölenleri örnek verir. “Kaçan kurtulur” deyiminin işaret ettiği orman yasasından ne kadar kurtulmak istersek isteyelim, ilk başvurduğumuz yasa odur, en fazla biraz dolambaçlı hale getiririz diyordu: “Öyledir, bir düşün. Hem insanlar, hem de uluslar için.” Gözümün önüne, sahte can yelekleriyle denizde boğularak ölen göçmenleri izleyen Avrupa ulusları geliyor. Kaçılamayacak bir anlatısal dehşet…
Sonra Reresby sözü alır romanda, “Bazıları dünyanın anlatıldıkça döndüğüne, olayların anlatıldıkça var olduğuna inanır” der; ama umutsuzdur, olayların büyük çoğunluğu kayda geçmez hiç, geçse bile çabucak unutulur. Çoğu insanın hayatı, daha ölmeden evvel unutulmuştur.
Albert Camus’nün kahramanca yaşamakla ilgili düşünceleri geliyor aklıma. Camus’ye göre kahramanlık başkaları için değildir. Onun kahramanı için kendi kişisel anlatısıdır önemli olan, o anlatıyı başkalarının gözünden yaşamaz, ama kendi kişisel anlatısının getirdiği sorumluluk, kaçınılmaz olarak onu başkalarının hayatına bağlar. Camus’nün kahramanı, batmakta olan gemide filikaya diğerlerinin binmesine yardımcı olur. Amacı, insanların hayatlarını kurtaran bir kahraman olarak anılmak değildir, sadece hayat kurtarmayı ister, onun için kendi anlatısal dehşetine başkaldırmasından daha büyük bir kahramanlık yoktur.