Giriş: Marx ile Foucault’yu Neden ve Nasıl Birleştirmeli?, s. 15-18
Kapitalist küreselleşme Marx tarafından gözlemlenmiş olan eğilime uygun bir sona doğru gidiyor: Mallar ve hizmetler, bilgi ürünleri, “işgücü”nün kendisi ve doğaya ait her türden şey yaygın biçimde metalaşıyor. Teşhisin bu şekilde doğrulanması Marx’in bazı müritlerinin koltuklarını kabartabilir. Ancak, kapitalizmin bizzat gelişiminden doğması icap eden devrimler pek gerçekleşmedi. Üstelik sahneye çıkan “yeni insan” da o beklenen özgürleşmiş üretici değil, her yandan normlarla kuşatılıp denetim altına alınmış ve neoliberal iktidara tabi kılınmış bir özne oldu. Eleştirinin öncü gücü olarak, bu sonucu sezen Foucault, Marx’tan nöbeti devraldı. Ama olumsuz anlamda, yenilginin tanığı olarak.
Geleceğin hiç de o kadar net biçimde önceden çizilmediğini düşünebiliriz. Bu kitapta önerilen deney, Marx’ın ve Foucault’nun miraslarını melezleyerek işe koşmak. Zira ancak böyle bir birleşme ânı, böyle bir aşırı gerilim, söz konusu iki mirasın tüm potansiyellerini açığa çıkarıp her birine özgü hakikatleri sergileyebilir. En azından elinizdeki kitabın hipotezi bu olacak. Marx ve Foucault’ nun, birtakım eklektik ayarlama ve uyarlamaların ötesinde, hangi şartlarda sıkı bir işbirliğine girebileceklerini saptamaya çalışacağım. Elbette böyle bir girişim hiç de kolay olmayacak. Foucault’ nun yapıtı Marx’ın projesine sığmaz, Marx’ın projesi de Foucault’ nun yapıtına. Fakat bu bitmemiş çalışmanın hayati bir ânı, ikisinin de farklı sıfatlarla mensup olduğu belli bir “tarihsel materyalizm” çerçevesinde yer alır. Bu ânı öncellikle Foucault’nun 1971’den 1979’a kadar Collège de France’ta verdiği, Kapital’ deki Marx’a dayandırdığı derslerin çerçevesine yerleştireceğiz.
Bu yıllar boyunca birbirine muhalif ve muhasım iki siyasal pratiğe açılan iki “eleştiri” ve “hakikat” modeli birbiriyle çarpıştı. Foucault’nun o esnadaki çalışmalarına damgasını vuran ve kamusal müdahalelerinin bir kısmının gerekçesini oluşturan bu çarpışma, zaman ve mekânla sınırlı bir durumdan kaynaklanmıyor. Bugün de hâlâ neredeyse tüm dünyada görülebilecek bir fay hattına tanıklık ediyor. Bu fay hattını başka bir çağın terimiyle adlandıralım, ama göreceğiz ki hiç de gayri meşru bir adlandırma olmayacak: “halkın bağrındaki çelişkiler.” Bir tarafta, toplumun önemli sorunlarını incelerken üretim ve temellük süreçlerine; hem bir eşitsizlik kaynağı hem de üretken emeğin sosyal ve ekolojik muhtevasına duyarsız bir azınlığın elindeki sermaye birikiminin kökeni olan “sömürü”ye odaklanmak gerektiğini düşünenler var. Bunlar için Marx bir nirengi noktasıdır. Diğer tarafta ise, acilen ele alınması gereken asıl konunun öznenin kuruluşu olduğunu; yani işyeri hiyerarşisinde, aile düzeninde, cinsiyetler arası ilişkilerde, entegre olmuş çoğunluk ile “paysızlar” arası bağıntılarda, etnik ya da cinsel azınlıkların, sürgünlerin ve göçmenlerin, sağlık ve suç söylemleriyle damgalanmışların idaresi esnasında “insanın insana muamelesi” olduğunu savunanlar. Bunlar için de Foucault bir buluşma noktası oluşturabiliyor. Tabii ki birinci gruptakiler ikinci kategorideki dertlerle de hemhal olduklarını iddia ediyorlar. Zira insanla ilgili hiçbir şey onlara yabancı değildir. İkinci gruptakiler ise, hem üretim hem de tüketim alanlarındaki sapmalarına parmak bastıkları için, kapitalizmin en radikal eleştirisini kendilerinin yaptığını savunuyorlar. Ama bu iki grup arasındaki ihtilaf mütemadiyen tekerrür ediyor ve, bana göre, içinde bulunduğumuz çağdaki modern toplumun yapısal anlamda önemli farklılıklara sahip mekânlarında ortaya çıkan toplumsal bir eleştiriye işaret ediyor. Bu ihtilaf evrensel özgürleşme projesini savunanların “safları”nı bölüp zayıflatıyor.
Elbette ki çeşitli çevrelerde verimli bir işbirliğinin şartları her daim aranmaktadır. Sadece Marksizmlerden bahsedecek olursak, kendilerini komşularına bağlayan melezleşmelerden başka bir şey yaşamadıklarını söyleyebiliriz. Kuşaktan kuşağa çeşitli disiplinlerden araştırmacılar mütemadiyen yenilenen çiftler kurmayı programlarına aldılar hep: Marx-Weber, Marx-Keynes, Marx-Braudel, Marx- Lacan, Marx-Bourdieu, Marx-Heidegger, Marx-Rawls, Marx-Derrida... Marx-Foucault çifti ise, günümüzde “sınıf/ırk/toplumsal cinsiyet” üçlüsüne atıfta bulunan neredeyse “resmi” bir eleştirel düşünce programı dahilinde oluşturuluyor genellikle. Sınıf kategorisi için Marx, diğer iki kategori içinse Foucault seferber ediliyor gönül rahatlığıyla. Ancak bu yoldan gitmekle, eklektik bir işbölümü yapma aşamasından öteye geçilemiyor; birine, tanınması daha kolay olduğu farz edilen sömürü alanı, öbürüne de diğer alan, daha bulanık ve muğlak olmak gibi bir kötü şöhrete sahip tahakküm alanı bahşediliyor. Böylece iki perspektif arasında, her ikisini de zayıflatıp önemsizleştiren, bir fay hattı meydana geliyor.
Dolayısıyla ben burada yüksek riskli bir girişime kalkışıyor, askeri düşüncenin tabire yüklediği anlamla bir “tatbikat” gerçekleştirmeye yelteniyor, bu iki yaklaşımı aynı kuramsal inşa içinde, yani bu iki tutumun da betimlenmesine katkıda bulunacakları “modern toplumun genel bir kuramı” içinde bir arada anlamayı hedefliyorum. Kalkıştığım bu deneyin gizli tehlikeler ve tuzaklarla dolu olduğu aşikâr. Bu girişimden, iki yaklaşım arasındaki felsefi anlaşmazlığın aşılmasına yardım etmesinden başka bir şey beklenmemeli. Girişimin toplum-kuramsal içeriğine gelince, iki tarafta da sorun yaratıyor. Marksist gelenekte bir kopuşa işaret ediyor. Foucault olsa bu girişimi, bizzat ilkesi itibariyle kabul edilemez bulurdu. Malum, Foucault eleştirisini, bütünlüğün ve onun tüm toplumsal çelişkilerin sonunda aşılacağı tarihsel gelişiminin düşünürü olan “Hegelci” bir Marx’a yöneltir. Foucault’ya göre, tarihsel olarak önem arz eden, yani insanın edimlerine ve yaşamına kıvamını ve ritmini kazandıran tüm büyük kümeler, birbirlerinden ayrı yerlerde konuşlanmış, her daim hareket halinde, çok farklı hız, yoğunluk ve yönelim yetenekleri olan heterojen unsurlardan müteşekkil “dispozitifler”dir. Bu dispozitifler sistem oluşturmaz. Nietzsche’nin vârisi olan Foucault bir şekilde birbiriyle karşılaşan tekil şeylerin, varlıkların ve olayların çokluğundan yola çıkarak düşünür. Düzeni de düzensizlikten yola çıkarak. Bense tam tersini yapacağım: Pervasızlığımı hoş görün ama, düzensizliği düzenden yola çıkarak anlamayı deneyeceğim. Bilindiği gibi Marksizme musallat olan hayalet tam da böyle bir projedir. Kapitalist düzenin ürettiği düzensizliği görünür kılar Marksizm. Ancak bana göre bu, düzensizlik alanının tüm yönleriyle incelendiği anlamına gelmiyor. Bu konuda Marx’tan miras kalan gelenekte neyin eksik olduğunu ve o eksikliğin neden Foucault’ya dönme ihtiyacını doğurduğunu göstermeye çalışacağım. Marksizm kral yolunu, sınıf tahakkümünü ortadan kaldırarak herkes tarafından paylaşılan özgürlük ve eşitliğe götürecek makul mücadele yolunu gösteriyordu. Elbette, toplumun birçok kesiminin -deliler, hastalar, suça eğimliler, sapıklar, yabancılar ve her türden azınlıklar- bu programa dahil edilmediği, o en “parlak” yıllarda bile aşikârdı. Ama kitlesel işsizliğin, yerinden yurdundan edilmelerin, kayboluşların, topluluk içi dayanışma kültürünün bozulmasının yaşandığı günümüzde durumun nasıl olduğunu biliyoruz. Paysız ve geleceksiz ya da -en iyi tarafından- ufuksuz “azınlıklar” çoğunluk olmaya başladı. Foucault’nun yıldızı henüz sönecek gibi görünmüyor. Foucault bizi Hegel hastalığımızdan, büyük anlatının meleği olsun diye yaratılmış Hegel’den kurtarır. Bizi sonsuza dek yaralar.
Marx ile Foucault arasında hem yakınlık hem antipati içeren bu çelişkili bağıntı, ikisinin de felsefenin “eleştiri” işlevi hakkındaki fikirleri doğrultusunda şimdiki zamanı çözümleyip eleştirebilmek için -aralarında bir yüzyıldan fazla bir zaman farkı olmasına rağmen- onları birlikte davet edişimizi meşrulaştırıyor.