| 
 
  | 
    
        
            | Metis'e Dair |  |  
            | 
                    Metis Yayınları 1982 yılında kuruldu. Üniversite yıllarında dönemin sosyal
                    muhalefet hareketlerinin içinde yer almış Sol görüşlü 5-6 üniversiteli
                    genç, kendi kişilikleri ile eğitimini aldıkları meslekleri arasında
                    ilişki kuramayıp kültürel ve siyasi bir odak olarak Metis yayınevini
                    kurdular. Araştırmayı, doğru bildiklerini sorgulamayı, tartışmayı,
                    öğrenmeyi sürdürmeyi amaçlamışlardı. Bu ilk ekipte yer alanların bir
                    kısmı daha sonra mesleklerine ve diğer ilgilerine yöneldiler.
                 
                    1987 yılına kadar sadece edebiyat dışı kitaplarla ilgilenen yayınevi, bu
                    tarihten sonra Türkçe ve çeviri edebiyat ürünleri de yayınlamaya
                    başladı. Zaman içinde çeşitlenen kitaplar farklı dizilerde kümelendi.
                    Aşağıda 1982-2004 yılları içinde yayınevinin kitap, yayıncılık, okuma,
                    eleştiri düşünce ve ifade özgürlüğü temaları etrafında topluma kendini
                    ifade aracı olarak gördüğü çeşitli kampanyaları hakkında bilgiler var.
                    Metis’i en iyi bu kampanyaların anlattığını düşünüyoruz.
                 |  
    
        
            |   | 1982Yaşasın Kitap
 
                    Yayınevinin ilk faaliyet yılları 12 Eylül askeri darbesinin de ilk yıllarıydı.
                    Darbe ve onu takip eden rejim tam anlamıyla düşünce ve kültür düşmanı
                    bir iklim yaratmıştı. Rejim eline geçirdiği muhaliflerini "herkese ibret
                    olsun" diye kendi televizyonunda gösteriyordu. Gösterirken de
                    silahların yanında kitaplar da sergileniyordu. Kitap bir suç aleti ilan
                    edilmişti. Bu koşullarda asıl işimizin kitapları suç sayan zihniyetle
                    mücadele etmek, kitapları ve kitap okumayı suç olmaktan çıkarmak
                    olduğunu düşündük. "Yaşasın Devrim" diye sokaklara dökülmüş bir kuşaktan
                    geliyorduk ve birden içimizden çıkıveren "Yaşasın Kitap" lafı, ruh
                    halimizi çok iyi anlatıyordu: Hem ezikliğimizi silip başımızı dik
                    tutabilmemizi, o kasvetli, bunaltıcı havayı dağıtabilmemizi sağlıyordu,
                    hem bizi kendi geçmişimize bağlıyordu, hem de kitaplardan medet
                    umduğumuzu gösteriyordu. Gerçekten de kelimenin tam anlamıyla
                    kitaplardan medet umuyorduk. Öğrenmek, doğru bildiğimiz şeyleri
                    sorgulamak, kendi hatalarımızla yüzleşebilmek, ve bu niyetle kitap
                    okumak için bir iştah çıkmıştı ortaya ve "Yaşasın Kitap" bunu çok iyi
                    ifade ediyordu. Daha sonra da uzun yıllar bu sloganı kullandık. Başka
                    yayıncılar da kullandı ve giderek daha geniş bir çevreye maloldu.
                 |  
            |  | 1985-86Kitabı Geri Getirelim
 
                    Burada anlattıklarımızın, okurlarımız tarafından "küçük bir dayanışmanın
                    tarihi" olarak okunmasını isteriz. Bu önemli, çünkü anlattığımız
                    olgular, insanlar ve kurumlar arasındaki iletişimi ve işbirliğini (çoğu
                    zaman küçük olan) farklılıkları kullanarak sekteye uğratan, tahrip eden,
                    "üzüm yemekten ziyade bağcı dövmeyi" telkin eden egemen ideolojiyi boşa
                    çıkaran sivil girişim örnekleridir.
                 
                    1980’den önce yayıncılar, o günlerin Türkiyesi’nin olanakları içinde de olsa,
                    beklentisi belli bir okura, kurulu ve işleyen iletim mekanizmaları
                    aracılığıyla seslenme olanağına sahiptiler. Oysa 12 Eylül darbesi,
                    toplumun başka alanlarında olduğu gibi, kitapçılıkta da büyük bir
                    tahribat yapmıştı. 1980 sonrasında yayıncılığa başlayanların karşısında
                    çok hazin bir tablo vardı. Ne hazır bir okurdan söz edilebilirdi, ne de
                    işleyen bir dağıtımcı/kitapçı kanalından. Okur ürkütülmüş, sindirilmiş
                    ya da sadece ilgisini yitirerek bezmiş durumdaydı. Televizyon ve basında
                    kitabın tekrar tekrar suç unsuru olarak vurgulanması, hakim ideolojinin
                    artık "kendi başının çaresine bakma zamanı olduğunu" vazedip durması,
                    genel bir durgunluğa yol açmıştı. Aynı şekilde sindirilmiş olan ve
                    kendilerini tehdit altında hisseden kitapçılar da kırtasiye/oyuncakçı'ya
                    dönüşüyorlardı. Bu durumda yayıncıları bekleyen, bir meslek dalı olarak
                    varlıklarını koruma/sürdürme olanağını yaratmak, okur/dağıtımcı/kitapçı
                    üçgeninin her birine ayrı ayrı seslenerek sektörün canlanmasını
                    sağlamaya çalışmaktı.
                 
                    İşte "Bab-ı Âli'de hiç olmayacağı iddia
                    edilen" yayınevleri dayanışması bu ortamda, ağırlıklı olarak yayıncılığa
                    1980 sonrasında başlamış, işlerini salt ticaretten çok bir iletişim
                    aracı, kendini ifade biçimi olarak gören yayıncılar arasında başladı.
                    İlk girişim 1985 yılında on altı yayınevinin (Akıntıya Karşı, 4 Eylül,
                    Hil, İmge, İnsan, Kadın Çevresi, Kaynak, Metis, Nisan, Öncü, Sokak,
                    Sorun, Sungur, Toros, Yazın, Yol) başlattığı "Kitabı Geri Getirelim"
                    kampanyası oldu. Kampanyanın bir ucu, basının desteklemek amacıyla
                    ücretsiz bastığı ve "Zamanıdır eski sorulara yeni yanıtlar aramanın",
                    "Dünya yasaklarla dolu. Bir de biz kendimize kitabı yasaklamayalım",
                    "Gün gelecek kimse 'utanmayacak' okuduğu kitaptan... O günlere
                    hazırlanalım. Bir ütopyayı gerçek kılalım" gibi mesajlar içeren ortak
                    imzalı ilanlardı. İlanların metin yazarlığı, şimdi polisiye yazarı
                    olarak tanıdığınız Celil Oker tarafından yapılmıştı. Yayıncılar ayrıca
                    ortak bir katalog basarak bunu ülkenin dört bir yanındaki 200 kadar
                    kitapçıya yolladılar ve onlarla bir diyalog başlatmaya, onları
                    desteklemeye hazır olduklarını bildirdiler.
                 
 Oğlak Dönencesi’nin Yasaklanmasına Karşı 
                    İkinci kez yayıncıları harekete geçiren, Can Yayınları'nın bastığı, Fatma
                    Aylin Sağtür'ün çevirdiği Henry Miller'ın Oğlak Dönencesi adlı kitabının
                    yasaklanması oldu. Birinci basımı 1985 yılında yapılan kitap hakkında
                    19.2.1986 tarihinde TCK 426'ya dayanarak dava açılmış, 22.3.1988
                    tarihinde 1986/114 Esas, 1988/123 Karar sayısıyla sanıklara 426'dan
                    ceza, kitaba da 427'den zoralım ve imha kararı çıkmıştı.
                 
                    Yayıncılarınen çok dikkatini çeken, kitabın yasaklanma gerekçesi oldu. Kitap,
                    TCK'nın 426. maddesine göre müstehcen nitelikte bulunmuştu. Oysa bu
                    kanunun altıncı maddesine göre, "Fikri, içtimai ve bedii kıymeti haiz
                    olan eserler bu kanunun şümulünden hariç" tutuluyordu. Mahkemenin,
                    Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu Başkanlığı
                    Bilirkişi Raporu'nun "Objektif ölçülere örf ve adetlere bağlılığı, bilgi
                    ve kültürü orta seviyedeki kişilere göre yapılan değerlendirmede
                    kitabın, halkın ar ve haya duygularını inciten, cinsi arzuları tahrik ve
                    istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı bulunduğu, sanat eseri
                    mahiyeti taşımadığı (a.b.ç)" yolundaki yorumuna dayanarak verdiği karar,
                    Henry Miller'ın kitabının "sanat eseri olmadığı"nı da saptamış
                    oluyordu.
                 
                    Henry Miller'ın dünyaca tanınmış, saygın bir yazar
                    olması bir yana, bir kitabın sanat eseri olup olmadığını saptama
                    hakkının mahkemede değil, okurda olduğunu savunan yayıncılar, bu kararın
                    bir de "kitap imhası" ile sonuçlanması üzerine sessiz kalamayacaklarına
                    karar verdiler. Toplam 99 yayıncıyla yapılan görüşmelerden sonra,
                    yayıncılardan 60'ı genelde şu iki gerekçeyle bu konuda ses çıkarmayı
                    reddettiler: 1) Mahkemelere düşme korkusu; 2) Şimdiye kadar Türkiye'de
                    onca kitabın imhasına sessiz kalınmışken, şimdi bu kitaba ses çıkarmanın
                    bir gerekçesini göremeyişleri. İşin ilginci, yayıncıları temsil ettiği
                    iddiasında olan, üstelik toplatılan kitabın yayıncısının da üyesi
                    bulunduğu Yayıncılar Birliği'nin (Yay-Bir) bu konunun üstüne gitmeyi ve
                    kitabın yeniden basımında yer almayı reddetmesi oldu. Bu imhaya itirazı
                    olan 39 yayıncıysa, "Korku ancak yeni korkma olasılıkları doğurur," ve
                    "Şimdiye kadar susmuş olma ayıbı hepimizin, ama bu şimdi bir kez daha
                    susmanın gerekçesi olamaz" görüşüyle, kitaba sahip çıkma kararı aldılar.
                    Kitabı tekrar basmaya, ama tekrar toplatılmasına engel olmak amacıyla,
                    kanunun kendilerine tanıdığı bir haktan yararlanarak, Oğlak
                    Dönencesi'nin Muzır Kurulu Raporu'nda ve Savcılık iddianamesinde
                    yasaklama gerekçesi olarak belirtilen yerlerini çıkartıp, başına bu
                    raporu ve savunmayla kararı eklemeyi kararlaştırdılar. Böylece kitabın
                    bütünü, ekleriyle, "mahkeme serüveni"yle birlikte ve biraz "parçalanmış"
                    halde, arkasında "Kitaptan Korkulmayan Bir Dünya İçin" ibaresiyle 39
                    yayınevi tarafından (Ada, Adam, Afa, Amaç, Ayrıntı, BDS, BFS, Birey ve
                    Toplum, Boyut, Çaba, Çınar, De, Dost, El, Eleştiri, Gür, Habora, Hil,
                    Hüryüz, İletişim, İnter, Kalem, Kaynak, Kavram, Kıyı, Kuzey, Metis,
                    Nisan, Oda, Öykü, Pan, Savaş, Söylem, Teori, Toros, V, Yaprak, Yazın,
                    Yön), 10.5.1988 tarihinde yeniden basıldı ve aynı gün, 1. Sulh Ceza
                    Hakimliği'nin 1988/71 no.lu kararıyla toplatıldı. Yayıncıların toplatma
                    kararına itirazları da 2. Asliye'nin 1988/24 D. İş kararıyla reddedildi.
                    İstanbul Cumhuriyet Savcısı Aytaç Tolay, 1988/31 Hazırlık, 1989/133
                    Esas, 1989/57 İddia numarasıyla İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'ne TCK
                    426/1 ve 427/son'dan dava açtı, ayrıca TCK 119'un da uygulanmasını
                    istedi. Kısacası müstehcen nitelikli kitap yayınlama suçuyla açılan bu
                    davada, yayıncıları 25 avukat gönüllü olarak savundular. Yerli ve
                    yabancı basının ilgisini çeken davada sanıklar genel olarak kitap
                    yasaklamalarına karşı olduklarını, bunu bir insanlık suçu saydıklarını,
                    kitabı yeniden basarken bunu protesto etme gayesi taşıdıklarını
                    belirttiler; ayrıca Henry Miller'ın kitabının bir edebiyat eseri olması
                    nedeniyle, Muzır Kurulu'nun kapsamına zaten giremeyeceğini söylediler.
                    Ayrıca, kitapta müstehcen bulunan bölümler sadece Muzır Kurulu
                    Raporu'nda geçtiği için, aleyhte verilecek karar bu raporun müstehcen
                    olduğunu belirtmiş olacaktı! 26.5.1989 tarihinde başlayan duruşmalar,
                    henüz sanıklarının tümünün ifadesi alınmadan, 4. duruşmada beraatle
                    sonuçlandı. 1989/155 Esas, 1989/230 Karar no.lu 26.9.1989 tarihli beraat
                    kararında, "... yasalarımıza göre karara bağlanmış davalarda verilen
                    karar örnekleri, bilirkişi raporları ve iddianame örneklerinin
                    yayınlanmasında herhangi bir suçun oluşmaması karşısında müstehcenlik
                    hususlarının çıkarılmak suretiyle bu belgelerin eklenmesi ile meydana
                    getirilen kitapda sanıkların üzerlerine atılı bulunan ... suçun yasal
                    unsurlarının oluşmadığı" söyleniyordu. Mücadelemiz tutmuştu, biz
                    kazanmıştık...
                 
 Kara Kitap 
                    İçinde varoldukları ve çalıştıkları ortamı "soluk alınabilir" bir ortam kılma yolunda
                    üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye hazır olan yayıncıların
                    üçüncü ortak girişimi, 1 Ağustos Genelgesi'nin yol açtığı Eskişehir ve
                    Aydın Cezaevleri açlık grevlerinin öyküsünü anlatan, Gaye Boralıoğlu ve
                    Ayşegül Devecioğlu'nun hazırladıkları "Kara Kitap"ı basmak oldu. Bu kez
                    20 yayıncı (Afa, Alan-Belge, Amaç, Arkadaş, Ayrıntı, BDS, Boyut, Can,
                    Çınar, Eleştiri, Gerçek, Habora, İletişim, İnter, Kavram, Metis, Nisan,
                    Patika, Pencere, Sorun) demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğunu
                    düşündükleri bu açlık grevleri ile ilgili kitabı basma gerekçelerini
                    "... Uzun bir soluğu gerektiren bu mücadeleye küçük bir katkısı olması
                    amacıyla ve toplumumuzdaki hakim belleksizliğe bir uyarı olması
                    umuduyla" diye açıklıyorlardı.
                 
                    Okuru canlandırmaktan kitapçıları desteklemeye,
                    kitabı düşmanca saldırılardan korumaktan genel bir
                    demokrasi mücadelesi vermeye kadar her alanda sorumluluk almak,
                    ülkemizdeki yayıncıların varlıklarını koruyabilmesinin tek koşulu... Bu
                    yüzden de bu tür dayanışmaların daha çok görüleceğini söylemek pek
                    yanlış olmaz.
                 |  
            |   | 1989Kitabın Keyfi Başkadır
 
                    Koltuğuna
                    gömülmüş kitap okuyan karga resmini Mehmet Ulusel çizdi. "Kitabın Keyfi
                    Başkadır" cümlesiyle, bir yandan okumanın seyretmekten, konuşmaktan,
                    vb. insan etkinliklerinden farklı bir zevk kaynağı olduğunu, diğer
                    yandan da bir görev, zorunluluk, ya da yük değil, bir haz kaynağı
                    olduğunu vurgulamak istedik.
                 
                    Bugün de buna inanıyoruz. Kişisel
                    haz ile ilişkisi olmayan, yani okuyan kişi için haz üretmeyen hiçbir
                    gerçek okuma olamaz. Okunan şey bir çizgi roman da olsa, ders kitabından
                    bir pasaj da olsa, gerçek bir okuma ancak okuyanın zevk alarak
                    okuduğuyla buluşmasıyla mümkündür.
                 
                    Bunu şöyle de ifade debiliriz:
                    Pek çok siyasinin, eğitimcinin ve aydının zannettiklerinin ve
                    vazettiklerinin aksine "otomatik aydınlanma" yoktur. Otomatiğe takarak
                    bilgilenmek ya da bilgilendirmek mümkün değildir. Bilgi bir sürahiden,
                    boş olan başka bir sürahiye boşaltılan su gibi birşey değildir. Bilgi
                    her zaman psikolojik ve etik süreçlerle birlikte yürüyen bir şeydir –
                    hem bireysel anlamda hem toplumsal anlamda. Dahası kitaplar, balıkyağı
                    ya da ilaç gibi vücuda yararlı olacak diye içilecek şeyler değildir.
                    Kitaplarla ancak keyif alarak ilişki kurulabilir.
                 
                    Bu resim ve
                    slogan çeşitli yıllarda kitap ayraçlarında ve takvimlerde kullanıldı.
                    İlk kullanımlarında okuyan karganın yanındaki sehpada kahve –tabii
                    tercihe göre çay da olabilir– fincanının yanında, içinde sigara tüten
                    bir küllük de vardı. Günün birinde kütüphaneci bir okurumuz, yılbaşı
                    akşamında bile kitap okuyan Metis kargasını çok sevdiğini, ama sigara
                    içmesini, gençliğe yapılan kötü bir telkin saydığını söyleyerek
                    eleştirdi. Biz de hak verdik – 1997’deki kullanımında kül tablasını
                    kaldırdık.
                 |  
            |   | 1991Ki-tap o-ku-yor (Katya kitap okuyor)
 
                    Bu kampanya, Metis’in okumaya yaklaşımını ifade edebilmek için
                    hazırlanmıştı. Posterde kullanılan resim Balthus’un ve "Katya Okuyor"
                    adını taşıyor. Tasarım ise yayınevinin editörlerinden Semih Sökmen’e
                    ait. Balthus’un bu güzel resmi okurlarımızdan büyük ilgi gördü. Posterin
                    yazı kısmını keserek kullananlar olduğu gibi, birçok kişi de "Kitap
                    Okuyor" cümlesini neden hecelettiğimizi merak etti ki, amaçlanan da
                    zaten buydu.
                 
                    Kitap Okuyor— yani bunu yapmayı tercih etmiş.
                    Kitap okumak, son derece kişisel, bireysel bir tercih meselesidir.
                    İnsan kendi kendisiyle, yalnız kalabilmelidir ki okuyabilsin. Yani
                    herşeyden önce, gündelik hayatının bir parçasında kişinin yalnız
                    kalabilme cesaretini gösterebilmesi lazım ki okuyabilsin. Okumamaya
                    gösterilen ilk gerekçelerden biri olan vakitsizlik bununla yakından
                    ilişkili. Kanlı canlı hayata dönmek, insanların arasına katılmak,
                    gevezelik etmek, konuşmak, izlemek, seyretmek varken niye yalnız kalalım
                    ki?
                 
                    Ama öyle görünüyor ki, bunu tercih ve zevk edinen kitleler
                    değilse de bireyler var. Bu yüzdendir ki Metis’te kitap yayınlarken hep
                    şahsa, bireye seslenmeyi tercih ettik.
                 
                    Kitap Okuyor— o okuyor.
                    Kitap okuyan hep üçüncü şahıstır. Okumayan bizler karşısında okuyan
                    birey, tek başınadır, yalnızdır, bizden farklıdır, aykırıdır, ve ne
                    tuhaf, kendi kendine de eğlenebilmekte, yaptığı bu tuhaf işten haz bile
                    duymaktadır. Okuyan —dünyanın her yerinde öyledir ama Türkiye’de iyice
                    öyledir— hep üçüncü şahıstır.
                 
                    Kitap Okuyor— ki – tap o – ku – yor.
                    Okumayı öğrendiğiniz çocukluk günlerini hatırlayın. Harflere,
                    işaretlere ve bunlarla anlam arasındaki ilişkilere şaştığınız zamanları
                    hatırlayın. Yetişkinleştikçe ve daha fazla okudukça giderek okunanlar
                    şaşırtıcılıklarını kaybederler. Yazı bir tür teknolojidir, okudukça bir
                    teknik öğrenmiş oluruz – aynı kulağımızın müziğe alışması gibi, sonra
                    müzikal türlere alışması gibi…
                 
                    Bu süreçte hem kazanırız hem
                    kaybederiz. Çünkü yavaş yavaş okuduklarımızı sorgulamamaya başlarız.
                    Yazı karşısında bir tür yorgunluk duymaya , otomatik okumaya başlarız.
                    Ama yine de ara sıra geçmişte bir yerlerde kaybettiğimiz o çocuk
                    gözlerimizi bize tekrar geri getiren metinlerle karşılaşacağızdır. İşte
                    okumanın asıl keyfi, herhangi bir kitabın bizi böyle tekrar şaşırtabilme
                    kabiliyetinde yatar.
                 |  
            |   | 1992Aa! Kitap Okuyor
 
                    "Ki–tap o–ku–yor" kampanyamızın devamı niteliğindeki posteri Latif Demirci
                    yaptı. Kitap okuyanın "özel bir tür olduğunu" vurgulamak için Latif’le
                    birlikte kendi kendimize şu soruyu sorabiliriz: Bir Türk sabahtan akşama
                    kadar ne yapar? (Tabii Türk’ün yerine gönül rahatlığıyla "Kürt" de
                    diyebilirsiniz) Ödev yapar, kavga eder, Avrupa Birliğine girer, askere
                    gider, okey oynar, makyaj yapar, dedikodu yapar, kabul günü yapar,
                    kadınları rahatsız eder, oyuncaklarını kırar, top oynar, televizyon
                    seyreder, çamaşır bulaşık yıkar, canını sıkar, içki içer, para kazanır,
                    kazanmaya çalışır, ölmeyi bekler.
                 
                    Yanlış anlaşılmak istemeyiz. Okumak bir zorunluluk değildir.
                    Okumayanları hor görüyor da değiliz. İnsan pekala okumadan da gül gibi yaşayıp gidebilir.
                    Bizim söylemek istediğimiz bütün bunlardan çok sıkıldıysanız, kitapların önünüze başka
                    bir dünya açabilecek olduğudur.
                 |  
            |   | 1993Elimizde Düşlerimizden Başka Ne Kaldı ki?
 
                    Moralimizin hayli bozuk olduğu bir zaman olsa gerek. Fazla kırık, bezgin ve kaçak.
                    Beklentilerimizin, umutlarımızın tam tersi yöndeki toplumsal gelişmeler
                    karşısında şaşkınız. Tabii daha sonra bol bol şaşırmaya devam edeceğiz,
                    ama belki de ilk kez böyle ağır duyuyoruz. Bu duygular içinde
                    tavanarasındaki odasında okuyan ve okuduklarından çok etkilenen Don
                    Kişot dikkatimizi çekiyor. Okumanın fantastik yanını, hayallerimizle
                    ilişkisini vurgulamak istiyoruz. Kitapların düşlerimiz gibi dünyalar
                    yaratabileceğini, o dünyaların tek sahibinin biz olduğunu, kitaplarla
                    ferahlayabileceğimizi söylemek istiyoruz.
                 
                    O yılın kataloğunda Bilge Karasu, Murathan Mungan, Latife Tekin ve Juan
                    Goytisolo’dan okuma üzerine pasajlar var. Şunları anlatıyorlar:
                 
 Murathan Mungan 
                    Hiçbir işim olmasaydı, yazar da olmasaydım, tek işim kitap okumak olsaydı,
                    hayatımı kitap okuyarak kazansaydım, bunun için maaş bağlasalardı bana
                    ve elime çok iyi para geçseydi,
                 
                    yanı sıra hiçbir yükümlülüğüm
                    olmasaydı, yalnızca canımın çektiği kitapları, merak ettiğim yazarları,
                    ilgilendiğim konularda yazılanları okusaydım,
                 
                    günümün büyük bölümü yazmakla, ya da "yazar okuması" diye adlandırabileceğim, yazmakta
                    olduğum şeyle ilgili kimi kaynak kitapları okumakla geçiyor; bu tür
                    okumalar her zaman keyif verici olmadığı gibi, zevk almasam da sürdürmek
                    zorunda kalıyorum; tabii bunlar da olmasa, paşa gönlümün istemediği
                    hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmasam,
                 
                    "Mesleğinizi seviyor musunuz?" diye soran gazetecileri, "Aa, tabii, çok çok seviyorum,
                    dünyaya bin kere gelecek olsam gene aynı işi yapmak isterdim," diye
                    yanıtlasam,
                 
                    beni her yıl düzenlenen dünyanın belli başlı bütün kitap fuarlarına gönderseler,
                    böylelikle her çıkan yeni kitabı görsem,
                 
                    dünyanın büyük kentlerinin bütün eski kitapçılarını, yüzyıllık sahaflarını
                    gezsem, sevdiğim yazarların ilk baskılarını toplasam,
                 
                    en eski, en değerli el yazmalarını incelemem için dikkatime sunsalar,
                 
                    kitap yapımında kullanılan bütün kâğıt çeşitlerini görsem, dokunsam,
                 
                    kitap kapakları, tasarımları yapan grafikerlerin uluslararası oturumlarına gözlemci olarak katılsam,
                 
                    dünyanın belli başlı en büyük kitabevlerinden, en kenarda kıyıda kalmış, küçük
                    ama özel yayınevlerine kadar bütün önemli kuruluşlar beni yeni dönem
                    programları konusunda bilgilendirseler,
                 
                    en uzak, en küçük ülkelerin yayıncılık hayatından da, yeni yazarlarından da anında
                    haberdar olabileceğim bir iletişim ağı kurulsa,
                 
                    kitapların birçoğunu kendi yazıldıkları dilde okuyacak kadar çok dil bilsem,
                    joyce'u ingilizcesinden, genet'yi fransızcasından, dostoyevski'yi
                    rusçasından, marquez'i ispanyolcasından, brecht'i almancasından, eco'yu
                    italyancasından, pessoa'yı portekizcesinden, mişima'yı japoncasından
                    okuyabilsem, fena mı olur?
                 
                    Sofokles, İbsen, Horatius, Hayyam,
                    Farabi, Shakespeare, Tagore, Knut Hamsun, Mahabbarata, Avesta,
                    Nibelungen, Nietzsche, Kierkegaard, Tarjei Vesaas, İbni Haldun, Molière,
                    Danilo Kiş, Borges, Konfüçyüs, Çiçero, Tolstoy, bütün bunları kendi
                    dillerinde, dönemlerinin dillerinde okuyabilsem,
                 
                    Commedia dell'arte oyunları, binbir gece masallarının arapçası, incilin
                    aramicesi, ipek kâğıtlara yazılan on birinci yüzyıl haikuları, süryanca
                    dualar, sümer yazıtları, çivi yazısı, mühürlerde ve paralarda gömülü
                    bütün sözcükler, lahitlerde ve alınlıklardaki saklı sözler, afrika
                    maskelerinin gizli ve kutsal işaretleri, simli el yazmaları, ceylan
                    derisine yazılmış kitaplar, pehlevice masallar, mayaların gün
                    işaretleri, azteklerin simgeleri, hepsi hepsi gözlerimin önünde
                    sırlarını bir bir açsalar,
                 
                    hitit kraliçesi puduhepa'nın
                    rüyalarını yazdırdığı kil tabletleri okuyabilsem, medce türkü
                    söyleyebilsem, kelt dilinde şiirler, aşk ve rüzgâr sözcükleri bilsem,
                    uygurca rüya görsem, latince ilahiler okusam, platon'un mağarasında
                    gölgelere karışsam, arjantin tangolarının argosunu bilsem, çingenelerin
                    yüzyılların yollarına bıraktıkları sözcükleri derlesem, aristo'nun
                    komedya'sını bulsam, bütün büyücülerin unuttuğu sihirli kelimeleri ben
                    hatırlasam,
                 
                    onca yıl dünyanın onca yerinden toplayıp
                    biriktirdiğim bütün el yazmalarından, en yeni kalın ciltli güzel
                    kitaplara varana dek hepsini raflarına dizdiğim bir ilkçağ tapınağına
                    benzeyen kitaplığımın serin, küçük, yeşil avlusunda sonsuz uykuma
                    yatsam, ardımdan insanlar, ne güzel mesleği vardı deseler, yazık,
                    okuyacak ne çok kitabı kaldı geride.
                 6 Ekim 1993 
 Latife Tekin 
                    Gözlerimde, bütün yüzeyleri genişletip büyüten bir ışıkla dolaştığım günler...
                    ruhumla aynı âlem içinde kaldı. Yıllardır, gözlerimin benden ayrı, başka
                    bir macerası var. Okurken, neyi seyrettiğimi bilmiyorum. Bilsem,
                    kulağıma "anlam ne tuhaf şey" diye fısıldanmazdı.
                 
 Bilge Karasu 
                    Okur kitap arar, ama kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm.
                    Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu,
                    açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?
                 
                    18. yüzyılın ortalarından bu yana "Serendipli Üç Şehzade" masalından yola çıkılarak
                    türetilmiş bir sözcüğü var İngilizcenin: Serendipity; aranmakta olmayan
                    değerli/hoşlanılır bir şeyin insanın karşısına çıkıvermesi anlamında
                    kullanılan... Elbette, aranmayan şeyin bulunması, olacak şey değil. ne
                    var ki, "aranmama"yı "o anda aramakta olmamak" ya da "aranması gerektiği
                    düşünülen yerde aramakta olmamak" diye yorumlarsak, birçok kişinin bu
                    "Serendiplilik"ten (az ya da çok) pay aldığını kestirebiliriz. Serendip
                    yağmuru benim de tarlama yağmıştır ara ara.
                 
                    Bir şey (birçok şey, bir şeyler) öğrenmek için okumak, kitaba yönelmek ile, haz duyulduğu
                    (duyulacağı umulduğu) için okumağa oturmak arasında, gerçekten, büyük
                    bir fark var mı? Hatta, herhangi bir fark var mı?
                 
                    Bir buçuk yıl önce (18 yıl oturduğum evden) taşınmam gerektiğinde kitaplarıma duyduğum
                    öfkeyi yakınımdakiler hep gördü. "Hepsini satacağım!" diye haykırdım,
                    söylendim günlerce. Bir iki "göstermelik" satış bile oldu. En az iki bin
                    kitabımı satmağı tasarladım ya, bugüne dek bu satışın bir parçacığı
                    bile gerçekleştirilmiş değil. Yıllardır "satacağım" deyişim,
                    beceremeyişim, "mal"ımdan kopamayışım, alıcı çıksın diye beklerken alıcı
                    çıktığında mızmızlanacağımı bilişim... Çok başka bir düeyde de
                    tanıdığım bir duygu bu... Çok sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, onsuz
                    bir yaşamı düşünemeyeceğiniz ölçüde yaşamınızda yer etmiş kişiler,
                    varlıklar da, sizi bezdirir arada bir; içinizin bir kuytularında
                    onlardan kurtulmak istersiniz. O kişinin, o varlığın ölümünü bile
                    geçirirsiniz usunuzdan, getirirsiniz gözünüzün önüne (tepkinin ilkelliği
                    apaçık değil mi?). Kendinizi ne kadar bağlı (sözcüğün hemen hemen her
                    anlamıyla bağlı) duyduğunuzun bir kanıtı değil midir zaten bu çılgınlık?
                 
                    Çılgınca şeyler düşündüğünüzü de bilirsiniz (suçluluk
                    duygularından falan söz etmiyorum) çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin
                    de, en azından bir parça ölümünüzdür. Düpedüz. Evet, ölenlerin ardından
                    yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek,
                    azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını...
                 
                    Oysa nesne-kitaptan kopabilmek gerek. Metinden ya da öğreniden söz edilecek
                    olursa diyeceğim ki, o metin sizi uzun ya da kısa süre besleyip
                    yaşattıysa, ondan da kopmasını öğrenmek gerek. Özümlediğinizle
                    yetinebilirsiniz. Vazgeçilmez metinler yok mu? Elbette var; ama ne kadar
                    az!
                 –Ne Kitapsız, Ne Kedisiz’den, 1987 
 Juan Goytisolo 
                    Yazın metni, ne hemen tanınmayı, ne de okur yığınını anında büyülemeyi
                    amaçlar. Kendisini "okuyacak" kişileri aramaz, "yeniden okuyacak"
                    kişileri arar, yoksalar, çoğu zaman onları yaratmak zorunluğunu duyar.
                    İz bırakmak, dal budak salmış yazın ağacına bir şeyler eklemek emelinde
                    olan yazar önceden bilinen bir ortamda, her zamanki alıcının alışkın
                    olduğu kurallara uyarak salınmak yerine, okurun düzenini sarsmaktan, onu
                    bilmediği bir alana sürüklemekten ve ona işin daha başından,
                    kurallarını hiç bilmediği bir oyun önermekten çekinmez. Okurun
                    başlangıçtaki o şaşkınlığı, işaret levhalarının bulunmadığı, ayak
                    basılmamış bir alanda o el yordamıyla ilerleyiş, kitabın sunduğu yeni
                    ülkeyi düzenleyen gizli yasaları keşfetmek için gerilere dönme gereği,
                    ona okumanın keyfini tattıracak, yenilikçi sanat önerisini özümsemek
                    için onu yazarla işbirliği yapmaya yöneltecektir. Farkına bile varmadan,
                    okur "yeniden-okur"a dönüşecek, o sayede okuduğu ve sonra yeni baştan
                    okuduğu metni kuşatma ve ele geçirme harekâtına etkinlikle katılacaktır.
                    Yine aynı noktayı vurguluyorum, yazınsal yapıtın yazarı, sonuçta,
                    yalnız yapıtını değil, kendi ölçüsüne uygun okur yığınını da yaratır.
                 
                    Zamandışı metin yaratıcılarından oluşan yıldız kümesini, eleştirmenlerin
                    şakşakladığı, okur oylamasından geçmiş yazarlar topluluğundan ayıran
                    şey, bunların gözüne hâlâ yaşıyormuş gibi görünen yapıtları berikilerin
                    sönmüş ya da ömrünü tamamlamış saymalarıdır. Çağdaşlarının alkışlarına
                    ya da sitemlerine duyarsız olan yaratıcı yazar, çevresinin ölü
                    uğraştaşlarla sarılı olduğunu bilir; hem de istedikleri kadar
                    çırpınsınlar, onur belgeleri ve ödüller biriktirsinler, iskeletsiz
                    birtakım akademisyenler misali, ölümsüzlüğün şanına ermeyi
                    düşlesinler... Benim dünyam, örneğin, çağın modalarına ve yasalarına
                    yabancı bir yazınsal kuraldışılıklar ve istisnalar burcuna dağılmış
                    bulunmaktadır; dipdiri, sapsağlam varlıklarını sürdüren yazarların
                    yüzlerce yılın ötesinden adımlarıma ışık tuttuğu mezarlıklardadır;
                    izleri acımasızca silinip gidecek olan, varlıktan yoksun gölgelerin
                    büyük keşmekeşinin sahnesinde değil. O yazarların, yazılı sözün
                    aracılığıyla, yaşayanlarla böyle kaynaşmaları ne sınır tanır, ne çağ.
                    Yapıtlarını saydığım yazarlarla, değişik kültürlerden ve alanlardan
                    gelme başka yazarlara, İbni Arabî ile İbni El Fârid'e, Rabelais ile
                    Swift'e, Flaubert ile Biely'ye, Svevo ile Céline'e, Arno Schmidt ile
                    Lezama'ya o yoldan bağlıyım. Onların göz kamaştırıcı parıltısı, şamatacı
                    ve sıradan çağdaş yazınımızın bir görünüp kaybolan hayaletleriyle dolu
                    bu evrende nereye gitsem benimle birlikte geliyor. Ancak onların sert
                    kabuğunu delip, "çekirdeğin çekirdeği"ne ulaşan, kabilenin değer
                    ölçütlerine sırt çevirip onların gerçeğini ele geçiren kişi bu eşsiz,
                    yinelenmesi olanaksız sese erişecektir: garipliğiyle öbürleri arasından
                    seçilen ve alışılmış taklitçiler alayının öykünme ya da benzetmelerine
                    cesaret vermeyen sese. Yazın tarihi, her yazının tarihi, yüzyıllar
                    boyunca kendi aralarında söyleşiyora benzeyen ve eşsizliklerinin
                    tılsımıyla bizi büyüleyen o benzersiz seslerin tarihidir.
                 –Yeryüzünde Bir Sürgün’den |  
            |   | 1995Düşünce ve İfade Özgürlüğü
 Hemen Şimdi Herkes İçin
 
                    Bütün okurlarımızın Türkiye’de kitap yayıncılığının asude bir meslek, salt
                    bir kültürel ve ticari faaliyet olmadığını gayet iyi bildiklerini tahmin
                    ediyoruz. Metis Yayınları’nın bütün geçmişi boyunca Düşünce ve İfade
                    Özgürlüğü için mücadele etmek gündemimizin birinci maddesi oldu, olmak
                    zorundaydı. Biz yayıncılar, kendi asli faaliyetimizi sürdürmenin yanı
                    sıra her zaman üstünde yürüyeceğimiz yolu da döşemek zorundaydık. Bugün
                    de hâlâ öyledir, çünkü anayasal bir hak olan Düşünce ve İfade Özgürlüğü,
                    en başta devletin, ama aynı zamanda sivil dünyanın/toplumun içinden de
                    çeşitli faillerin kimi zaman siyasal, kültürel, kimi zaman doğrudan
                    şiddete dayalı engellemeleri, baskıları, bahaneleri ve bozundurmaları
                    ile karşı karşıyadır. Türkiyeli halihazırda bu anayasal hakkını
                    kullanamamaktadır.
                 
                    İşte 1995 yılı bu mücadelenin tırmandığı
                    anlardan biriydi. 22 yayınevi ortaklaşa yaptığımız kampanyayla toplumu,
                    tabii ki en başta okurlarımızı, bu haklarına sahip çıkmaya çağırdık.
                    Bilindiği gibi, Türkiye’de devletin ve muhafazakar çevrelerin temel
                    argümanı, Türkiye toplumunun bu tür hakları doğru bir biçimde kullanmak
                    için henüz yeterli seviyede olmadığıdır. Biz ise tam tersini
                    düşünüyoruz: Toplumun çocuksu, olgunlaşmamış kalması, demokratik
                    eğilimlerin güdüklüğü, tam da bu hakkın toplum tarafından özgürce
                    kullanılamamasından kaynaklanıyor. Bireylerin ya da toplumun bu hakkı
                    kullanmak için reşit olacağı ileri bir tarihin beklenemeyeceğini,
                    sorunun "hemen şimdi", hiçbir bahaneyle ertelenemeyecek kadar acil çözüm
                    beklediğini ileri sürüyoruz. "Herkes İçin" derken de kastımız şuydu:
                    Düşünce ve İfade Özgürlüğü genellikle yazar çizerlerle,
                    entelektüellerle, aydınlarla birleştirilir. Oysa bu hak herkes için
                    gereklidir. Özellikle de halk için gereklidir. Düşünce ve İfade
                    Özgürlüğü, entelektüellerin, aydınların bir fantazisi değildir, bir
                    demokrasinin çalışması için gerek şarttır.
                 
                    1995’te bu düşüncelerle yazdığımız ortak açıklama ise şöyleydi:
                 
                    
                        Ülkemizde bugün düşünen, yazan, hatta yayınlayan hapiste. Son olarak da Özgür
                        Ülke gazetesi bombalandı. Bu, toplumumuzda düşünce özgürlüğüne olan
                        tahammülsüzlüğün boyutlarını göstermiştir. 20. yüzyılda, konuşan, yazan
                        aydınlarının sürülmesine, hapse atılmasına, hatta öldürülmesine seyirci
                        kalan yegâne "demokratik hukuk devleti" Türkiye'dir. Düşüncenin
                        engellenmesi, toplumsal barışın önündeki bütün yolları tıkamaktadır.
                        Bizler, Düşünce ve İfade Özgürlüğünü engelleyen, her türlü yasa ve
                        uygulamanın derhal kaldırılmasını istiyoruz. Toplumumuzu, bizimle
                        birlikte bu hak ve özgürlüklere sahip çıkmaya çağırıyoruz.
                    
                 
                    
                        Afa, Alan, Ayrıntı, BDS, Belge, Boyut, Can, Cep, E- Anahtar, Hil, İletişim,
                        İmge, Kavram, Kıyı, Metis, Öteki, Pan, Papirüs, Sarmal, Say, Ümit ve
                        Varlık Yayınevleri
                    
                 |  
            |   | 1995Belleksiz Toplum Yoktur
 
                    Kitaplar hem bireysel hem toplumsal hafızanın temel unsurlarıdır. 1995 yılında,
                    yayınlanmış Metis kitaplarından, farklı yazarlardan birer cümlelik
                    alıntılar yaparak aşağıdaki kolaj metni oluşturuyor editörlerden Müge
                    Gürsoy Sökmen. Biz bir yayınevinde biraraya gelen seslerin, az çok
                    tutarlı bir bütün oluşturduğuna, oluşturabileceğine inanıyoruz.
                    Yayınevine kişiliğini veren de budur. Metis koleksiyonunu oluşturan
                    yazarların ve kitapların toplamı rasgele değildir. Bu kısa metni,
                    birbirlerinden çok farklı seslerin nasıl birbirine eklemlenebildiğine
                    örnek olarak okuyabilirsiniz:
                 
                    Belleksiz Toplum Yoktur.
                    Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi
                    erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık
                    çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. – YILDIRIM TÜRKER.
                    Sonuçta iki seçim kalır ve başka hiçbir şey / İntihar ve Kötülükten
                    başka. – MURATHAN MUNGAN. Fikirlerimizin büyük çoğunluğu, hiç de akıl
                    ürünü değildir, göreneklerden ibarettir; mekanik ve anlaşılmazdırlar ve
                    bize baskı yoluyla benimsetilmişlerdir. – ORTEGA Y GASSET. Bendim ona,
                    hiçbir düşünce seni ağına düşürmemeli, diyen; yolunu tek başına bul,
                    diyen; şimdi de dayanıksızlığının tutsağı değil mi? – BİLGE KARASU.
                    Edebiyatta, felsefede, bilimde, düşünme ve anlatım biçimiyle ilgili,
                    sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok niteliğin, insanoğlunun kendi
                    doğasından değil, yazı teknolojisinin bilincimize sunduğu olanaklardan
                    kaynaklandığını anlayınca, insan kimliği kavramımızı yeni baştan
                    irdelemek zorunda kalmış bulunmaktayız. – WALTER J. ONG. Tavşan
                    besleyen, midesi ile özgürlüğü arasında bir türlü karar veremeyen bir
                    canlıyla uğraşmayı da öğrenmelidir. – ORUÇ ARUOBA. Yaşam, sıradanlığını
                    sürdürdükçe, diyeceğim insanlar işine gücüne baktıkça, köklü bir biçimde
                    zorlanmadıkça oldukça açıktır. Sıradanlık bozulunca açıklık çözülür,
                    tuhaf düşünceler, algılar, duygular baş gösterir. Düşünceler, tıpkı
                    kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle
                    ilişkiye girer, etkide bulunurlar. – PAUL FEYERABEND. Ancak ölü
                    kelebekler uçuşur yelle birlikte. – ERTUĞRUL OĞUZ FIRAT. Ne de olsa,
                    yaşamımız boyunca hepimizin karşısında bir gözdağı olarak duran bir
                    yazgı "aklını yitirme" kavramı. Bir zamanlar saçma, olanaksız, benim
                    değil, başkasının başına gelebilecek bir şey olarak niteleyeceğim bir
                    olasılıktı bu. – KATE MILLETT. Sabır, ümitten daha uzun ömürlü olabilir.
                    – URSULA K. LE GUIN. Dolayısıyla bizler, ne her türlü çoğulluğun,
                    çeşitliliğin reddedildiği homojen bir zemine mahkûmuz, ne de içinde
                    hiçbir homojenliğin, hiçbir ortak tartışma alanının olmadığı bir
                    çoğulluk zeminine. Tersine, çoğulluk ve birlik karşılıklı olarak
                    birbirlerini güçlendirirler ve birbirlerine ihtiyaçları vardır. –
                    OLIVIER ABEL. Dolayısıyla, uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli
                    kalmış potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir
                    arada yaşama eğilimlerini dürtüklemek; ayrıca bütün bu yeni toplumsal
                    ifade biçimlerini şaşırmaksızın, tiksinmeksizin, karşı çıkmaksızın
                    karşılamaya hazır olmak gerekmektedir. – C. LÉVI-STRAUSS. Heterojenliği
                    ve farklılığı tanıyabilen, ama her birimizi yalnızca bir yönle
                    tanımlayan bir özcülüğe teslim olmayan, yeni bir politik dil bulmak
                    zorundayız. – ANNE PHILLIPS.
                 |  
            |   | 1997  I  15. YılHayaller Fikirler Sorular
 
                    1997 sonbaharında Metis’in 15. yaşını kutluyoruz. Geride bıraktığımız döneme
                    baktığımızda çabalarımız üç tema etrafında yoğunlaşıyor: Hayaller
                    Fikirler Sorular. Belli ki bunlar Türkiye’deki genel akıntının tam tersi
                    yönde. Hayal kurmayı, olağan gidişatın sınırlarını zorlamayı, yaratıcı
                    davranmayı önemsiyoruz ve okurlarımıza bunu yansıtmaya çalışıyoruz.
                    Fikirlere, fikirlerin önemine, zihinsel alışverişe, eleştirel düşünmeye
                    ve bunların birikerek bir alışkanlık halini almasına vurgu yapıyoruz.
                    Hiçbir verili düşünce ve söylemin eleştiriden azade olmadığını, her
                    yerleşik düşüncenin irdelenmeye, sorgulanmaya muhtaç olduğunu
                    vurgulayarak, tekrar tekrar soru sormak istiyoruz.
                 
                    1929 yılında İstanbul semalarında bir zeplin. Simgesel bir önemi var bu zeplinin. Hem
                    insan yaratıcılığını ve özgürlüğünü simgeliyor, hem Türkiye ile ilgili
                    bir kara deliği hatırlatıyor: Fikirler, tasarılar, mallar ve teknik
                    Batı’dan geliyor bu ülkeye. Bu olgu Türkiye’de birçok insanın çabasını
                    beyhudeleştiriyor, "cami önünde salyangoz satıcısı" konumunu doğuruyor.
                    Ülkenin siyasi, kültürel ve bürokratik seçkinleri bu durumu korumayı ve
                    sürdürmeyi tercih ediyorlar, bunun için ellerinden geleni yapıyorlar.
                    Bir yerde seçkinliklerinin koşulu bu. Geniş kitleler sanattan ve
                    nitelikli bir eğitimden bile isteye uzak tutuluyor.
                 
                    Öyleyse akıntıya karşı kürek mi çekiyoruz? Tam olarak değil. Çünkü ortaya atılan
                    yeni fikirler gitgide ana akıntıların tersi yönde alt akıntılar
                    oluşturuyor. Türkiye değişiyor. Daha önce ağza alınamayanlar
                    tartışılabiliyor, bir süre sonra yeni kuşaklar bu fikirlerin içine
                    doğuyor.
                 |  
            |   | 1998Hayat bunlardan ibaret değil.
 Yeter ki ötesine bakabilelim
 Kitaplar bunun için var
 
                    1998 tipik bir Türkiye yılı. Ama galiba olup bitenler bütün bir toplumda
                    genelleşmiş bir bezginlik yarattı. Adı konmuyorsa da bir tür iç savaş
                    sürüyor. Trafik canavarı, yükselen Siyasal İslam, Kürt sorunu ve bunlar
                    bahane edilip "derin devlet" lafzının arkasına gizlenerek yürütülen
                    devlet terörü, Demireller, Çillerler, Erbakanlar, soyguncu işadamı ve
                    işkadınları, hırsız siyasetçiler ve Fethullah hocalar gündelik hayatı
                    zaptediyorlar. Bu koşullarda hayatta kitaba yer yok. Kitaplar ve onların
                    temsil ettiği her şey daha baştan kaybetmiş gibi. Politik alanın sonu
                    gelmiş gibi. Bir savaşın aciliyetinde ve aktüelliğinde düşünceye yer
                    yok.
                 
                    1998’den itibaren bu ruh hali yıllarca varlığını sürdürecek,
                    99 İzmit depremiyle, siyasi cinayetlerle, toplumun gitgide
                    militaristleşmesiyle katmerlenecek.
                 
                    Hayatın bunlardan ibaret olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Direnme gücünün ancak bu
                    dayatılanların ötesine bakabilmekten, manzaranın arkasını okuyabilmekten
                    kaynaklanacağını söylüyoruz. Kitapların tam da bu nedenle var olduğunu
                    söyleyerek, kitaplara hayatımızda yer açmak istiyoruz.
                 |  
            |  | 2002  I  20. Yıl 
                    Böylece 20 yıl geçti. Bu süre içinde emekleri, fikirleri, destekleriyle sayısız
                    insanın katkısı oldu yayınevine. Tümüne, kitabevi ve dağıtım
                    çalışanlarına ve devam edebilmemizde asıl gücü veren okurlarımıza
                    teşekkür ediyoruz.
                 
                    EMEKLERİ, FİKİRLERİ, DESTEKLERİYLE METİS YAYINLARI’NI VAREDEN,
                 
                    Abdullah Onay, Abdullah Şen, Abidin Dino, Adalet Ağaoğlu, Adnan Ekşigil, Adnan
                    Yalçınlar, Afşar Timuçin, Agah Özgüç, Ahmet Cemal, Ahmet Çiğdem, Ahmet
                    Doğukan, Ahmet Güntan, Ahmet Hakan, Ahmet İnsel, Ahmet Kehri, Ahmet
                    Kocaman, Ahmet Necdet, Ahmet Oktay, Ahmet Sipahioğlu, Ahmet Soysal, Aksu
                    Bora, Alaettin Aksoy, Alev Alemdar, Alev Türker, Ali Akay, Ali
                    Babaoğlu, Ali Bucak, Ali Çakıroğlu, Ali Ekeyılmaz, Ali Erdemci, Ali
                    Menteş, Ali Tükel, Alper Oysal, Arda Denkel, Aron Aji, Aslı Biçen, Aslı
                    Karasuil, Asuman Erdost, Aşkın Demir, Atilla Akar, Atilla Birkiye, Arzu
                    Etensel İldem, Arzu Gökçen, Avi Pardo, Aybars Erözden, Aydın İşisağ,
                    Aydın Uğur, Aykut Çelebi, Aykut Derman, Aynur İlyasoğlu, Ayperi Ecer,
                    Aysel Bora, Ayşe Buğra, Ayşe Durakbaşa, Ayşe Eyüboğlu, Ayşe Gül Altınay,
                    Ayşe Kadıoğlu, Ayşe Öncü, Ayşe Özmen, Ayşe Tütüncü, Ayşegül Denkel,
                    Ayşegül Devecioğlu, Ayşen Gür, Ayşenur Aslan, Balkan Naci İslimyeli,
                    Banu Büyükkal, Banu Gürsaler, Barbaros Altuğ, Barış Müstecaplıoğlu,
                    Barış Pirhasan, Başak Ertür, Behiç Ak, Bejan Matur, Belma Aksun, Beril
                    Eyüboğlu, Berke Vardar, Berna Ülner, Bilge Karasu, Bilgin Saydam, Bülent
                    Akkoç, Bülent Erkmen, Bülent Somay, Bülent Tanatar, Bünyat Dinç, Cahide
                    Birgül, Can Kurultay, Canan Arın, Canan Çakaloz, Candan Etili, Celal
                    Kanat, Celal Üster, Celil Oker, Cem Atbaşoğlu, Cem Erciyes, Cem
                    Soydemir, Cem Taylan, Cemal Bali Akal, Cemal Ener, Cemal Güzel, Cengiz
                    Can, Cengiz Kuşçuoğlu, Cevat Çapan, Cüneyt Akalın, Cüneyt İşcan, Cüneyt
                    Türel, Cüneyt Vardar, Çağla Bakış, Çağlar Keyder, Çağlar Tanyeri, Çiğdem
                    Erkal İpek, Deniz Akidil, Deniz Bilgin, Deniz Erksan, Deniz Göktürk,
                    Deniz Kandiyoti, Deniz Sezer, Devrim Sevimay, Didem Baskın, Dilek
                    Barlas, Dilek Çokluk, Doğan Hızlan, Doğan Özlem, Dost Körpe, Duygu
                    Köksal, Ece Temelkuran, Egemen Berköz, Elif Daldeniz, Elif Naci, Elif
                    Şafak, Emel Abora, Emel Ergun, Emil Galip Sandalcı, Emil Keyder, Emine
                    Özkaya, Emre Senan, Ender Gürol, Engin Geçtan, Enis Sakızlı, Erdağ
                    Aksel, Erdal Akalın, Erdim Öztokat, Erendiz Atasü, Ergin İnan, Erol
                    Akyavaş, Erol Hızarcı, Erol Köktürk, Erol Öz, Ertuğrul Kürkçü, Ertuğrul
                    Oğuz Fırat, Esin Talu Çelikkan, Evren Erem, Ezel Akay, Falih Köksal,
                    Faruk Şüyun, Fatih Erdoğan, Fatih Özgüven, Fatma Akerson, Fatma Taşkent,
                    Fatma Tülin Öztürk, Fatmagül Berktay, Fehmi Çalmuk, Fehmi Hasanoğlu,
                    Ferda Erdinç, Ferda Keskin, Ferhan Ertürk, Ferhat Ünlü, Ferhunde Özbay,
                    Feride Çiçekoğlu, Feridun Andaç, Ferruh Gencer, Ferruh Yılmaz, Fethiye
                    Çetin, Fevzi Karakoç, Fevziye Sayılan, Feza Kürkçüoğlu, Fikret İlkiz,
                    Filiz Aygündüz, Filiz Bingölçe, Firuz Kutal, Fuat Toper, Füsun Akatlı,
                    Füsun Üstel, Gamze Varım, Giovanni Scognamillo, Gökhan Çetinsaya, Gönül
                    Çapan, Gül Işık, Gülay Köksu, Gülay Kutal, Güler Güven, Gülnur Savran,
                    Gülseli İnal, Gülsün Karamustafa, Gülşat Aygen, Gündüz Vassaf, Güniz
                    Can, Gürol Irzık, Güven Savaş Kızıltan, Güven Turan, Güzide Güney,
                    Güzide Gürbüz, Güzin Dino, Güzin Özkan, Hakan Altınsay, Hakan Denker,
                    Hakan Yücel, Haldun Bayrı, Haldun Gülalp, Halil Gökhan, Halil İbrahim
                    Özcan, Haluk Barışcan, Hamdi Ateş, Haluk İnanıcı, Hamit Sümbül, Haşim
                    Sümbül, Haşmet Topaloğlu, Hayrettin Aydın, Hıdır Göktaş, Hilmi Bitim,
                    Hilmi Yavuz, Hulki Aktunç, Hülya Ekşigil, Hür Yumer, Hüseyin Karabey,
                    Hüseyin Sorgun, Hüseyin Sönmez, Hüsnü Arkan, Immanuel Wallerstein, Işık
                    Abel, Işık Ergüden, Işık Gencer, Işın Bengi, Işın Gürbüz, İbrahim
                    Altınsay, İbrahim Somay, İhsan Bilgin, İhsan Yılmaz, İlhan Tekeli,
                    İoanna Kuçuradi, İpek Babacan, İpek Çalışlar, İrfan Sayar, İrma
                    Dolanoğlu Çimen, İskender Savaşır, İsmail Kara, İsmail Yerguz, İsmet
                    Doğan, İsmet Zeki Eyüboğlu, Jale Parla, Jean Stein, Joelle Danon, John
                    Berger, Kadri Gürsel, Kaya Şahin, Kemal Atakay, Kemal Başar, Kemal
                    Sayar, Kerem Çalışkan, Kezban Akçalı, Kezban Arca Batıbeki, Komet,
                    Kutluğ Ataman, Lâle Müldür, Laleper Aytek, Latif Demirci, Latife Tekin,
                    Levent Akın, Levent Aydeniz, Levent Cinemre, Levent Efe, Levent Kavas,
                    Levent Mollamustafaoğlu, Levent Yılmaz, Leyla Erbil, Leyla Gülçür, Leyla
                    Navaro, Lokman Şahin, Mahmut Mutman, Mahmut Temizyürek, Manuel Çıtak,
                    Maria Sarı, Mehmet Ali Gencer, Mehmet Budak, Mehmet Ergüven, Mehmet
                    Güleryüz, Mehmet Güreli, Mehmet İnhan, Mehmet Moralı, Mehmet Sönmez,
                    Mehmet Tanju Kaya, Mehmet Tekin, Mehmet Ulusel, Mehmet Yaşın, Melahat
                    Togar, Melih Baş, Melih Gürsoy, Meltem Ahıska, Meltem Cansever, Memet
                    Fuat, Meral Özbek, Merve Erol, Mete Çubukçu, Metin And, Metin Çetin,
                    Metin Kaçan, Meyda Yeğenoğlu, Mısra İlden, Murat Belge, Murat Hocaoğlu,
                    Murat Kelkitlioğlu, Murat Koçak, Murat Uyurkulak, Murathan Mungan,
                    Mustafa Arslantunalı, Mustafa Ata, Mustafa Atakay, Mustafa Horasan,
                    Mustafa Yılmazer, Mustafa Ziyalan, Müfide Pekin, Müfit Özdeş, Müge
                    İplikçi, Müge Sözen, Müjgân Halis, Mürşit Balabanlılar, Nadire Mater,
                    Nail Satlıgan, Naim Dilmener, Nasuh Barın, Nazan Aksoy, Nazlı Korkut,
                    Nazlı Öktem, Nazmiye Güçlü, Necati Erkurt, Necdet Neydim, Necdet Teymur,
                    Necmettin Sevil, Necmi Zeka, Necmiye Alpay, Nedim Şener, Nedret
                    Öztokat, Nedret Pınar, Nermin Menemencioğlu, Nesrin Kasap, Nesrin Tura,
                    Neşe Benli, Nezihe Meriç, Nigar Çapan, Nihal Akbulut, Nilüfer Göle,
                    Nilüfer Güngörmüş, Nilüfer Kuyaş, Nimet Tuna, Niyazi Zorlu, Nuran Kutlu,
                    Nuran Yavuz, Nuray Mert, Nurdan Gürbilek, Nurettin Elhüseyni, Nurhan
                    Borand, Nuri Akbayar, Nursel Duruel, Nükhet Gökaltay, Oğuz Cebeci, Oktay
                    Döşemeci, Oktay Özel, Olivier Abel, Onat Kutlar, Onur B. Kula, Oral
                    Çalışlar, Orhan Duru, Orhan Koçak, Orhan Pamuk, Orhan Suda, Oruç Aruoba,
                    Osman Çakaloz, Osman Senemoğlu, Ömer Aslan, Ömer Demircan, Ömer
                    Laçiner, Ömer Madra, Özkan Gözel, Peral Bayaz, Petek Kurtböke, Pınar
                    Besen, Pınar İlkkaracan, Pınar Kazma Çınar, Pınar Kür, Ramazan Yavuz,
                    Raşit Çavaş, Reha Çamuroğlu, Reha Erdem, Remzi Ayhan, Rıza Tura, Roni
                    Margulies, Roza Hakmen, Ruşen Çakır, Sabiha Banu Yalkut, Sabir Yücesoy,
                    Sabri Gürses, Sadık Karamustafa, Sadık Yemni, Saffet Günersel, Saffet
                    Murat Tura, Salih Ecer, Saliha Paker, Sami Oğuz, Sedef Öztürk, Sefa
                    Kaplan, Selahattin Erkanlı, Selahattin Özpalabıyıklar, Selçuk Demirel,
                    Selda Arkan, Selim İleri, Selim Yazgan, Sema Postacıoğlu, Semih Vaner,
                    Semra Somersan, Sennur Sezer, Serdar Çömez, Serhan Ada, Serhan Keser,
                    Serhan Yedig, Serkan Seymen, Sermet Tolan, Serpil Çakır, Serra Yılmaz,
                    Sevgi Sanlı, Sevgi Tamgüç, Sevinç Yavuz, Sevkuthan Karakaş, Sezer Duru,
                    Sırma Köksal, Sıtkı M. Erinç, Sibel Gökçen, Sinan Fişek, Siren İdemen,
                    Soli Özel, Sosi Dolanoğlu, Sönmez Güven, Stella Ovadia, Suat Karantay,
                    Suavi Güney, Sumru Ağıryürüyen, Suna Aras, Sunay Girgin, Sungur Savran,
                    Süha Derbent, Süleyman Seyfi Öğün, Süleyman Özkur, Şadan Karadeniz,
                    Şahika Yüksel, Şahin Beygu, Şara Sayın, Şavkar Altınel, Şebnem Kara,
                    Şebnem Susam, Şemsa Gezgin, Şemsa Özar, Şen Süer, Şengül Kılıç,
                    Şerafettin Turan, Şerif Mardin, Şeyhmus Diken, Şiar Yalçın, Şirin
                    Tekeli, Taha Parla, Tahsin Yücel, Talat Parman, Talat Sait Halman, Talat
                    Tekin, Tan Oral, Tanıl Bora, Tansu Açık, Tarık Dursun K., Tarık
                    Erdoğan, Tayfun Atay, Tayfun Demir, Teoman Aktürel, Tevfik Turan,
                    Timuçin Gürer, Timuçin Unan, Tomris Uyar, Tonguç, Tuba Çele, Tuğrul
                    Eryılmaz, Tuğrul Paşaoğlu, Tuna Erdem, Tuncay Birkan, Turan Dursun,
                    Turgay Kantürk, Turgay Kurultay, Turgay Tekatan, Turhan Günay, Türker
                    Armaner, Uğur Kökden, Ulus Baker, Ülker Gökberk, Ülkü Tamer, Ümit
                    Kıvanç, Ünal Nalbantoğlu, Vaner Alper, Vedat Günyol, Vehbi
                    Hacıkadiroğlu, Veysel Atayman, Victoria Holbrook, Vivet Kanetti, Yael
                    Navaro Yaşın, Yahya Koçoğlu, Yaprak Zihnioğlu, Yaşar Avunç, Yaşar
                    Çabuklu, Yaşar Kemal, Yavuz Erten, Yeşim Erim, Yeşim Tükel, Yetkin
                    Başarır, Yıldırım Koç, Yıldırım Türker, Yıldız Olgun, Yılmaz Öner, Yiğit
                    Bener, Yurdanur Salman, Yusuf Eradam, Yusuf Karıksız, Yücel Göktürk,
                    Zafer Aracagök, Zafer Toprak, Zehra Toska, Zehra Yılmazer, Zeynep Arman,
                    Zeynep Avcı, Zeynep Direk, Zeynep Oral, Zeynep Sayın, Zühtü Bayar,
                    Zülfikâr Ali Aydın ve adını sayamadığımız daha birçoklarına,
                 
                    KİTABEVİ VE DAĞITIM ÇALIŞANLARINA, DEVAM EDEBİLMEMİZ İÇİN GÜÇ VEREN OKURLARIMIZA TEŞEKKÜR EDİYORUZ.
                 |  |  |