Türkiye Yayıncılar Birliği, 1995’ten bu yana her yıl düşünce ifade özgürlüğü için savaşım veren yazar ve yayıncılara ödül veriyor. Bu yıl Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’ne değer görülenlerden biri de yayımladıkları kitaplar toplatılan ve yargılanan tüm yayıncıları temsilen, Metis Yayınları’nın kurucularından ve sorumlu yayın yönetmeni Semih Sökmen’di.
Sökmen’in, Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı (1999-2001), Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü (2002-04), Elif Şafak’ın Baba ve Piç (2006) adlı kitaplarına açılan davalarda Metis’in sorumlu yayın yönetmeni olarak yargılanmış ve aklanmıştı.
Metis’in 2010’da yayımladığı “inanmama hakkı” konulu “İllallah” ajandası hakkında “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağıladığı” savıyla açılan davada yargılanmakta olan Sökmen, düşünce ve ifade özgürlüğü, kitaba uygulanan baskılar ve bireyin haklarına ilişkin düşüncelerini anlattı.
İktidarı ürkütüyor
Türkiye’den pek çok iktidar geldi geçti. Pek çok hükümet değişti ama kitapların toplatılması ya da yargılanması hep sürdü, sürüyor da. Değişen dönemlere göre toplatılma, yargılanma gerekçelerinde değişiklikler oldu yalnızca.
Bir zamanlar Marxçı kitaplar toplatılırdı. Son zamanlarda din, ahlak, müstehcenlik gibi gerekçeler ya da Kürt sorunu ağır basıyor. Bu ülkede kitapların toplatılmadığı, yayıncıların, yazarların ya da çevirmenlerin yargılanmadığı bir dönem gelmeyecek mi?
Kitaplar, bağımsız, özerk seslere ifade olanağı sağlıyor. Sermaye ilişkileri nedeniyle kolaylıkla iktidarın kontrolü altına girebilen diğer medyalara göre kitaplar her zaman daha bağımsız kalabilen ifade araçları. Bir de tuhaftır, düşük tirajlarına rağmen kitaplar eski taş yazıtlara benziyor. Kalıcılıkları nedeniyle, otoriteleri nedeniyle olayları mühürlüyorlar, bu nedenle de iktidarın gazabına uğruyorlar.
Akışkan medyalarda, örneğin günlük gazetede yayımlanmış bir grup haberi kitap halinde yayımladığınızda, bir bakıyorsunuz dava konusu olmuş. Belge olarak geleceğe aktarıldığı için iktidarı ürkütüyor. Her problemini şiddet araçlarıyla çözmeye alışmış bizimki gibi bir toplumda değişim gerçekten çok zor.
Hak arayışlarıDüşünce ve ifade özgürlüğü bir hak ve ihtiyaç olarak algılanıyor mu?Düşünce ve ifade özgürlüğü bizlerden çok toplumun hak arayan kesimleri için büyük bir ihtiyaç. Asıl onların kullanması gereken bir hak. Sanırım onlar bu haklarına sahip çıktıkça, bu haklarını kullandıkça durum değişecek. Bunu umut etmek istiyorum.
Metis Yayınları, özellikle 12 Eylül sonrasında düşünce ve yayın dünyasındaki baskılara karşı kampanyalara ağırlık verdi. Sence, bu tür kampanyaların nasıl bir etkisi oldu?Evet, bir özgürlük ortamının oluşması için, insanların bu kampanyalar aracılığıyla bir araya gelmesine, yardımlaşmalarına ve 12 Eylül’ün yarattığı bütün o yıkımı gerileterek düşüncenin değerli olduğu bir ortam yaratılmasına çalıştık. Bütün bu yıllar boyunca toplumda çok çeşitli hak arayışları vardı. Tanınma, kabul ve saygı görme, kamu alanında görünme yönünde büyük bir talep vardı: Kürtler, İslamcılar, kadınlar, eşcinseller, çevre ve yaşam hakları ve kuşkusuz emeğin, çalışanların hakları. Bütün bu mücadelelerin demokrasinin kurucu unsurları olduğunu düşünerek ayrım yapmadan hepsi için, bütün iktidar dışı hareketler için kitaplarla bir ifade zemini oluşturmaya çalıştık. Örneğin, örtülü genç kadınların eğitim hakkı da dahil buna.
Türkiye’de girişilen bu tür düşünce ve ifade özgürlüğü kampanyaları, uluslararası düşünce özgürlüğü ve yayın kuruluşları tarafından ne ölçüde izleniyor ve destekleniyor? Örnekler verebilir misin?Biz davalarımız sırasında uluslararası kişi ve kuruluşlardan her zaman büyük destek aldık. Bu destek, davaları izlemek ve iktidar çevreleri üzerinde baskı uygulamak şeklinde oluyor. Bu desteği en fazla aldığımız dava Nadire Mater’in Mehmedin Kitabı oldu.
Sonuçta bu davalarda ortada bir suç yok. Siyasi nedenlerle düşünce yoluyla işlenmiş bir suç icat ediliyor. Yasalar bu amaçla kullanılabilmek için kasıtlı olarak muğlak bırakılmış. İktidar bu muğlaklıkları bir yönetim stratejisi olarak kullanıyor.
İfade hakkının gaspıBu davalar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi temelinde açılabilir miydi?1960’lardan bu yana, Türkiye’de açılmış davaların muhtemelen hiçbiri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi temelinde dava olması mümkün olmayan şeyler. Bu sözleşmeye imza atmış bir devlet olarak Türkiye Devleti, bu davaları yürüterek, bu sözleşmeyle çelişen bir yerel hukuku koruyarak ve icra ederek, aslında sürekli ve istikrarlı bir şekilde suç işliyor, hüküm giyiyor ve ödediğimiz vergilerle tazminat ödüyor.
Bu davaların sadece açılmış olması bile, baskı ve tehdit yoluyla, düşünce ve düşünceyi ifade hakkının gaspedilmesidir.
Kültürel ırkçılıkBatı demokrasilerine bakarsak...Çok önemli bir husus: Batı demokrasisi kendinden menkul, kusursuz ve homojen bir bütün değil. Vaaz ettiği gibi “evrensel” de değil, kültürel ırkçılıktan mustarip.
Biliyoruz ki bizimki gibi kör topal demokrasiler olmasaydı Batı demokrasisi ayakta duramazdı. Para, ticaret, karşılıklı ilişkiler vs. söz konusu olduğunda bizim gibi ülkelerdeki insanların hakları çok kolay gözden çıkarılabiliyor.
Bu yüzden bizler gibi demokratik alanın sınırlarını genişletmek için mücadele eden insanların, birbirlerinden yardım almayı, kendi toplumlarıyla konuşmayı her şeyin üstünde tutması lazım.
''Müstehcen'' nedir?Son birkaç yıldır toplatılan ve yargılanan kitaplar arasında Sel Yayıncılık’ın CinSel dizisinden çıkan yapıtlar da var. Aralarında Fransız ozan Apollinaire’in de bulunduğu bazı yazarların cinsel yönü ağır basan bu yapıtlarını sansürlemeden, otosansür uygulamadan yayımladığı için başı belaya girdi Sel’in. Sence, “müstehcenlik” nedir? Bir edebiyat yapıtında müstehcenlik söz konusu olabilir mi? Ya da “müstehcen” ile “erotik” arasında bir ayrım yapmak gerekir mi?Biraz değişik, geniş bir tanımım olacak: Bence “müstehcen”, bir vaadin yerine getirilmemesidir. Gösterip de vermemektir. Bu genellikle dinlerin ahlaki yargıları nedeniyle çıplaklık, kadın çıplaklığı ya da cinsellik olarak anlaşılıyor. Oysa bunca yoksulluğun olduğu bir dünyada televizyonda mükellef bir yemek göstermek de aslında benim ahlakıma göre müstehcendir.
9 yaşında bir kız çocuğuna makyaj yapıp gelinlik giydirmek müstehcenliğin daniskasıdır. Aynı televizyon kanalında sadece beş dakika sonra birilerinin bundan hiç söz etmeksizin “tecavüz” hakkında konuşması daha da müstehcendir. Pornografi de böyledir.
Ama daha masum görünen örnekler, mesela bir şirketin reklamlarında sürekli çocukları oynatarak istismar etmesi de müstehcenliktir. Çünkü hem vaadin (cep telefonu) yerine getirilmesi paraya bağlıdır, hem de cep telefonu kullanmaya özendirilen çocuk reşit değildir, doğruyu yanlışı ayırt edebilecek durumda değildir.
Ahlakın sıfıra indiği yerMüstehcenlik kapitalizmin bir parçası mı yani?RTÜK’ler, Muzır Kurulları vs. çok kötü bir oyun oynuyorlar. Bu kültür baştan aşağı ataerkil müstehcenliğin hegemonyası altındadır. Eğer kendi düsturlarına gerçekten sadık olsalardı, neredeyse her şeyi yasaklamaları, toplumu iptal etmeleri gerekecekti. Müstehcenlik olmadan kapitalizmin çalışması imkânsızdır.
Bu anlamda kendi ahlaki yargılarımızı geliştirmekten ve ifade etmekten korkmamamız lazım. Ahlakın sıfıra indiği yeri din ve başka ideolojiler dolduracaktır.
Azınlığın haklarıMetis Yayınları, 2004’ten bu yana sıra dışı ajandalar yayımlıyor. Toplumsal yaşama ilişkin belirli bir tutumu, duruşu yansıtan ajandalar… 2010’un İllallah başlıklı ajandasının konusu “inanmama hakkı”ydı. Bu ajanda, “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağıladığı” gerekçesiyle yargılanıyor.
''İnanmama hakkı''nın savunulması, ''inanma hakkı''nın yok sayılması olabilir mi? Bireyin herhangi bir hakkının savunulması, başka kesimlerin benimsediği değerlerin aşağılanması anlamına gelebilir mi? Yoksa gerçek demokrasiler, tam da herhangi bir alandaki azınlığın, hatta tek bir bireyin haklarına sahip çıkan demokrasiler midir?Aynen katılıyorum. Anayasanın bir kişi olarak bana tanıdığı o hak, din (tutacağım yol) ve vicdan hürriyeti, benim bir insan olarak inancımı, inançlar arasındaki tercihlerimi, inancıma bağlı olarak nasıl ibadet edeceğimi ama aynı zamanda kuşku duyma ya da inançsız olma tercihimi ve bunu ifade etmemin hakkım olduğunu dile getiriyor.
Neden? Çünkü boş insan, yolsuz insan yoktur. İnanmamak da sonuçta bir inançtır da ondan. Bu anayasa hükmü bir süs ya da aksesuar değil. Ben bu hakkımı en kapsamlı bir şekilde kullanabileyim diye var. Bir insan olarak farklı inançtan kişiler, gruplar, cemaatler tarafından baskı altına alınmamam için var.
Sekülarizmin doğuşuİllallah ajandası okurlardan nasıl bir tepki aldı?İllallah ajandasını yayımladıktan sonra, Türkiye’nin her tarafından mektuplar aldık: Toplum din etrafında totaliterleştiği için kendilerini baskı altında hissettiklerini, bu nedenle ajandanın kendilerini rahatlattığını, “inanmama hakkı”nın savunulmasının, bu düşüncelerin paylaşılmasının, yalnızlıklarını kırdığını yazıyorlardı.
Türkiye’de Müslüman düşüncenin ve bugünkü iktidarın henüz anlayamadığı şey şu: Tarihte sekülarizmin ortaya çıkmasının nedeni inançlılarla inançsızlar arasındaki ya da dindarlarla ateistler arasındaki mücadeleler değil.
Sekülarizm; inançlıların, dinlerin kendi içindeki, kendi aralarındaki uzun ölümcül kavgaların sonunda ortaya çıktı. Yani tam da dinin kendi içinden çıktı. Devlet bütün inançlara karşı nötr olsun, hepsine karşı eşit bir mesafede dursun diye çıktı.
Bu anlamda sekülarizm en çok Müslümanların kendisine lazımdır. Siyasal gücü elinde tutan ve kendilerini imam ilan eden birileri dinin öyle değil de böyle olduğunu söylemeye başlar, kitabı kendi aklınızla yorumlamanıza izin vermemeye başlar. Farklı grup, cemaat, din, mezhep karşısında ne tür inançları olursa olsun insanları koruyabilmek için lazım sekülarizm.
Bu noktada iktidarın tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?İktidar, toplumdaki bütün memnuniyetsizlikleri dine tercüme ederek çok tehlikeli bir oyun oynuyor. Bu denli siyasallaştırılıp dünyevileştirildiği için sonuçta bundan en büyük zararı görecek olanlardan biri de dinin kendisi olacak.
İllallah ajandası davasının hiç açılmamış olması gerekirdi. Bu davanın açılmış olması bir anayasal suçtur.