Ayhan Geçgin’in 2011 yılında yayımlanan romanı Son Adım üzerine düşünen metinlerden oluşan Soğuk Ateş: Son Adım Üzerine Yazılar kitabının sunuşunda niçin yazıyoruz sorusu üzerine düşünürken, “Bir çatlak, bir çıkış yolu, bir soluklanma imkânı bulmak için yazarız” diyorsunuz; niçin okuyoruz sorusunu da bu cevaba yönlendiriyorsunuz. Ancak niçin okuyoruz sorusunda bir vurgu var: “Özellikle düşünmeyi –yeniden düşünmeyi– zorlayan yazılar”la okumak. Soğuk Ateş’in “iddiası” da bu olmalı; bir romanı farklı biçimlerde ve birçok yeniden okumaya açarak çıkış yolu bulabilme umudu. Üzerine eğildiği romanın bunu mümkün kılabilme gücünü de hatırlayarak söylüyorum bunu aslında.Yazmak da, okumak da çoğu zaman bir tıkanmışlıktan doğar. Bu tıkanıklık bireysel ya da toplumsal olabilir, düşünsel olabilir, duygusal olabilir. Bazen içinde yaşadığımız dünyanın daralan dili, bazen anlam üretiminin sekteye uğradığı bir tarihsel moment, bazen de kişisel deneyimlerin ağırlığı. Tüm bunlar insanı bir “çıkış” aramaya zorlar.Bir çıkış yolu bulabilme umudu taşıyordum. “Çıkış yolu” dediğimizde elbette şu soruyla da yüzleşiyoruz: Neyden çıkmak istiyoruz? Romandan mı çıkış, yoksa edebiyatın çıkışsızlığı mı, ya da Ayhan Geçgin’in tüm metinlerinde bulabileceğimiz “insanlık durumu”nun krizinden, ortaklık fikrinden, bir “biz”den, felaketten mi? Aslında, hepsi. Son Adım ilkin bir kavrayış olarak bize kendi gerçekliğimizi ve onun içine yerleştiği düzeni sunar, görünür olanı yeniden görünürleştirir ama asıl hareketi başka bir zaman kavrayışını ve duyumsayışını öne sürmesidir. İnsanın olumsuzluğa indirgenmesi metnin ontolojik arka planı olarak işler; Alisan kendinden çıkamaz, bir başkaya gidemez. Onun varoluşsal anlam arayışı Hegel’in çıkışsız “kötü sonsuz”unu hatırlatır; kendi içinden çıkıp tamamlanmayan, başka bir başlangıca imkân tanımayan, sonlanmayan bir son olarak kötü sonsuz. Onun sorularına kendinde, başkasında ve doğada cevap bulamaması bize kavramların ve kavramsal zeminin çöküşünü işaret eder. Bu çöküşün yeri ve zamanı işaretlenemez. İradi olmayan, bir istençle üretilmemiş anlam arayışının hem zamana yerleşemediğini hem de zamandaki esaretinden kurtulamadığını görürüz. Benim romanla meselem de burada başlıyor: Zamanda mahsur kalmış insanın yapabileceklerini yapmamasının değil, onları yapmasını sağlayacak özdeşleşme zeminini yitirmiş olmasının anlamı nedir? Böyle bir durumda, insan için gerçekten bir çıkış mümkün müdür? Bunu kazımak istiyordum.Derlemede daha ilk metinden itibaren ve sonrasında çok kez, Son Adım’ın, Geçgin’in daha önce yayımlanan romanları Kenarda ve Gençlik Düşü ile (hatta daha sonra yayımlanan Uzun Yürüyüş ile) birlikte okunması gerektiği hem vurgulanıyor hem de gerekçelendiriliyor. Bu romanlar neden birlikte okunmalıdır’a dair en güçlü tartışmalarından biri Şükrü Argın ve Umut Tümay Arslan söyleşisinde bulunuyor. Siz de belli bir bağlamda romanlar arasındaki bağa ve devamlılığa işaret ediyorsunuz. Öyle sanıyorum ki, derlemenin “Konuşmalar” başlıklı ikinci bölümünde yer alan Argın ve Arslan söyleşisine kadar aklıma gelmemiş olan soru, o söyleşideki yönlendirmelerin gücüyle aklıma geldi: Üçlemenin tüm kitaplarına yaklaşmak yerine –Üstelik Şükrü Argın şemalarla bu kitaplardaki otobiyografik çehreyi de soruşturuyor– neden bir tek Son Adım’a yaklaşmayı tercih ettiniz? Belki buna ulanabilecek ikinci soru da şudur: Bir yazarın külliyatına bakmak, sempozyum kitapları, yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesi… daha yaygın olarak örneklerini gördüğümüz derlemelerdir; bir yazarın tek bir romanı üstüne bir derlemeyeyse daha ender rastlıyoruz ki, o da sanki bazı özel koşullar içeriyor. Bu derlemede sanırım tek bir yazı dışında tüm yazılar kitaba özel yazıldı, ilk kez bu kitapta okundu.Bir roman üzerine çok sayıda kişinin düşünmesiyle ortaya çıkan derlemeler Türkçede çok sayılmaz. Olanların da büyük çoğunluğu çeşitli mecralarda yayımlanmış yazıları bir araya getiriyor.
Soğuk Ateş’te yer alan yazarların bir kısmı daha önce hem
Son Adım hem de Ayhan Geçgin üzerine yazmış araştırmacılar, bir kısmıysa özellikle bu romanla ilgili yorumlarını merak ettiğim araştırmacılar. Metin üzerine yeniden yazanların çok farklı okuma zeminlerine yönelmeleri beni ayrıca heyecanlandırdı. Bir roman üzerine farklı eleştirel perspektiflerin buluştuğu derlemeler, okura yalnızca çoklu bakış açıları sunmuyor, aynı zamanda bu bakışlar arasında kurulan –ya da kurulma ihtimali taşıyan– bir etkileşim alanı da yaratıyor. Yorumların birbirine temas edebilmesi, bir çeşit yorumlar arası düşünce alanı açıyor.
Jale Özata Dirlikyapan’ın “Yıkıntılarını Diken Roman:
Son Adım’ın Üslubunda Farklılaşmalar ve Dilsizliği Arayan Dil” başlıklı yazısı daha önce Monograf’ın “Ayhan Geçgin Edebiyatı” dosyasında yayımlanmıştı. Ama bu derleme için yazısını gözden geçirdi, bazı küçük değişiklikler yaptı. Bunun dışındaki tüm yazılar
Soğuk Ateş için yazıldı.
Son Adım’ı Geçgin külliyatında “merkez” metin olarak görüyorum; yazarın tüm temalarını, tezlerini, biçim ilkelerini orada bulabiliriz gibi geliyor bana. Hem öncesini hem de sonrasını içeriyor. İlk üç roman bir “üçleme” olarak okunabilir, sınıflandırılabilir, gerekçelendirilebilir; daha önce Orhan Koçak da
Tehlikeli Dönüşler’de “üçleme” demişti bu romanlara. Zekiye Antakyalıoğlu ise
Soğuk Ateş’te yer alan “Eşik-Roman Olarak
Son Adım: Agamben’ci Bir Okuma” başlıklı yazısında,
Uzun Yürüyüş’ü de dahil ederek yürüyüş metaforu odağında ilk dört romanı “yürüyüş dörtlemesi” olarak nitelendirdi. Argın ve Arslan’ınki de dahil, tüm bu çerçevelemeler bir devamlılık göstergesi aslında. Geçgin yaptığımız söyleşide, “İdeal olarak, bir kitap biter ama bizi bir başka kitabın eşiğine bırakarak biter; başka bir deyişle, bizi başka soruların, problemlerin eşiğine ya da aynı problemin başka bir yüzüne –bu da probleme başka bir yerden bakabildiğimize göre az çok değiştiği anlamına gelir– getirir” (s. 268) dedi. Dolayısıyla, sürekli dolaşımda kalan bir sorun ya da şey var. Psikanalitik, tarihsel ya da politik, vb. hangi alana açılırsa açılsın, dolaşımdaki sorunun ne anlama geldiğini sormaya imkân sağlıyor bu yorum çerçeveleri.
Adalet, adalet-yasa, özne, özne-dil-toplum, felaket, insan-insandışı, ölüm, ölüm/son ve kuşkusuz ki kriz hali yazarların yaklaşımlarında bulunabilecek anahtarlardan birkaçı. Bülent Eken’in “romanın üretken formülü” dediği, Son Adım’ın son cümlesi “çoktan gelip geçmiş, ve her zaman orada”yı Soğuk Ateş’teki yazılarla birlikte düşünmek, demet demet iplerin gerili olduğu bir ağ’a bakmak gibi. Son Adım’dan Kenarda’ya, Kenarda’dan Gençlik Düşü’ne ve sonra yeniden Son Adım’a çağıran bu bakış, Uzun Yürüyüş’e de atılan ilmeklerle 2003’ten 2015’e ve nihayet Soğuk Ateş’e, yani 2024’e vararak “gelip geçmiş, ve her zaman orada” olan bir şeye işaret ediyor. Belki bir ağa ya da “yaşamımıza”.“Çoktan gelip geçmiş, ve her zaman orada” olan, sonlanmadığı için başlayamayan, aslında hiç başlamadığı için de sonlanmayan o şey bir zaman krizinin parçası. Metnin kendisinde soru haline getirmeden sıklıkla sorduğu bir soru bu; ne geçmişin ne de geleceğin hükmü var.
Bu “olan bir şey”, basitçe geçmişte gerçekleşmiş bir olaya ya da gelecekte vuku bulacak bir sona işaret etmez; aksine, tarihsel olanla zamansız olanın, bireysel deneyimle kolektif hafızanın, hatta insan olanla insan dışı olanın çakıştığı, eşzamanlılık içinde tekrar eden bir yapısallık barındırır. Bu bağlamda “olan bir şey”, her bir Geçgin romanında farklı formlar alan ama her defasında belli bir epistemolojik ve ontolojik sınırda konumlanan bir varlık halidir.
Soğuk Ateş’in çözümlemeleri, bu Şey’in –yani hem bireysel hem tarihsel bir deneyimin, hem bir felaketin hem bir imkânın– roman boyunca nasıl farklı biçimlerde dolaşıma sokulduğunu, nasıl yeniden kurulduğunu ve nasıl hep “orada” kaldığını göstermeye çalışıyor. Adaletin olanaksızlığı kadar zorunluluğu, ölümün kaçınılmazlığı kadar toplumsal örgütlenişi ya da öznelliğin dille ve mekânla olan kurucu ilişkisi bu “olan bir şey”in yeniden somutlaşma biçimleri olarak okunabilir.
Son Adım’ın hangi tarihte geçtiği, kurgunun okuruna hangi zamandan seslendiği sorusunu yukarıdaki soru/yorumla birlikte düşünmeyi isterim. Bülent Eken, Orhan Koçak’ın
Tehlikeli Dönüşler kitabındaki “‘90’lı yıllarda olmalıyız” saptamasına katılmadığını belirterek, “Olay bu kurgunun çağrıştırdığının aksine, ‘90’larda değil, kitabı okumaya başladığımız 2010 dolaylarında geçer” diyor. Sonra bu fikri biraz daha işliyor ve “Roman 2010 civarında ’90’ların ufkunun kaybolmasıyla meşguldür” diyor. Kitapta romanın kurgusal tarihinin ‘90’lar olduğunu düşünen yazılar/yazarlar da var. Kitabın tarih ve siyasetle kurduğu dolayıma atıfla, Erhan Meydan romanda ‘90’lar Türkiyesi’ni buluyor mesela; Merve Eflatun kitaptaki kimi kentsel-coğrafi verilerden yola çıkarak ‘90’lara işaret ediyor, gibi.
Soğuk Ateş’teki yakın okuma, bizi bir yanıyla bir ‘90’lar okumasına da götürüyor olabilir mi, götürebilir mi ya da?
Evet,
Soğuk Ateş bizi bir ‘90’lar okumasına götürebilir ama bu o dönemin doğrudan temsili değil, daha çok onun bugünden yankılanma biçimiyle ilgili bir okuma olur.
Romanın “hangi yılda geçtiği” sorusu görünüşte basit bir tarihsel yerleştirme çabası gibi dursa da, aslında anlatının zamanla kurduğu daha karmaşık ilişkiler ağına da işaret eder. Zaman bir anlamlandırma rejimidir.
Son Adım’ın zamansallığını yalnızca kronolojik bir düzlemde tartışmak yerine, anlatının içkin zaman deneyimini ve bunun tarihsel tahayyülle kurduğu ilişkileri dikkate almak gerekir. Roman yalnızca ‘90’ların temsili değil, o dönemin hayaletimsi izlerinin bugüne sızma biçimi olarak da okunabilir. Bu da metnin taşıdığı tarihsel ve ideolojik yükleri çözümlemek anlamına gelir. Dolayısıyla roman hem ‘90’ları yazıyor hem de o dönemin hâlâ bugünü nasıl belirlediğini sorguluyor.
Bu bir şey ifade eder mi bilmiyorum, ancak ilginç bulduğumu söylemeliyim;
Son Adım alıntıları metinlerde büyük ölçüde ortaklaşmış. Kendi
Son Adım’ımı çıkarıp altını çizdiğim satırları gözden geçirdim, sanırım
Soğuk Ateş’i okuyan pek çok okurun kapılacağı bir meraktır bu.
Dikkatimi çekmemişti ama sorunuz üzerine düşündüğümde, kendi
Son Adım’ımı aslında kitabın adına gizlemiş olduğumu fark ettim. Romanın bir yerinde Alisan, “Bizi birleştiren, ateşin başına toplananlar gibi toplayan bir şey gerçekten var mı? Soğuk bir ateşin, donduran, buz kestiren bir ateşin etrafında nasıl toplanılır?” (s. 220) diye soruyordu. Altını çizdiğim satırlar arasında belki de üzerine en çok düşündüğüm buydu; bir ateşin başında toplanıp hikâyeler dinlemeyi yitirmiş olmamız. Benjamin’in “Hikâye Anlatıcısı” metnini hatırlarsak, bu sahneyi “deneyimin yıkımı”na düşülmüş bir şerh olarak okumak mümkün.
Soğuk Ateş’teki yazılara döndüğümde, “altı çizili satırlarım”da Fatih Altuğ’la büyük ölçüde ortaklaştığımızı söyleyebilirim.
Kitap pek çok anlamda çok sesli. Yazarlarından biri olmasa da, Orhan Koçak’ın sesi de bu seslerden biri. Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler kitabı güçlü bir biçimde hemen tüm metinlere eşlik ediyor. İlginç bir “kapsam” var okurlar olarak önümüzde.Tehlikeli Dönüşler, Ayhan Geçgin edebiyatı üzerine düşünen okurun, eleştirmenin başucu kaynağı. Koçak’ın yazdıklarını atlayarak söz söylemek mümkün görünmüyor.
Tehlikeli Dönüşler bahsettiğiniz çok sesliliğin üzerinde adeta bir “arka vokal” gibi geziniyor. Kitapta yazanların bir kısmı doğrudan Koçak’a referansla düşünüyor, bazılarıysa onun bıraktığı yerden başka bir yöne sapıyor.
Bu “kapsam”da, yazıların başka bir eleştirmenin düşünce izleğiyle sık sık kesişmesi, hatta zaman zaman ona çarpıp yön değiştirmesi, bence kitabın ilginç taraflarından biri oldu. Okur olarak biz de bu metinlerin ardında salınan eleştirel düşünce ağlarını izleme şansına sahip olduk.
Derlemede yer yer Son Adım üzerinden edebiyatın bugün ne yapabileceği, ne yapması lazım geldiği… romanın dünü, bugünü üzerine bazı fikirler dile getiriliyor. Güncel edebiyatı da yakından izleyen bir yazar-eleştirmen olarak sizin de edebiyatın bugünü üzerine düşündüğünüzü tahmin ederim. Soğuk Ateş’in –“tartışmaya” demek istemem– bu “düşünmeye” kapı araladığını söylemek mümkün mü sizce de?Güncel edebiyatı takip ederken zihnimde giderek belirginleşen bir soru var: Roman hâlâ bir düşünme biçimi olabilir mi? Ya da şöyle sorayım: Anlatı bolluğu içinde düşünsel bir derinlik hâlâ mümkün mü?
Son Adım ve ona dair yazılar bu sorularla doğrudan yüzleşiyor. Roman ne olabilir, ne yapabilir gibi daha geniş, daha kurucu sorulara da dokunuyor ve bunun gerekli olduğuna dair bir çağrıda bulunuyor.
İzninizle Şükrü Argın’ın kitaptaki bir yorumunu paylaşmak isterim: “(…) edebiyat günümüz şartlarında zafer peşinde falan değil, belki de hepimiz gibi ayakta kalmaya çalışıyor, o kadar!” (s. 216) Ancak edebiyatın bu “ayakta kalma çabası”nda –en azından Son Adım gibi örneklerde– hâlâ umut denebilecek, eleştirmenlerini ve okurlarını zorlayan imkânlar olabilir.
Derleme, okura bir romanın –bu romanın– katmanlarını hatırlatır-gösterirken, insanı kendi okurluğundan da –galiba doğal olarak– şüpheye düşürüyor; sizin sözünüzü kullanarak, derlemenin bizatihi kendisi “yeniden düşünmeye zorlayan” niteliğiyle hem kendini hem romanı tekrar tekrar gündeme çağırıyor.Kitabın böyle bir etki yaratmasından memnun oldum, çünkü benim için bu derleme yalnızca
Son Adım üzerine düşünmenin değil, aynı zamanda bir metne nasıl yaklaştığımızı, ne tür bir okur olduğumuzu da sorgulamanın aracıydı.
Yazılar, çizimler ve harita aslında romanı bir anlamda yeniden yazdılar. Bir romanı okumanın aynı zamanda o romanı tekrar üretmek olabileceğini gösterdiler. Bu da okurun metne tekil bir arayışla değil, çoğul bir okurluk bilinciyle yaklaşmasını gerektiriyor. Belki de bu yüzden
Soğuk Ateş sadece romanı değil, okurluğun kendisini de “yeniden düşünmeye” zorluyor.
Bana kalırsa bu tür derlemelerin gücü bir romanı tamamlamakta değil, onunla birlikte yeniden eksilmekte, yeniden düşünmeyi mümkün kılmakta yatıyor. Her bir yazı romanın başka bir yüzüne dokunuyor ama hiçbir zaman onu tamamladığını iddia etmiyor. Okur olarak böyle bir tavır beni hep cezbetmiştir: Anlamı yakalama değil, anlamın çevresinde düşünme arzusu.
Son, şimdiye en yakın an aslında. Soğuk Ateş’i okurken son adımın bir başlangıç fikrini de içerdiği yorum ve tartışmalarını, roman karakteri Alisan’la yaptığınız söyleşideki kimi sorularla siz de hatırlatıyorsunuz. Kitabın bu bölümüyle ilgili sorum şu: Romanın yazarıyla da yaptığınız söyleşinin ardından romanın karakteriyle söyleşi yapıyorsunuz ki, derleme içinde romanın anlatıcısı (yazar) ve karakterini “bir” düşünen, en azından çeşitli anlar ve yaklaşımlarda bu birliğe denk şeyler bulan yazılar var. Sizi hem anlatıcıyla hem de kurgusal karakterle söyleşi yapmaya yönlendiren neydi?Romanın hem anlatıcısı hem de Alisan bir bakıma iç içe geçmiş iki özne gibi; birbirlerini tamamlayan, yer yer sorgulayan ama çoğu zaman aynı zeminde ilerleyen figürler. Anlatıcı ile karakter arasında sabitlenmiş, hiyerarşik bir ilişki yok; daha çok birbirine açılan, birbirini yankılayan, zaman zaman yer değiştiren iki bilinç söz konusu. Geçgin’le yaptığım söyleşi, metnin “dış sesini” –yani yazarın düşünsel ufkunu, yaklaşımını vb.– açığa çıkarırken, Alisan’la yaptığım kurmaca söyleşi ise anlatının içinden konuşan, onunla yaşayan bir sesi duyurmaya çalıştı. Bu iç içe geçmiş bilinçleri birbirinden ayırmaktansa, onların arasında oluşan geçiş alanına odaklandım.
Beni bu söyleşileri yapmaya yönlendiren şey,
Son Adım’ın işte bu çift katmanlı varoluşunu derinleştirmek ve belki de bir tür yankı odası yaratma isteğiydi. Karakterle yapılan söyleşi bir parodi ya da oyun değil, romanın sezgisel ve düşünsel gücünü başka bir biçimde yeniden üretme çabası ve onun içinden konuşarak bu zemini sürdürme arzusuydu.
Ayrıca şu da önemliydi benim için: Kurmaca söyleşi romanın dünyasında hâlâ bir şeylerin “devam ettiğini” ima ediyor. Roman bitse de düşünce sürüyor, karakter düşünmeye devam ediyor.
Son Adım’ın sonu bana kapalı bir bitiş gibi gelmiyor; daha çok yeni bir başlangıcın eşiği gibi. Karakteri romanın dışına taşıyıp onunla yeniden konuşmak, o “son”un henüz tamamlanmadığını göstermenin bir yolu oldu.
Kitap basıldıktan sonra yeniden bakış...Bir soru da derlemeye katkı sunan yazarlara yöneltmek isterim; söyleşi alanını da gözeterek sorumu derlemenin üç yazarına yöneltmem umarım uygun düşer. “İnsan-oluş”, “özne/leş(eme)me” ve “erkeklik” perspektifleriyle söyleşi boyunca açmadığımız kapıları açma ihtimalleri olur, fikrine yaslanarak sevgili Zekiye Antakyalıoğlu, Yalçın Armağan ve Mehmet Fatih Uslu’ya yanıtları için şimdiden teşekkür ediyorum. Soğuk Ateş birbiriyle konuşan metinlerden oluşuyor; bu, derleme yayınlarda okuru mutlu edecek bir niteliktir. Perspektifiniz çeşitli yazılarda gerek doğrudan metninize atıfla gerekse fikrinize değen başka fikirlerle kitapta yankılanmayı sürdürüyor – hemen tüm yazılar için izi sürülebilir bir şeyden söz ediyorum elbette. Toplamla karşılaştığınızda, Soğuk Ateş nihayet yayımlandığında dikkatinizi çeken hususları merak ediyorum; hem kendi metninize/bakışınıza hem de toplama dair...Zekiye Antakyalıoğlu:Melek Aydoğan’ın nazik davetiyle
Son Adım üzerine bir bölüm yazma sürecimde diğer yazarların kimler olacağını, romana hangi açılardan yaklaştıklarını bilmiyordum. Tüm bu bilgileri
Soğuk Ateş: Son Adım Üzerine Yazılar yayımlandıktan sonra öğrendim. Dolayısıyla benim için sürpriz niteliğini koruyan bir kitaptı. İyi ki öyle olmuş. Melek Aydoğan’ın titiz çalışmasıyla bu inceleme,
Son Adım üzerine yazılardan oluşan bir inceleme kitabından çok daha fazlası. Öncelikle son derece şık bir kitap. Kapak tasarımı ve Dilşad Aladağ’ın her bölüm için özel olarak bezediği desenlerle göz dolduran, romandaki mekânların Merve Eflatun tarafından haritalandırıldığı ve Melek Aydoğan’ın Ayhan Geçgin’le söyleşisinin de yer aldığı çok kıymetli bir başvuru kaynağı. Ülkemizde tek bir esere odaklanan inceleme kitapları çok yaygın değil. Bu açıdan da
Soğuk Ateş’in bu tür inceleme kitaplarına bir örnek teşkil etmesini arzu ederim.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi, kitabın bölümleri birbirini tamamlayan, zenginleştiren ve birbiriyle diyalog kurabilen bölümler olmuş. Her birinden ayrı ayrı beslendiğimi, her birinde tartışılan fikirlerin benim romana Giorgio Agamben perspektifinden yaklaştığım ve romanı “eşik-roman” olarak incelediğim bölümün kapsamadığı alanlara yer açtığını belirtmek isterim. Yalçın Armağan’ın “enkaz özne” ve “imkânsız özne” tartışması, Jale Özata Dirlikyapan, Fatih Altuğ ve Mahmut Mutman’ın romanın dili ve üslubuna yaklaşım biçimleri, Mehmet Fatih Uslu’nun romana “erkeklik” teması üzerinden karşılaştırmalı yaklaşımı, Bülent Eken’in biyopolitik ve ideolojik çerçeveden analizi, Erhan Meydan’ın Orhan Koçak’la ve birçok kuramcıyla diyalog kurarak romana bir “düşünme deneyimi” olarak yaklaşımı, Selver Sezen Kutup’un post-hümanist okuması, Umut Tümay Arslan ve Şükrü Argın’ın roman üzerine sohbeti ayrı ayrı bilgilendiğim, kendi bakışımı zenginleştiren, benim romanla ilgili duygu ve düşüncelerimde yanlış yerlerde gezinmediğimi teyit eden yazılardı.
Burada cevaplamaya çalıştığım sorunun bir benzerini Melek Aydoğan, Ayhan Geçgin’le söyleşisinde sormuş: “
Son Adım 2011 yılında yayınlandı. Geçen zamana bakarsak kitap sende bitti mi?” (s. 282) Ayhan Geçgin cevabında özetle çok şeyin değiştiğini, bize yeni bir olanak sunabilecek sapmaların imkânsız hale geldiğini, yeni imkânların son bulduğunu, çünkü hayatın kendisinin sapkınlaştığını söylüyor. Geçgin’le yapılan bu söyleşinin niteliği bile
Son Adım ve bu romanı takip eden
Uzun Yürüyüş (2015) için söyleyebileceklerimize yeni boyutlar getiriyor.
Soğuk Ateş’i yeniden okuduğumda ve romanı yeniden düşündüğümde görüyorum ki,
Son Adım, sorduğu sorularla, zaman ve uzama getirdiği yaklaşımlarla Ayhan Geçgin’in bize roman formunda sunduğu felsefi bir şiirdir.
Yalçın Armağan:Öncelikle şunu söylemeliyim ki,
Soğuk Ateş sıradışı, istisnai bir kitap. Türkiye’de eleştirinin ve akademik çalışmaların hayli sınırlı kaldığı zamanlarda tek bir kitap üzerine hazırlanmış derlemelere pek rastlanmazdı. Ama son yıllarda bir yandan akademinin genişlemesi diğer yandan yayıncılık endüstrisinin gelişmesi sayesinde radikal bir dönüşüm yaşandı ve tek bir kitap üzerine çok sayıda çalışma yayımlandı, hatta tek kitabı ele alan yayın serileri yapıldı. Bu tür seriler ya da tekil çalışmalar genelde “kanonik”, eskimeye yüz tutmuş kitapları merkeze alıyordu. Ama
Son Adım, çok genç bir kitap olarak (henüz on üç yaşında iken), sanırım üzerine derleme kitap hazırlanan ilk roman oldu. Elbette romanın yayımlanmasından sadece altı yıl sonra Orhan Koçak’ın
Tehlikeli Dönüşler’i yazması da sıradışı bir olaydı.
Soğuk Ateş bu durumu katmerlendirdi.
Bu istisnai kitabı büyük bir heyecanla ele aldığımı itiraf etmeliyim. Neyse ki bende hayal kırıklığı yaratmayan bir kitap oldu. Önce yazıların tamamına hızlıca göz attım, sonra da kendi sıralamamı yapıp okudum. Melek Aydoğan’ın Ayhan Geçgin’le yaptığı söyleşiyle başladım. Geçgin, roman kahramanlarına benzer biçimde “sıkılgan” cevaplar vermiş ve metinle okuru baş başa bırakmayı tercih etmiş gibi geldi bana. Umut Tümay Arslan ve Şükrü Argın’ın söyleşisi tüm yazılardaki meselelere bir biçimde temas etmeyi başarmış bir söyleşiydi. Diğer yazıları tek tek saymayayım ama tüm yazıların belli bir tartışmayı incelikle yürüttüğü aşikâr.
Elbette, kitabı okurken benim yazımdaki meselelerin diğer yazılardaki görünümlerini de yakalamaya çalıştım. Bülent Eken’in yazısı, benim kurgu açısından bulmaya çalıştığım çatışmayı siyasal açıdan sorguladığı için hayli ilgimi çekti. Mahmut Mutman’ın yazısında ikinci tekil şahıs anlatımı sorgulamasını dikkatle ve keyifle okudum (benim bu kitap için ilk teklifim de ikinci tekil şahıs anlatım meselesiydi). İstisnasız, kitaptaki tüm yazılardan
Son Adım’ın, Fatih Altuğ’un deyişiyle “sisle kaplı” evrenine dair yeni bir şeyler öğrendim. Ama Jale Özata Dirlikyapan’ın yazısı önemli bir meseleyi ıskaladığımı görmeme imkân verdi. Jale, kitaptaki özne tasarımıyla kullanılan dilin arasındaki uyuşmazlığa işaret ediyordu. “İmkânsız özne” hayli “kurallı dil”in içinden anlatılıyordu. Jale’nin yazısını okuduktan sonra bu konuda yazıma en azından bir dipnot koymadığım için hayıflandım. Üstelik Jale’nin yazısının
Monograf’taki versiyonunu da okumuştum. Kitap, tüm sıradışı özelliğine rağmen, takip edebildiğim kadarıyla yoğun bir ilgi görmedi ama olur da ikinci baskıyı yaparsa, yazıma bu konuda bir dipnot eklemek isterim.
Mehmet Fatih Uslu:Soğuk Ateş yayıma hazırlanırken kafamda türlü şüphe vardı. Özellikle, tek roman üzerine bu kadar çok yazının tekrarlarla dolu olacağını ve Koçak’ın
Tehlikeli Dönüşler’ini aşamayacağını düşünüyordum. Ama kitabı okuduğumda, büyük bir keyifle, yanıldığımı anladım. Sadece birbiriyle diyalog halinde olan ve yer yer birbirini tamamlayan değil, birbirine itiraz eden, sorular soran yazılanlardan oluşan bir toplam ortaya çıkmıştı. Tekrar eden, bunun sonucunda tıkanan ve yerinde sayan bir metin değil, tam tersine,
Son Adım’a dair okuma imkânlarını katman katman açan bir kitap olmuştu
Soğuk Ateş. Bunun Melek Aydoğan’ın incelikli ve sabırlı editoryal emeğinin neticesi olduğunu teslim etmek gerekir.
Ben derleme için yazdığım makalede
Son Adım’ı Coetzee’nin
Utanç’ıyla mukayeseli siyasi bir perspektif içinden okumak istedim. İki romanın iki erkek kahramanının yaşama gücünü tıkayanın benzer şekilde bir erkeklik krizi olduğunu, ama bunun siyasi bağlam hesaba katılmadan anlaşılamayacağını ileri sürdüm. Bu bağlamda bir benzerlikler-farklılıklar haritası çıkarmaya çalıştım.
Soğuk Ateş büyük ölçüde doğrudan
Son Adım’ı yorumlayan metinlerden oluşuyor; bu bakımdan benim yazı merkezi çiftleştirdiğinden, diğer yazılardan az da olsa farklı bir konumda duruyor sanırım. Ama bu haliyle diğer yazılardaki çıkarımları ve içgörüleri genişletilmiş bir yüzeyde tekrar düşünmek ve hatta test etmek için bir fırsat da veriyor.