Üniversite eğitiminizi Bulgar filolojisi ve ardından kütüphanecilik ve kütüphane yönetimi –edebiyatın özü ve kaynağı– üzerine yapıyorsunuz. Sohbetimizi bu noktadan başlayacak olursak, edebiyatla olan bağınız hakkında neler söylemek istersiniz?Çok güzel bir soru, teşekkürler. Edebiyatla olan bağımızın özel türden bir aile, ata bağı olduğunu düşünüyorum. Bu daha doğmadan sahip olduğumuz bir şeydir. Önümüzde oluşan ve yürümemiz için doğmamızı bekleyen görünmez bir yoldur. Tıpkı bebek ve akrabaları gibi. Evet, edebiyat akrabamız gibidir ve yakın ya da uzak olması seçimimize bağlıdır. Yolumun yazmakla ve okumakla kesişmesinden mutluluk duyuyorum.
Edebiyatla ilişkim hakikaten de ben doğmadan önce başlamış. Adeta kaderimde varmış. Babaannem ailesinin tek kızıymış, üç erkek kardeşi varmış. Ailesinin anlayışı onun eğitim görmesine izin vermiyormuş, eğitim sadece erkek çocukların erişebildiği bir şeymiş. Fakat babaannem okula gizlice gitmiş, bir şeyler öğrenmeyi başarmış ama bu ona yeterli gelmemiş. Sanırım onun bilgiye olan açlığının, kitaplarla dolu bir eve duyduğu özlemin mirasçısıyım. Çünkü hem travmaları hem özlemleri miras ediniriz. Atalarımızın okuduğu kitaplardan gelen bilginin mirasçısıyız, ancak okuma yazma imkânı olmayanların da mirasçısıyız; bilgisizliğin de, imkânsızlıkların da mirasçısıyız. Tüm bunlar, görünmeyenler ve görünenler edebiyatla olan bağımızdır. Onlarla ister okur ister yazar olarak bağ kurarız.
Edebiyat dünyasına ilk olarak şiir yazarak giriyorsunuz. Görünüşe göre şiir sevginiz ve şiire verdiğiniz önem sizi öykü yazmaya yöneltmiş.Bence şiir her zaman ilktir, her yazar önce şiirle başlar. Seslerin ahengini hissetmemiş, iki ayrı kelimenin uyumlu komşuluğu, dizeler ve dizeler arasındaki ezgi sebebiyle kendinden geçmemiş büyük bir romancı hayal edemiyorum. Bu anlamda şiir, yazar için sadece bir ilkokul, temel eğitim değildir, onun alfabesidir; alfabe olmadan ise bir şey yazamayız. İçimdeki o çizginin, ötesinde şair olduğum, aşana kadar ise sadece düzyazı yazarı olduğum çizginin –ya da tam tersi– tam nerede olduğunu asla bilemedim. Kendimi sadece söyleyecek bir şeyi olan biri olarak değil, onu tam olarak nasıl söylediğini de önemseyen biri olarak görüyorum. Şiir sadece bir yazma, ifade etme biçimi değildir. Şiir aynı anda bir yaşam biçimidir, dünyaya karşı özel bir duyarlıktır. Böyle bir duyarlığı ve kırılganlığı olmayan bir yazar düşünemiyorum, ya da en azından eksiklikleri onları ciddiye almamı engellerdi.
Keder başlıklı öykü kitabınız ülkemizde daha yeni yayımlandı ve sizin aslında üç tane daha öykü kitabınız var. Şiir türünün öyküye yakınlığından dolayı öykü yazıyor olabilirsiniz, fakat sizin için öykü türünün önemi nedir, öykü yazmakta ısrar etmenizin nedenleri nedir?Birkaç nedenden dolayı öykü yazıyorum. Birincisi, okur olarak bu türü inanılmaz derecede seviyorum. İkincisi, insanların kişisel zamanına çok saygı duyuyorum: Sadece öykü yazmıyorum, kısa öykü yazıyorum, çünkü kendim de çoğunlukla sıkılan bir okurum, içeriğin uzatılmasına dayanamıyorum. Eğer bir şey daha az sözcükle söylenebiliyorsa, o zaman kelime israfı her şeyden ziyade okura hakarettir. Öykü yazmamın üçüncü nedeni, öykü okurlarının okur kitlesinin daha zeki kısmını oluşturduğuna dair düşüncemdir. Onlar doğa tasvirlerine ya da tek bir paragraftan anlayabilecekleri ilişkilerin iki yüz sayfada açıklanmasına ihtiyaç duymaz. Öykü okuru büyük olanı hayal etmek için küçük olana ihtiyaç duyar. Öykü okuruna öz verilir, ana fikir verilir; böylelikle daima gözlerinin önünde olan hikâyeyi gözden kaçırma tehlikesi ortadan kalkmış olur. Bu görüşüm belki de öyküyü bir nevi roman özeti, ya da şiirle ilgili soruya dönecek olursak, öyküyü anlatılan şiir olarak gördüğüm anlamına gelebilir. Hem evet hem hayır. Roman yazarıyla öykü yazarını kıyaslamam gerekirse, romana başlayan bir kişinin çoğunlukla ne demek istediğini tam olarak bilmediğini ve bunun zamanla, yazdıkça netleşeceğine güvendiğini söyleyebilirim. Öykü yazan kişi tam olarak ne söylemek istediğini, ne kadarını söylemek istediğini bilir. Eğer şiir bir yazar için ilkokul eğitimi ise, öykü üniversitedir.
Keder kitabınızdaki öyküleri yazmak için sizi çalışma masanıza götüren sebepler nelerdi?Yazmak, kayıp ve keder uzun zaman önce eşanlamlı hale geldi benim için. İyi bir yazarın kayıplarından oluştuğuna inanıyorum. Mesela şimdi sizi kış zamanı eski kır evimize götüreceğim. Evin üzerine kar yağıyor, pencerelerin hizasını çoktan kaplamış. Gece mi gündüz mü, bilmiyorum. Kışın kapanına kısılmış durumdayım ve anlaşılan kurtuluş yok. Ve işte burada, yoğun karın içinde yürümeye ilk cesaret edecek ve bedeniyle diğerleri için yol açacak kişinin figürü beliriyor. Kayıp ve keder benim için o sonsuz, ezici, boğucu kardır; onlar hakkında yazmak ise kar tanelerini teker teker, tüm kışı ısıtana dek eritmenin yoludur. Çünkü kayıp ve keder hakkında yazmak çoğunlukla ısıtmaktır. Yokluğun yoğunluğunda kendi ayak izlerinizi bırakabilmektir; böylece sizden sonra adım atanlar kendi yıkımlarında yalnız olmadıklarını, bu yoldan artık birilerinin geçtiğini, yolu açtığınız için milyonlarca insanın ayak izlerinin kaybolmamayı başardığını bilir. Fakat kayıp ve kederin büyüsü hakkında yazmak, kış ve kar metaforuyla ilgili başka bir şeyde de gizlidir ve bu karı gerçekten temizlediğimize dair tatlı yanılsamadır – çünkü karı hiç kimse tümüyle temizleyemez, onu ortada bir patika oluşturacak kadar sağ sola atarsınız ancak. Doğada, kaybın ve kederin doğasında olduğu gibi, hiçbir şey sonsuza dek kaybolmaz, sadece el değiştirir. Kaybın karını eritmeyi başarsanız bile o mutlaka geri dönecektir, farklı bir şekilde olsa bile. Bu son ifade, kayıp ve keder hakkında yazmak edebiyat için bir devridaim makinesi, sonsuza dek çalışan bir motor olduğunun kanıtı gibi görünüyor sanki. Bedenlerden çekilen tüm ısıyı bir işe –yazma işine–dönüştüren ebedi bir motor.
Buradan yola çıkacak olursak, Keder başlıklı kitabınızdaki öykülerin diğer öykü kitaplarınızdan ne şekilde farklı olmasını istediniz? Belki konular aynı ama bu sefer “Bu konular hakkında yazıp bakış açımı şu şekilde değiştirmek istedim” diyebileceğiniz bir durum var mı?Bu öyküleri yazarken kendimi halter sporcusu gibi hissettim. Kayıp ve keder hakkında yazdığınızda Olimpik halter dalında yarışırsınız. Evet, bunun çoğunlukla erkek sporu olduğunu biliyorum ama erkeklerle yan yana yola çıktığım için hiç eleştiri almadım. Belki yazmak epeydir sadece erkeklere özgü bir uğraş olmadığı için ve açıkça söylemek gerekirse, kayıp ve keder çoğunlukla kadınlar tarafından deneyimlendiği için. Kadın fizyolojisinin kendisi tutunmaya, içinde tutmaya, sonuna dek taşımaya dayanır. Oysa erkek hareketleri –ki bu özellikle de ağırlık kaldırırken çok iyi görülür– sadece iki tanedir: koparma ve silkme. Farklı bir ifadeyle, erkek bedeni kendi içinden dışa atmaya, kadın bedeni ise içine atmaya programlanmıştır. Kayıp ve keder, en azından onların aracılığıyla yazmaya başlayana kadar, içsel hareketlerdir. Peki bu yazma türünü neden halter disiplinine benzetiyorum?
“KENDİMİ SADECE SÖYLEYECEK BİR ŞEYİ OLAN BİRİ OLARAK DEĞİL, ONU TAM OLARAK NASIL SÖYLEDİĞİNİ DE ÖNEMSEYEN BİRİ OLARAK GÖRÜYORUM.”
Çünkü kayıp ve keder hakkında yazdığınızda gerçekten yarışırsınız. Yarışmalar birkaç tanedir, eşzamanlıdır. İlk yarışma kayıp ve kederin birikintilerini, tortularını, tıkanıklarını temizlemenizin gerekip gerekmediğiyle ilgilidir. Ve bu, ifade etme arzunuzun yeterli olup olmadığına dair bir sınav değildir. Okuru kendi acınızdan koruyup korumayacağınızla da ilgili değildir. Acıyı ifşa etmenin sizi yeterince savunmasız kılıp kılmadığıyla ilgilidir, çünkü anlatıcı dilbilimsel açıdan hangi şahıs olursa olsun, kayıp ve keder hakkında daima birinci ağızdan yazılır. Ne yazarsanız yazın, yabancılaştırmanın bakış açısını ne kadar iyi uygularsanız uygulayın, okur anlatılanı her zaman sizinle ilişkilendirir.
Bu nedenle ikinci yarışma, barlara takılacak ağırlıkların dikkatlice ayarlanmasıdır. Sporda
istenen toplam ağırlık diye bir terim var. Bu, ringde kusursuz performans sergilemek ve aynı anda yarışmacının barı kaldırırken dengesiz güç hissetmemesi için barlara takılması gereken en uygun ağırlık miktarını ifade eder. Fakat gerçek şu ki, kayıp ve keder söz konusu olduğunda dengeli bir güç yoktur. Ağrının kaynağına eşit uzaklık veya eşit yakınlık yoktur. Bunun farkına vardığınızda artık üçüncü yarıştasınız demektir.
Üçüncü yarışma aslında sizin yazar olarak diskalifiye olmanızdır. Çünkü halterde her harekette en az bir başarılı denemeniz yoksa müsabaka sona erer.
Kayıp ve keder hakkında yazmayı halterle ilişkilendirme konusunda belirtmek istediğim bir konu daha var. Başlangıçta erkek ve kadın arasındaki herkesin bildiği farklılıklardan, birinde çıkarmadan, diğerinde tutmadan söz ettim. Tüm bu farklılıkları eşitleyen edebiyattır. Kayıp ve keder hakkında yazarken bir kadının nasıl erkek olduğunu düşünebiliriz, çünkü yazma eyleminin kendisi dışa atmaktır. Ancak halterde kadınlar ve erkekler kategorisi mevcutken edebiyat bir yarışma değildir, edebiyat sadece daha iyi sonuç elde edeni dikkate alır. Kayıp ve keder hakkında yazmak ağırlık kaldırmaktır, yazarda sağlam bir kavrama geliştirir ve düzenli antrenman yaparsa mükemmel bir silkme sağlar – kendinden okura.
“Keder Türkçe bir kelime.” Kitaba başlığını da veren “Keder” öyküsündeki bu cümleyle birlikte kitaptaki öykülerden daha ayrıntılı bir şekilde bahsetmek istiyorum. Kelimelerle ve kavramlarla oyun hamuru gibi oynamayı seviyorsunuz. “Keder” kelimesi ne zaman ilgi alanınız girdi?Kederi, hüznü ve kaybı insan doğamızı en iyi açıklayan durumlar olarak görüyorum. Keder doğal, makyajsız bir durumdur. Makyaj demişken, yakında kızımla doğallık hakkında konuştuk. Konuşmanın tamamını veriyorum:
“Anne, insanın doğal, Tanrı’nın onu yarattığı haliyle en güzel olduğunu söylüyorsun; öyleyse neden kuaföre gidiyorsun?”
“Çünkü Tanrı beni beyaz saçla yaratmadı, kuaföre bu yüzden gidiyorum.”
“Peki Tanrı bizi nasıl yarattı anne; nasıl saçlarla?”
“Çıplak ve neredeyse saçsız doğarız” diye cevap veriyorum.
“Öyleyse giyindiğimizde ve kuaföre gittiğimizde Tanrı’yı üzmüyor muyuz?” diye sordu çocuk.
Ona henüz cevap vermedim.
Bu sohbeti kayıp ve keder hakkında yazdığım için hatırlıyorum. Bir de her yazı bir nevi makyaj olduğu için.
Edebiyata konu olan şeylerin ve insanların, deneyimlerin, olayların doğallığı söz konusu olduğunda, daha güçlü etki yaratma amacıyla hikâyenin özgünlüğünden kısmaya, edebi değeri olmayan ayrıntılara edebiyat tadı verme hakkına sahip miyiz? Bir yandan yazının kurgusal doğasının kendisi, Platon’un dediği gibi, taklidin taklit edilmesini gerektiriyor. Öbür yandan yazarlar, ister gözlerinin önünde ister hayallerinde olsun, kasten meydana gelen olayların kayıtçısı değil midir? Yazar gerçek bir olayın anlatım sürecine ne kadar hâkimdir? Biraz önce Platon’a gönderme yaptım ama bence edebiyat daha çok Aristoteles’in formülüne göre gerçekleşir – imkânsız olanın dahi gerçekleşmesi muhtemeldir. Bu saptamadan dolayı genel anlamda yazmayı, özellikle de kayıp ve keder hakkında yazmayı makyaj yapmayla kıyaslıyorum. Adımlar nelerdir?
“TIPKI MAKYAJ YAPILAN YÜZÜN DİKKATLİCE TEMİZLENMESİ, PEELİNG İŞLEMİNDEN GEÇİRİLMESİ, ÖLÜ DERİDEN ARINDIRILMASI GEREKTİĞİ GİBİ, KAYIP VE KEDER HAKKINDA YAZARKEN DE ÖLÜ MALZEME İÇEREN BÖLGELERİ SAPTAMANIZ GEREKİYOR.”
Tıpkı makyaj yapılan yüzün dikkatlice temizlenmesi,
peeling işleminden geçirilmesi, ölü deriden arındırılması gerektiği gibi, kayıp ve keder hakkında yazarken de ölü malzeme içeren bölgeleri saptamanız gerekiyor – onlar çoğunlukla görünmezdir ve anlatmak istediğiniz olaylara karşı duygusal bağınız ne kadar güçlüyse, ölü malzeme içeren bölgeler sizin için o kadar görünmez kalır. Anlatıda sadece yazar için anlam ifade eden ve onları kaldırdığında özgün hikâyeye ihanet ediyormuş gibi hissettiren yerleri ölü bölge olarak isimlendiriyorum. “Kara Toprağın Aile Portresi” öyküsünden, örneğin, sadece benim için önem taşıyan ama öykü için önemsiz olan her şeyi kaldırdım – bu anneannemin kesilen memesi, ameliyattan aylar sonra dedemin anneannemin öbür dünyaya göçmeden önce kendini tüm parçalarıyla bir arada, bütün hissetmesi için aradığı meme hakkında bir öykü. Yeri gelmişken, ilke olarak doğa manzarası tasvirlerinden, insanları dışlarıyla özdeşleştirmekten kaçındığımı paylaşayım – karakterimin nasıl giyindiği, gözlerinin ne renk olduğunu hiçbir zaman önemsememişimdir. Yazarla okurun bu işbirliğini, zekice okumaya inanan, yazılmayanı tamamlayan okurun hayal gücüne inanan metnin bu açıklığını seviyorum.
Makyaj konusuna dönelim. Ölü deriyi atıp hikâyeyi güzelce temizledikten sonra hidrasyon işleminden geçirilmesi, nemlendirilmesi gerekiyor. Üzerine yazacağımız pürüzsüz zemini böyle hazırlarız. Tüm bunlar –temizleme de, nemlendirme de– yazma öncesi hazırlıklardır. Ancak şunu unutmayalım – bir hikâye ne kadar iyi nemlendirilirse nemlendirilsin, anlatımın kuruluğunu gizleyemez. Bu nedenle yazar iyi bir makyöz olmalı – nemlendirici kullanmak için anlatma yeteneğinin kuruluğunun farkında olmalı. Etkili makyajın adımları muhtemelen her tür yazma eylemi için büyük ölçüde geçerlidir. Ancak kayıp ve keder hakkında yazma söz konusu olduğunda, ince çizgileri düzleştiren, gözenekleri kapatan, düzenli bir görünüm sağlayan fondöteni unutmalıyız. Kayıp ve keder, düzensiz hikâye anlatımının, pürüzlü, kırışık anıların cazibesine sahiptir; onlar ne kadar fazlaysa yazı o kadar etkili olur. Makyaj sanatçısı olarak yazarın görevinin tam olarak bu olduğuna –onları gizlemek değil, vurgulamak olduğuna– inanıyorum. İyi makyajın sırrının sizde neyin –gözlerin mi, dudakların mı– daha etkili olduğunu seçmek ve sadece onu vurgulamak olduğu söylenir. Bu ilkeye dayanarak yazarken üç tür yazarı rahatlıkla ayırt edebiliriz: Her şeyiyle etkili olduğuna inanalar, güçlü ve zayıf yönlerini bilen ve bunları ustaca gizleyip gösterenler ve her ikisinde de aşırıya kaçanlar.
“KEDER’DEKİ ÖYKÜLER KULAĞA OTOBİYOGRAFİK GELİYORSA, YAZAR OLARAK AMACIMA ULAŞMIŞIM DEMEKTİR. ÇÜNKÜ HER YAZININ AMACI RAHATLATMAK OLMALI; EĞER İYİLEŞTİREMİYORSA DA EN AZINDAN DAHA FAZLA ALEVLENDİRMEMELİ.”
Sizinle bazı kavramları konuşmak istiyorum, çünkü öykülerinizde köklere doğru yolculuktan, soyağacından, köklerden söz ediliyor. Öykülerin katmanlarını aile portresi, soy, ev, yuva ve özellikle de büyükanne hikâyeleri, hastalık, kayıp ve yas gibi unsurlar oluşturuyor. Yolculuğunuza tam olarak nasıl bir yerden çıktınız?
Yazarlığı kökler, soy, soya ve köklere dair hatıralar, aile, atalar, insan hikâyeleri gibi konular olmadan düşünemiyorum. Köklerden oluşuyoruz ve kendimizi ağaca benzetirsek – eğer kökler sağlıklı değilse ağacın tacı da sağlam olmaz. Yine de neyi nasıl anlattığıma dikkat ediyorum. Bana göre yazar biraz kaçakçıya benziyor. Yazarı iki nedenden dolayı kaçakçıya benzetiyorum. İlki ahlaki, ikincisi ticaridir ve ikisi bir şekilde iç içe geçmiştir. Ahlak açısından bakarsak, yazmak ve edebiyat söz konusu olduğunda, kendime her zaman sorduğum sorular insan hakları ve insan onuruyla ilgili olmuştur. Yazar birinin acısını güzel bir öyküye dönüştürmek için onu sömürdüğünü gayet iyi biliyorsa, kayıp ve keder hakkında yazmak bir tür organize suç mudur? Bu haklı mıdır, bir istismar eylemi midir? Kişisel örnekler vereceğim. Annemin benden önce doğurduğu ve sadece birkaç gün yaşayan çocuğu hakkındaki öyküyü yazdığımda, annemden ve babamdan acılarını anlatmak için izin istememiştim. Birkaç kez kendimi yakınlarını soyan bir hırsız gibi hissettim. Edebiyatın başkaları adına yapılan bir eylem olduğunu ve onlar adına yapılan her şeyin meşru olduğunu kabul edersek, başkalarına vermek için bile olsa, birini soymanın onurlu bir yanını göremiyorum. Öte yandan ölen kardeşimin hikâyesini kendim uydurup birinci kişi ağzından anlatmış olsaydım, (çünkü birinci kişi ağzından anlatılan, uydurulmuş hikâyelerim de var) bu beni yine aklamazdı. Yazar, nereden bakarsanız bakın, toptan ve perakende çalışan bir kaçakçıdır. Bellek taşıdığı ve bellek yarattığı için onu maruz görebiliriz, ancak kayıp ve keder hakkında yazmak söz konusu olduğunda şu soru da ortaya çıkıyor: Onun insanları emek sömürüsüne maruz bırakan bir kaçakçıdan farkı nedir?
Anneannemin kesilen memesini tasvir ettiğimde bu organ satma amacıyla yapılan bir tür insan kaçakçılığı olmuyor mu? Her yazarın kitabının yeni doğmuş bir bebek gibi olduğunu varsayarsak, yazarın kendisi de aslında yeni doğmuş bebeği satmak için insan kaçakçılığına gönüllü olarak giren hamile bir kadın değil midir? Kayıp ve keder hakkında yazdığınızda dünyaya besletilip büyütülmüş, nur topu gibi bir acı sunarsınız ve eğer onu etkili bir şekilde yetiştirdiyseniz, yatırımınızın karşılığını almayı beklersiniz. Ancak bu dilendirme amacıyla çocuk kaçakçılığı yapmak değil midir? Kayıp ve keder hakkında yazmak, yatırımınızı en azından okur hayranlığıyla telafi etmeyi umduğunuz bir tür yeşil alan yatırımı değil midir? Kayıp ve keder hakkında yazmak sizi gerçekten bir kaçakçı –gönüllü, ömür boyu hüküm giymeyen bir kaçakçı– yapar.
Köklerden, aileden, şecereden söz ederken o kadar içten duygularla yazmışsınız ki… Öykülerinizde otobiyografik öğeler var mı diye sormak istiyorum.
Biliyor musunuz, ilk öykülerimi hep üçüncü kişi ağzından yazdım – hikâyeyi anlatıcının adına sundum. Okurun bunların benim şahsi öykülerim olduğunu, özellikle benim başıma geldiğini düşüneceğine dair bir korkum, bir çekincem vardı. Keder ile birlikte birinci kişi ağzından hikâye anlatmaya başladım. Kendi adınıza anlattığınızda okurla yakınlık kuruyorsunuz, onu hayatınıza dahil ediyorsunuz, onu hayatınıza davet ediyorsunuz. Ona şunları söylüyorsunuz: “Kederlenme, üzülme; kederinde ve kaybında yalnız değilsin, bunlar senden önce birçok insanın başına geldi, benim de başıma geldi, bu kitapta birlikteyiz fakat sayfalarının dışında da birlikteyiz. Keder’deki öyküler kulağa otobiyografik geliyorsa, yazar olarak amacıma ulaşmışım demektir. Çünkü her yazının amacı rahatlatmak olmalı; eğer iyileştiremiyorsa da en azından daha fazla alevlendirmemeli.
Öte yandan ev olarak millet, devlet, Bulgaristan’ın kendisi, toplum ve siyaset gibi unsurlar da öykülerde rol oynuyor. Bulgaristan’ı bir ev olarak görmek bireylerin kaderini ne şekilde etkiliyor? Sizinle bu konu hakkında, özellikle bu konuyu yansıtan öyküler üzerinden konuşmak istiyorum.
Çok güzel bir soru. Hayatın kıyısına itilmiş isimsiz Bulgarlar hakkında yazıyorum. Bir zamanlar onlar Bulgar tarihinin merkeziydi – tüm insanların eşit olacağı, birbirini kardeş gibi seveceği ütopik sosyalizmin parlak geleceğini inşa etmeleri beklenen büyükanne ve büyükbabalarımızın, anne ve babalarımızın aldatılmış neslinden söz ediyorum. Ancak bunlar olmadı ve olamazdı. Onlar propaganda ve ideolojinin kullandığı kuşaktan. Bu insanların yaşlılığına üzülüyorum – fiziksel sonlarını sersefil şartlarda bekliyorlar. Bulgar emeklileri yoksul ve genelde yakınları tarafından terk edilmiş insanlardır; geçmişleri, anıları dışında bir şeyleri yoktur. Yaşlı insanlar gereksiz insanlardır, imgeleri çoğu yazar için çekici değildir, yaşlı insanda çağdaşlık yoktur, moda yoktur, sadece geçmiş bir hayatın kalıntıları vardır. Fakat enkazdan, yıkıntılardan yeniden bir yuva kurduğum yapı ve inşaat birimim tam olarak bu kalıntılardır. Benim şehir öykülerim yok, karakterlerim bara girmez. Varlığından çoğunlukla haberdar olmadığımız derinden anonim insanlardır. Ama hikâyeleri anonim kalmamalı. Genel olarak bir insanın hikâyeleri ölümüyle birlikte bitmemeli. Sadece hatırladığımızda ve öykü anlattığımızda yaşarız.
Sizinle anadil kullanımı üzerinden dil meselesini konuşmak istiyorum. Öykülerinizi Bulgarca mı yazıyorsunuz, yoksa İngilizceyi mi tercih ediyorsunuz? Benim için önemli olan dil kullanımı hakkındaki düşünceleriniz. Aynı anda şair de olduğunuz için kelimelere olan yakınlığınız ortada.
Öykülerimi sadece ve sadece Bulgarca yazıyorum. Bu benim düşündüğüm dil. Tüm kelime oyunları zihnimde Bulgarca gerçekleşir. Türkçeye her iki dili de mükemmel derecede bilen Hasine Şen Karadeniz tarafından çevrilme şansına sahip oldum. Bunun büyük bir avantaj olduğuna inanıyorum, çünkü kendisi sadece Bulgarcayı değil, aynı zamanda Bulgaristan’ın kültürüne özgü öğeleri, ülkenin tarihini, edebiyatını da tanıyor. Her iki kültürün de taşıyıcısı olarak kitabımı Türk okurlar için uyarlayacak daha iyi bir kişi olamazdı. Madem dillerden söz ediyoruz, biliyor musunuz, aslında Türkçede kitabımın olmasını hayal ediyordum, çünkü hikâyelerimin ve Türkçenin birbirine çok benzediğine inanıyorum. Ben köklerimi anlatıyorum, Türkçede ise kelimeler, bildiğim kadarıyla, etrafına uygun ön ekler, son ekler ve takılar getirilerek kökler aracılığıyla oluşturulur. Her şey kelimelerin kökleri ve insanın kökleri etrafında dönüyor.
Eserleriniz elbette birçok dile çevrildi. Çevirilerin sizin metinlerinizi yansıtma şeklinden memnun musunuz?
Her çeviri yazar için bir köprü kurar. Çevirmenler sadece köprüyü kurmakla kalmaz, aynı zamanda önümüzde yürüyüp okura giden yolu açarlar. Ama bu yeterli midir? Her şey yayıncıyla da ilgili. Yıllardır seçtiği başlıklarla yüksek bir seviye tutturan Metis’in yazarları arasında yer almanın mutluluğunu yaşıyorum. Metis iyi edebiyat arayan okur kitleleri eğitip yetiştiren bir yayınevi. Bu anlamda kendimi şanslı hissediyorum, kaliteli bir yayınevi ve çevirmene denk geldim. Gerisi benimle okurlar arasındaki kimya. O ise, bildiğimiz gibi, tümüyle estetik zevkin moleküllerine bağlı.
Öykü yazmaya devam edecek misiniz? Çalışma masanızda yeni eserleriniz var mı?
Biliyor musunuz, bu hayatta birkaç büyük bencilce korkum var. Birincisi, elbette, yakınlarım için duyduğum korku – hastalanırlar mı, onları kaybeder miyim? İkincisi, bu dünyadaki tüm güzel kitapları okumak için yeterli zamanım olmayacak. Üçüncü korkum ise hikâye yazmayı, insanlara zaten bildikleri şeyleri farklı bakış açılarıyla anlatmayı bırakmak.
En çok hangi türü okumayı seviyorsunuz? Klasik, modern, çağdaş? Başucu kitaplarınız nelerdir?
Her kitapta ve her türde yüksek edebiyatın temellerini buluyorum. Müteşekkir bir okurum ve kendi yazarlığım hakkında en çok şeyi kitap okurken öğreniyorum.
Bulgarcadan çeviren: Hasine Şen Karadeniz