Prof. Dr. Begüm Özden Fırat ve Dr. Öğr. Üyesi Fırat Genç’in yayına hazırladığı Mülkiyet ve Müşterekler kitabı Türkiye’de mülkiyetin inşası, icrası ve ihlali üzerinden mülkiyet kavramını yeniden tartışmaya açıyor. 21 yazardan oluşan kitap mülkiyete; sosyolojiden tarihe, antropolojiden kültürel çalışmalara geniş ve disiplinler arası bir perspektiften bakıyor. Begüm Özden Fırat ve Fırat Genç’e göre mülkiyet var olan tanımlarının ötesinde, tarihsel olarak toplumsal sınıf ve güç çatışmaları içerisinde şekillenmeye devam eden bir kavram. Bu kavramı sadece hukuki ya da iktisadi bir tanımından ziyade ürettiği anlam dünyasından ve daha geniş bir perspektiften anlamaya ihtiyaç var. Müşterekleri de anlaşılagelen tanımının dışında kullanan Begüm Özden Fırat ve Fırat Genç’le kitabı inşa ettikleri bu kavramlar üzerine konuştuk. Sözü çok da uzatmadan onlara bırakalım...Kitapta sizler de dile getiriyorsunuz mülkiyetin özellikle sosyolojide cazibesini yitirdiğini, tam da bu yüzden biraz temel bir sorudan başlayacak olursak, sizi mülkiyet konusunda farklı disiplinlerde bir tartışma, araştırma alanına iten şey neydi?Fırat Genç: Bizi kitabı hazırlamaya iten birden fazla gerekçe var, bunlardan bir tanesi akademik, entelektüel bir gerekçe, bir diğeri de daha politik bir gerekçe. Biz bu derleme kitabı oluşturma motivasyonumuzu daha çok “mülkiyete geri dönmek” metaforu ile açıklıyoruz. Geri dönmek diyoruz çünkü bir tarafıyla da mülkiyet tartışması akademik alanda, özellikle de ana akım sosyal bilim çalışmalarında uzun süredir pek yürütülmeyen bir tartışmaydı. Tabii bunun istisnaları var, belli alanlar tanım gereği bu işlere daha yakın, mesela iktisat tarihi bunlardan bir tanesi. Ama kabaca bir genelleme yapacak olursak, sosyal bilimlerin geneli için mülkiyet etrafındaki tartışmaların uzun süredir cazibesini yitirmiş, donuklaşmış bir tartışma olduğunu söylemek mümkün. Çünkü artık özel mülkiyetin üzerine çok konuşulası bir şey olmadığına dair bir mutabakat vardı. Özel mülkiyetin ne anlama geldiği, nasıl işlediği akademik anlamda oturmuş sayılıyordu.
Var olan tanımlar yeterli mi görülüyor?Fırat Genç: Evet, var olan düşünme biçimleri büyük ölçüde yerleşikleşmiş, özel mülkiyetin tanımı ve işleyişi açısından neredeyse sarsılmaz bir mutabakat ortaya çıkmıştı. Bu bizim gündelik hayatımızda da hissettiğimiz bir şey esasında, yani sadece akademik alandaki bir kanıksanmışlıktan bahsetmiyoruz. Keza gündelik hayatta da özel mülkiyet dendiğinde neyi kastettiğimizin az çok belli olduğunu varsayıyoruz. Mülkün sınırları nedir, onu nasıl görürüz, nasıl anlarız, hukuken bu ne anlama geliyor gibi bir dizi soruya dair bir mutabakat bu.
Hukuki olarak özel mülkiyet dediğimizde bir mülkün kullanma hakkını, onu alıp satabilme hakkını, birilerine devredebilme hakkını ve bu haklardan başkasını dışlayabilme hakkını kastediyoruz. Bu konvansiyonel tanımın tarihi Batı’da neredeyse 17’nci yüzyıla kadar gidiyor. Bunu sadece hukuken böyle tanımlamıyoruz, gündelik hayatımızda da böyle anlıyoruz. Örneğin “bu tarlanın sahibi şudur” dediğimizde hem o sahip olunan şey, yani mülkün sınırlarına dair bir genel geçer kavrayışımız var, hem de o malike dair bir fikrimiz. Bunun sahibi Ahmet’tir, John’dur, Edward’dır, bir süre sonra ölünce bu mülkü çocuklarına, hatta muhtemelen oğluna bırakacaktır vs. Yani mülkün sınırları da malikin mülk üzerindeki haklarının sınırları da tanımlanmıştır. Tabii ki tarihsel olarak bu bir anda olmuş bitmiş bir şey değil. Mülkiyet tarihsel olarak bir dizi çelişki, çatışma ve nihayetinde mücadele içerisinde biçimlendi. Oysaki özel mülkiyete ilişkin konvansiyonel tanımlar ve düşünme biçimleri ona bir dizi kesinlik atfediyor. İşte bu kanıksanmışlık durumu, mülkiyete ilişkin varsayılan kesinlikler bizim için bir başlangıç noktası oluşturuyor bu kitapta.
Elbette bu sadece bir literatür tartışması değil; bizler açısından geri dönüşü veya geri bakışı çağıran bir de politik bağlam var. Bununla mülkiyet üzerinden ortaya çıkan çelişkilerin ve çatışmaların artmış olmasını kastediyoruz. Mülkiyetin kanıksanmış, üzerine uzlaşılmış, konsensüs sağlanmış bir mefhum olduğunu işaret ettim; halbuki hayata bakıyoruz ki bu pek de öyle değil. Mülkiyet hâlâ pek çok politik tartışmanın orta yerinde duruyor. Bu küresel ölçekte de böyle, Türkiye için de böyle. Begüm de ben de 90’ların öğrenci hareketinde büyümüş insanlarız, politik bilincimizi oralarda kazandık. Sonrasında 2000’li yıllar boyunca da karşıt küreselleşme hareketinin bir şekilde parçası gördük kendimizi. Bütün o hareketlere, direnişlere ve isyanlara baktığımızda mülkiyet meselesinin çatışma konusu olduğunu görüyoruz. Hindistan’daki köylülerin kolektif olarak işledikleri toprakların ellerinden alınması ya da işte kimi ormanlık veya su alanlarının geniş kitlelerin kullanımına kapatılması, bunun sermaye baskısı ve devlet zoruyla gerçekleşiyor olması gibi. Aynı şekilde Batı Avrupa’da da benzeri gerilimlerin, diyelim ki işgal evlerinin peşi sıra ortadan kaldırılması gibi. Bütün bu tartışmalar ve bunlar etrafında ortaya çıkan direniş ve isyanlar bize esasında mülkiyet meselesinin hiç de öyle olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla akademik alandaki donuklaşmayla politik/toplumsal alandaki hareketlilik arasında bir mesafe olduğunu hep düşündük. Bu da bizi böyle bir tartışmaya geri dönmeye itti.
Mülkiyet kavramına dair muğlak bir tanımlama yapıyorsunuz. Daha doğrusu temel teziniz bu kavramın tarihsel olarak toplumsal ve sınıfsal güç çatışmaları çerçevesinde şekillenmeye devam ettiği yönünde. Bu şekillenmeyi ve hâlâ bir çerçevenin çizilememesinin sebeplerini açabilir misiniz?Begüm Özden Fırat: Bir önceki sorudan Fırat’a ek yaparak başlayayım. Aslında var olan tanımları eleştirel bir okumaya tabi tutuyoruz ve belki de görünmez kılınmış birtakım mülkiyet iddiaları ve pratiklerini de görünür kılmaya çalışıyoruz kitapta. Evet, temel tezimiz şu, bir politik mülkiyet okuması yapıyoruz, bir geri dönme iddiamız var ama sadece 19’uncu yüzyıldaki Batı merkezli tartışmalara değil, Batı-dışı ve bilhassa Türkiye’de daha önceki dönemlerde yapılan mülkiyet odaklı tartışmalara da geri dönmek istiyoruz. Örneğin 1960’larda Türkiye’de hem sosyal bilimlerde hem de sosyalist politika alanında Osmanlı’da toprak rejimi, emek ve mülkiyet ilişkileri ve dönüşümler, ATÜT tartışmalarıyla birlikte başlayan feodalizm değil mi tartışmaları çok önemliydi. Bu hem bir sosyalist strateji tartışması hem alternatif bir tarihyazımı meselesiydi. Dolayısıyla 1960’larda hem toplumsal mücadeleler alanında hem de akademik ve sosyalist siyaset alanında mülkiyet oldukça ateşli tartışılan bir mesele. Bugün bu derleme ile bu miadını doldurmuş tartışmalara yeni bir gözle dönmek istiyoruz bir veçhesiyle.
Tartışmaların içeriğini biraz değiştirerek, güncelleyerek farklı disiplinlerle bağlantısı içerisinde mülkiyeti yeniden değerlendirmek, yani politik olarak mülkiyeti özellikle toplumsal sınıflar arasındaki çatışma ve müzakereler üzerinden okumak istiyoruz. Bir diğeri de tarihsel bir okuma sunmak. Örneğin 19’uncu yüzyıl geç Osmanlı’sından bugüne kadar, üç farklı aşamada tarihsel olarak mülkiyetin bir rejim olarak nasıl kurulduğunu göstermeye çalışıyoruz. Dolayısıyla tarihsel dönemlerde değişen, dönüşen ve sadece devletin birtakım idari, hukuki uygulamalarından ibaret olan ya da sadece ekonomi politik okumasının yapılacağı yapısal bir ilişki olmaktan ziyade; aşağıdan gelen direnişlerle dönüşen, bazen toplumsal hareketlere konu olan, bazense bireysel dağınık eylemlerle her zaman altı oyulan bir kurumdan bahsediyoruz.
Dolayısıyla eski sorulara geri dönüyoruz ancak mülkiyete bir kurum ve kavram olarak –belki güncel ve eski literatürde bulunmayan– kültürel bir gözlükle de bakmaya çalışıyoruz. Tabii ki maddi toplumsal ilişkiler güzergâhı içerisinde bir çatışmadan bahsediyoruz ama şunu da kabul ediyoruz; mülkiyet tarihsel olarak kuruluyorsa ve bunu asimetrik güç ilişkileri alanında tanımlıyorsak, mülkiyetin tekil bir okuması mümkün değil. Kurumun ve kavramın anlamının verili ve sabit olduğunu varsayamayız. Dolayısıyla anlamının her zaman erozyona tabi tutulabileceğini düşünüyoruz. Anlamın kendisinin bir güç ilişkileri alanında belirlendiğini ve tanımlandığını söylüyoruz. Bir diğeri de bununla bağlantılı olarak yine kültürel gözlükle baktığımızda, mülkiyet kurumunun, dünyayı nasıl anlamlandırdığımız, nasıl gördüğümüz ve şeylerin arasındaki ilişkileri nasıl tanımladığımız açısından belirleyici olduğunu vurguluyoruz. Çoğu zaman bu, özel mülkiyet penceresinden ve hatta özel-kamu mülkiyeti ikiliği çerçevesinden belirleniyor, neyi hayal edebileceğimiz bile.
Mülkiyete iletişimsel, söylemsel ve hayal gücü meselesini de içerecek şekilde kültürel perspektiften bakmayı anlam ve duygu dünyalarının kuruluşunu ve bu dünyaların çeşitliliğini ve zenginliğini de gösterdiği için önemsiyoruz. Özel mülkiyet ve devlet mülkiyeti ikiliğinin dışında kalan ve onun kapsamından çok daha geniş alanları işaret eden bir mülkiyet ilişkileri alanı olduğunu da söylüyoruz, buna da müştereklerin alanı diyebiliriz. Özel mülkiyetin inşası modern anlamıyla –elbette ki Roma hukukunda da var ama– 17. yüzyılda Batı dünyasında gerçekleşiyor ve bir dizi anlatıya sırtını dayıyor. Bu anlatıların bazıları retorik, bazıları alegorik, bazılarıysa mitik. Hem taraftarları hem de karşıtlarından bakacak olursak, örneğin John Locke’tan Jean-Jacques Rousseau’ya, dönemin düşünürleri birtakım mitik anlatılar inşa ederek mülkiyetin tarihsel meşrutiyetini kanıtlamaya ya da karşı çıkmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla özel mülkiyetin “doğuşunda” egemen sınıfların bir anlatıya ihtiyaç duyduğunu, kurumun meşruiyetini ahlaki bir söylem dizgesi içerisine yerleşerek kazandığını belirtmeliyiz. Gel gör ki 17. yüzyılda ve bugün de Batı ve Batı-dışında kurumsal olarak tanınmış özel ve devlet mülkiyeti dışında kalan, toplumsal alanın içerisinde pratikte vuku bulan ve bu ikilik içerisinde tanımlanamayan çok farklı tasarruf ve kullanım pratik ve iddiaları söz konusu. Toplumsal ilişkiler alanında özel mülkiyetmiş gibi tanınan ve işleyen mülkiyet ilişkileri söz konusu, bu ikiliğin dışında var olan sahiplenme ve kullanma pratikleri de var. Biz bu iddia ve pratiklerin, onları maddi güzergâhlarına da yerleştirerek, anlam kurucu taraflarına, birtakım duyguları şekillendiren ve tetikleyen kültürel veçhesine bakmayı önemsiyoruz.
Müşterekler kavramına gelmişken, mülkiyetteki muğlak, şekillenmeye devam eden tanım içerisinde müştereklere de dinamik bir yapı atfediyorsunuz. Pekâlâ, onun da şekillenmeye devam ettiğini söylüyorsunuz. Begüm biraz bahsetti ama yine de daha geniş anlamda müşterekler neye tekabül ediyor? Salt direniş alanları mı, gecekondu alanı mı, hukuken tanımlanmamış mülkiyetler mi?Fırat Genç: Biz müşterekleri tanımlarken birtakım mekânların, pratiklerin ve de ilişki biçimlerinin piyasa dışında kalıp kalmadığını asıl kriter olarak alıyoruz. Yani bir anlamda bunların piyasadan azade olabilmesini kastediyoruz… Bu tanım müştereklere ilişkin alternatif tanımlardan farklı; yani basitçe insanların ortak olarak kullandıkları birtakım yerler müşterektir demekten farklı bir yorum bu. Literatürde bu uzunca bir zaman biraz böyle anlaşıldı. İlk akla gelen örnek ormanlar, nehirler, su kaynakları vesaire. Bizim benimsediğim çerçeveden bakıldığında ise bunlar müşterek olabilir de olmayabilir de.
Müşterekler ve çitlemeler tartışması esasında Marksist literatürün temel tartışmalarından biri. Marx’ın kapitalizmin oluşum aşamasına dair yaptığı bir tartışma esasen bu. Marx ilk sermaye birikiminin kaynağı nerededir diye soruyor ve dönüp cevabı “şiddettedir” olarak veriyor. Marx “Sermayenin tarihi kanla ve barutla yazılmıştır” diyerek o şiddet anına dönüyor ve onu bir başlangıç noktası olarak alıyor. Tabii bu sonra Marksistler arasında da çokça tartışıldı: “Bu sadece başlangıç anına dair bir şey midir, yoksa süreğen bir şey midir?” sorusu bu tartışmanın merkezinde yer alıyor. Sonrasında bunun aslında süreç olduğuna dair bir mutabakat oluştu. O tartışmada tabii Marx’ın dönüp baktığı yer, daha çok tarım üreticilerinin, henüz işçileşmemiş olan geniş halk kitlelerinin geçimlik kaynaklarını elde ettikleri yerler. Bunlar da ormanlar, nehirler, ortak işlenen topraklar. Dolayısıyla klasik Marksist analizde daha çok doğal ve fiziki varlıklar üzerinden tarif edilmiş bir müşterekler ve bu müştereklere dönük sermaye ve devlet baskısı anlamında da çitlemeler pratiği karşımıza çıkıyor. Bugün geldiğimiz noktada bunu biraz daha dinamik olarak tarif etmek lazım. Çünkü hikâye çok daha karışık artık.
Nasıl daha karmaşık?Fırat Genç: Sadece ormanların ya da nehirlerin sermaye tarafından kapatılmasının ötesinde bir şey var karşımızda. Piyasa dışında kalabilme, piyasadan özerk olabilme dediğimizde esasında yapılıp edilen bir şeyi kastediyoruz. Bir süreci kastediyoruz. Çünkü bir müştereği müşterek kılan ancak onun gerisindeki müşterekleştirme çabası ve mücadelesi olabilir. Yani bir müşterek kendiliğinden müşterek olmaz, ancak geçmiş kuşakların bir zamanlar yürüttükleri mücadelenin sonucunda müşterek olur. Dolayısıyla piyasanın dışında kalabilme dinamiği bir kolektifin sorumluluk üstlenerek giriştiği ortak bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkar. Tanımı böyle yaptığımızda “Bir gecekondu alanı müşterek midir, değil midir?” tartışması ya da “Bir doğal alan müşterek midir, değil midir?” tartışmasına daha kolay yanıt verebiliriz.
Burada da mülkiyet gibi yine dinamiği sağlayan şey olarak toplumsal ve sınıfsal güç ilişkilerini koyuyorsunuz öyle mi?Fırat Genç: Evet. Bizim meselenin politik olmasından kastımız esasında az önce mülkiyet tartışmasına dair Begüm’ün de söylediği gibi orada çok katmanlı, çok boyutlu çatışmaların sürekli olarak yaşanması. Dolayısıyla bunun bitmiş, statik bir şey olarak değil, süreğen bir şey olarak anlaşılması gerekiyor. Çok boyutlu oluşundan kastımız da işin hem anlam dünyalarını hem duygu yapılarını hem ekonomi politik boyutu hem de hukuki boyutu içermesi. Böyle bakıldığında müşterekler bizim için mülkiyet tartışmasının içkin bir parçası. Yani basitçe özel ve kamu mülkiyetinin dışında bir üçüncü alternatif de var demeye çalışmıyoruz. Bu ikisinin birbirine zıt iki birimmiş gibi düşünülüyor olması, mülkiyet ilişkilerinin toplumsal hayat içerisindeki karmaşıklığını, dolayısıyla mücadelenin pek çok boyutunu dışarıda bırakıyor. Biz müşterekleri zaten hâlihazırda orada olan bir şey olarak tarif etmiyoruz. Eğer böyle tarif edersek, müştereklerin ya da müşterek kullanım biçimlerinin tarihin tozlu raflarında kalmış, biraz antika bir şey olarak görülüyor oluşunu tasdik etmiş olurduk. Halbuki tarihsel ve mekânsal olarak o kadar uzak, bizim dışımızda şeyler değil bunlar. Tam da bu nedenle bizim yapmaya çalıştığımız analitik ve teorik tartışmanın orta yerinde müşterekler mefhumu duruyor.
Begüm Özden Fırat: 90’ların sonunda 2000’lerin başında açık kaynak yazılım gibi yeni müşterekleştirme pratikleri, yazılımcı olmayan bizleri dahi heyecanlandırmıştı. Bu tür üretimsel müştereklerin fiziki bir nesnesi ya da mekânı yok. Microsoft yahut Apple gibi kodların üzerine özel mülkiyet damgasını vurmayan, Ubuntu gibi işletim sistemlerini önemsiyorduk örneğin. Burada müştereklik tam da devlet ya da özel mülkiyetten farklı olarak herkesin erişimine açık olmak ve herkesin üretici haline dönüşmesini sağladığı anlamda bir tür otonomi, yani piyasadan göreli bir özerklik sağlayabiliyor. Bir de –bu daha Negri-Hardtçı bir tartışma ama– özel mülkiyetin işleyişi örneğin telif hakları ve patentleme gibi durumlarda aslında toplumsal zenginliğin ve verimliliğin de önünde ket vuruyor.
Fikri mülkiyet meselesi mi?Begüm Özden Fırat: Evet, her türlü bilgi üretiminin hem derinleşmesinin hem de yaygınlaşmasının önündeki en önemli engeli bu tür mülkiyet iddiaları oluşturuyor. Müşterekler ne diyor buna? Bilginin müşterekliğini tartıştığımız noktada fikri mülkiyet ya da telif hakları gibi özel mülkiyet iddialarının ötesinde, sadece bilgiye erişimin değil, aynı zamanda kolektif üretim olanaklarının da genişlemesini merkeze almak durumundayız.
Başından beri anlattığınız gibi kitapta mülkiyeti tek bir yönüyle ele almıyorsunuz. Ayrıca kitapta da birçok disiplinden yazı mevcut. Biraz da hem kitabın içeriğinden hem de bu disiplinler arası anlatıdan bahseder misiniz?Begüm Özden Fırat: Kitapta 16 yazı ve 21 yazarımız var, bazı yazılar çift yazarlı. İktisat, tarih, sosyoloji, sinema, halk bilimi, antropoloji, kültürel çalışmalar, coğrafya, sanat tarihi alanından gelen yazarlar var. Kitabın muradını bir tür disiplinlerin ortaklaşacağı kavramlar ve tartışmalar etrafında oluşturmak bizim için çok önemliydi. Kitabın oluşum süreci Covid-19 pandemisinin kapatılma dönemine denk gelmişti. Bu dönemde dört gün süren online bir atölye düzenledik. Yazarlar birbirlerinin makaleleri üzerine yorum ve eleştirilerde bulundu. Bu sebeple farklı disiplin ve bakışların temas ettiği bir süreç olarak düşünmek mümkün derlemenin oluşumunu.
Farklı disiplinlere örnek olarak misal Aylin Sayın’ın makalesinden bahsedilebilir. Aylin Sayın, Metin Erksan’ın meşhur “mülkiyet üçlemesi” filmlerinden yola çıkarak, Erksan’ın, her ne kadar Yeşilçam Sineması’ndan bir kopuş iddia etse de aslında oradaki melodramatik anlatıdan beslenerek anlatısını kurduğunu gösteriyor. Örneğin Susuz Yaz’da su üzerinden farklı statülerdeki köylülerin birbirleriyle çatışmalarını konu ederken, Yeşilçam’ın melodramatik yapısının nasıl tekrar ettiğini göstermek, mülkiyetin işleyişini iyi ve kötü arasında bir gerilime indirgediğini ileri sürmek oldukça vurucu. Demiştik ya, özel mülkiyet dünyayı görme ve anlamlandırma biçimi de sunuyor diye… Benzer şekilde özel mülkiyetin dışındaki mülkiyet iddia ve pratiklerini anlamak için de demek ki başka anlatılara ihtiyacımız var. Çünkü konu mülkiyet gibi politik bir çatışma alanına geldiğinde aynı janrların sürdürebiliyor oluşunu görüyoruz.
Sevinç Doğan’ın yazısı eski bir Rum köyüne yerleştirilmiş mübadillerin kendi mülkleriyle kurduğu ilişkinin ne kadar eğreti olabileceğini işliyor. Kişilerin maddi olarak tapusuna sahip olduğu, içinde oturduğu evi “gâvur malı” olarak niteleyerek kendisiyle mülk arasındaki duygusal yakınlığın ne kadar da kopabileceğini gösteriyor. Bu örnekte maddi ilişkiler alanının duygusal ilişkiler alanında birebir karşılığının olmayabileceğini görüyoruz. Aslı Duru’nun yazısı ise tam tersine malik ve mülk arasındaki ilişkiyi tapuda tescillenmemiş, özel mülkiyete tabi olmayan bir yerden anlatıyor. Meseleye Airbnb üzerinden bakıyor. Bir ev kiralama servisinin toplumsal işleyişini merkeze alarak, konutun mülkiyetine sahip olmayan kiracılarının içerisinde oturduğu evi nasıl sahiplenebileceğini gösteriyor. Sevinç Doğan ve Aslı Duru’nun yazıları bizce birbiriyle çok güzel konuşuyor; sahip olma/sahip çıkma diye tanımlayabileceğimiz mülkiyete dair iki duygusal yatırımı görünür kılıyor.
Güncele doğru gelecek olursak, 6 Şubat depremleri bir yılı geride bıraktı. Bir yıl önce Türkiye’de konut olarak mülkün “güvenli olmadığı” gerçeğini de çok yakıcı bir şekilde gördük ve bu güvenli olmama hali üzerinden yeni bir talan gerekçesi yaratıldı. Kitabın tam da son bölümünde özel mülkiyetin ihlalini işliyorsunuz. Bu elbette mülklere el konulması, millileştirilmesi, mübadele dönemlerinden Diyarbakır Sur’daki çatışmalara kadar hem politik hem de etnik-mezhepsel açıdan yerinden etmelere kadar geniş bir çerçevede ele alınıyor. Öte yandan kentsel dönüşüm Türkiye için yeni değil ama özellikle deprem ‘bahanesi’ ile olması bakımından yeni. Zira 6306 sayılı afet yönetmeliği çok önemli bir talan düzenlemesi olarak ele alınıyor. Ayrıca yakında seçimler var ve AKP’nin Murat Kurum’u İstanbul’dan aday göstermesinin bile kentsel dönüşümün bir parçası olduğu değerlendirmeleri var. Bu anlamıyla bu yasayı ya da gaspı nasıl ele alıyorsunuz mülkiyet açısından?Begüm Özden Fırat: Ben kısa bir şey söylemek istiyorum en başından beri anlattıklarımızla da bütünleşmesi açısından. Derlemenin ilk fikri tohumları Gezi ayaklanması sonrası toplumsal mücadeleler ve hareketlerin fokurdadığı bir dönemde atıldı. Kitabın tamamlanıp yayınlanması ise toplumsal mücadelelerin geri çekildiği ya da kuluçkaya yattığı bir döneme denk geldi. Bizim kitap çıktıktan birkaç hafta sonra da söz konusu yasal değişiklik yapıldı. Sadece 10 yıl içerisinde toplumsal mücadele açısından mülkiyet meselesinin dönüşümündeki büyüklüğü göstermesi açısından da çok önemli bir dönemeci gösteriyor bugün içinde olduğumuz koşullar.
Fırat Genç: 6306 sayılı yasada yapılan son değişiklikler, AKP’nin son 20 seneye yayılmış kentsel rejiminin kriz anını ya da tıkandığı bir noktayı ifade ediyor bana kalırsa. Hem bir kriz anını hem de o krize yanıt verme biçimini yansıtıyor da denebilir. Söz konusu olan bir taraftan ekonomik bir kriz. Malum, AKP’nin ekonomik politikasının orta yerinde inşaat ve gayrimenkul meselesi duruyor. 20 yıl boyunca inşaat faaliyetlerini arttırarak sermaye birikimini sağlamak, bunun için de inşaat sektörünün önündeki yasal, idari engelleri temizlemek AKP’nin temel düsturlarından bir tanesi oldu. Özellikle 2018 sonrasında bu işleyişin tıkandığını biliyoruz. Dolayısıyla yasadaki güncel değişikliklerin gerisinde bu tıkanıklığı aşma motivasyonu olduğu anlaşılıyor.
İkincisi, bu yasal değişikliğin gerisinde aynı zamanda bir ideolojik kriz, bir nevi meşruiyet krizi olduğunu da söyleyebiliriz. 2023 Şubat’ında yaşanan depremler esasında her ne kadar 1999 depremi sonrasında yaşandığı gibi anlık bir siyasal değişim yaratmamış olsa da öyle gözüküyor ki toplumun geneline yayılmış bir güvensizlik ve bir “Ne yapacağız?” hissi yaratmış durumda. Hiçbir hükümetin bunu topyekûn görmezden gelmesi mümkün değil. Her ne kadar şimdiye kadar siyasal iktidar bunu “yokmuşçasına” çerçevelemeyi başarsa da ya da anlık siyasal sonuçlarından muaf kalabilmeyi başarsa da alttan alta devam eden bir ideolojik krizin, bir meşruiyet krizinin devam ettiğini düşünüyorum ben. Sonuçta sadece İstanbul’da bile 20 milyona yakın insan “Biz ne olacağız?” sorusunun yanıtını bulmak için bir yerlere bakıyor. Her şeyin tek bir politik bedende toplandığı bir rejimde de o bedenin bu tür sorulara ve kaygılara yanıt vermemesi düşünülemez. Dolayısıyla böyle bir ideolojik krize de bir yanıt olarak bu yasanın, daha doğrusu sadece yasanın da değil, kentsel dönüşüm meselesinin geri döndüğünü söyleyebiliriz.
Biraz daha açarsak nedir bu kriz?Fırat Genç: Hâlâ kendini seçimlerle ispat etme zorunluluğunda olan bir iktidar bu. Otoriter ama aynı zamanda seçimlerle kendini ispat etme zorunluluğundan vazgeçemeyen bir rejim var Türkiye’de. AKP’nin her seferinde kendisini sandıkta onaylatması gerekiyor. Küçüklü büyüklü her seçimde kendini tekrar tartıya çıkaran bir iktidar etme biçimiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla aynı şey önümüzdeki belediye seçimlerine de yüklenmiş durumda. Bu bağlamda İstanbul için seçilen adayın Murat Kurum olması, onun üreteceğini varsaydığımız söylemin kentsel meselelere ve daha spesifik olarak da deprem riski karşısında kentsel dönüşüm uygulamalarının hızlandırılmasına ilişkin olacak olması, kentsel dönüşüm olgusuna ilişkin güncel politik tazyikin artacağına delalet.
Sonuçta AKP iktidarının içinde olduğu çok boyutlu kriz halinin her birine bir yanıt olarak kentsel dönüşüm meselesi gündemimize daha kuvvetli biçimde dönecekmiş gibi. 6306’daki değişiklikler biraz bunun öncü işaretleri. Yasanın hayata nasıl geçeceğinin, pratikte nasıl uygulanacağının bir sürü kısıtı var, bunu yaşayarak göreceğiz. Sadece yasanın içeriğine bakarak bunun nereye varacağını görmek mümkün değil. Yasada idareye tanınan haklar, özellikle de şehirlerin meskûn alanlarının dahi rezerv alan ilan edilebilme yetkisi insanların en çok dikkatini çeken şey, ama bu yetki her yerde aynı ölçüde ve biçimde uygulanmayacaktır. Özellikle kentli orta sınıflar söz konusu olduğunda yasanın özel mülkiyet hakkının dahi gaspıyla sonuçlanabilecek “istisnai” yönlerinin yeknesak olacağını varsaymamak gerekir.
Neden?Fırat Genç: Bundan önce bu tür uygulamalar nerelerde gündeme geldi, nasıl uygulandı ve kimleri vurdu diye baktığımızda elimizde birkaç örnek var. Özel mülkiyet hakkının ihlal edildiği, insanların tapuya yüklediği hukuki, politik ve kültürel anlamların altının oyulduğu uygulama biçimleri nerelerde karşımıza çıktı diye baktığımızda hemen akla gelen üç örnek var. Bir tanesi tabii ki Antakya’da yaşananlar. Özellikle kent merkezinde deprem sonrası yeniden inşa sürecinde özel mülkiyet hakkının ihlal edildiğine dair itirazlar yükseliyor. Bir diğeri Sur’da 2015-2016 çatışmalarından sonra yaşanan yıkımın ardından gelen yeniden inşa sürecinde yaşananlar. Suriçi’nde yeniden inşa edilen konutları satın almayı isteyen eski sakinlerin bir kısmının özel mülkiyet hakkından mahrum bırakıldığını gördük. Bir de İstanbul’da Şahintepe gibi daha çok çeperlerde, eski gecekondu alanlarında yaşanmış birtakım örnekler var. Bunlar bütün manzarayı görmemize imkân verir mi bilmiyorum ama en azından şimdilik şunu söylememize imkân veriyor: Yasanın ürettiği olağanüstü hâl, özel mülkiyet hakkını, yani liberal hukukun ve kapitalizmin üzerine inşa olduğu bir hakkı gasp ederken en çok yoksulları, marjinalleştirilmiş, azınlıklaştırılmış, düşmanlaştırılmış etnik ve dini toplulukları vuruyor. Yani Kürtler, Romanlar, Aleviler, göçmenler… Dolayısıyla bu yeni evrede, yani siyasal iktidarın karşı karşıya olduğu çoklu krizlere yanıt olarak kentsel dönüşüme yüklediği yeni anlam çerçevesinde bu iki hattın kesiştiği yerde kalan kesimlerin mülksüzleştirilmesi olası. Bunu söylemek için sağlam bir zeminimiz var. Bunun ötesini ise güç ilişkileri belirleyecek.
Hükümetin motivasyonunu analiz etmekle beraber bunu uygulayabilecek kapasiteye sahip olup olmadığı da ayrı bir soru. Elimizde henüz sadece bir yasa var ve bu yasanın daha sporadik, parçacıl uygulandığı birtakım uygulamalar var. Fakat bu kapsamda bir kentsel dönüşüm uygulamasını hele ki insanların elindeki özel mülkü yaygın bir şekilde kamulaştırarak uygulayacak kadar finansal bir kaynak var mı hükümetin elinde, ben bundan çok emin değilim. Dahası bu kaynakları mobilize ettiği durumda diyelim ki kentli orta sınıfların üzerine gidebilecek kadar bir güç biriktirebilecek mi içeride? Ondan da emin değilim. Dolayısıyla bütün bu kısıtları düşünerek analiz etmemiz lazım.
Begüm Özden Fırat: Mülksüzleştirme, yerinden edilme meselesine elbette eleştirel gözlüğümüzle bakıyoruz ama bu yasa muhakkak birilerinin de rızasını üretecektir. Yani kentli orta sınıfların belli bir kısmının rızasını üretmek için bir araç olarak da düşünmemiz lazım.
Bu rızayı deprem korkusuyla ya da “istenmeyen” grupların dışlanmasına katkı diye üretebilir mi örneğin?Begüm Özden Fırat: Evet, hem rant hem de rıza üretecek, sonuçta mülkiyetin kendisi bir rıza üretim aracı, yani vatandaş kılma aracı, güvenlik ve yatırım aracı, Türklük sözleşmesinin bir parçası. Vatandaşlığı kimlere, nasıl pay edeceğinin belirlendiği bir kurum neredeyse mülkiyet, dolayısıyla yerinden etme, mülksüzleştirme aracı olduğu kadar rıza üretim aracı da. Biz ağırlıkla mülksüzleştirmeye, rant üretimine ve kırılgan sınıfların yerinden edilmesine odaklanıyoruz ama bir yandan da mülkiyet bir meşruiyet alanı yaratıyor, politik meşrutiyeti de üretiyor.
Fırat Genç: Demin kentsel dönüşüm konusunun ve yasadaki değişikliklerin, ideolojik, politik ve ekonomik krize verilmiş bir yanıt olarak düşünülebileceğini söyledik. Bu tıkanıklık öncesindeki durumda AKP’nin yapıp ettiği, öğrendiği ve sürdürebildiğini düşündüğü birtakım pratikler de var, muhtemelen tıkanıklığı oraya, yani bildiği yere dönerek de aşmaya çalışacaktır. Bu herkesi mülksüzleştirmek demek değil. Begüm’ün çok yerinde bir şekilde işaret ettiği gibi, üretilen rantı çoğaltıp bunu eşitsiz ama yeniden dağıtarak, yani herkese belki eşit pay etmeyecek ama o rantı artırıp dağıtabildiği ölçüde hem ideolojik hem politik hem ekonomik tıkanıklığı aşabileceğini biliyor AKP. Muhtemelen orta vadeli yatırımını buraya yapıyor. Sol kamuoyunun baktığı gibi sadece birilerini mülksüzleştirmek demek değil bu. Elbette rantı artırabilmek adına birilerini mülksüzleştirmesi gerekebilir. Ama bunu mümkün olduğunca dar ve kolay ısırılabilir bir lokma düzeyinde tutup rantı çoğaltmak, ardından üretilen rantı yine mümkün olduğunca çok insana dağıtmak, bu ideolojik, politik ve ekonomik tıkanıklıktan güçlenerek çıkma imkânı verebilir siyasal iktidara. Bu olasılığı atlamamak gerekir. Deprem yarattığı bütün yıkıma rağmen aynı zamanda iktidar açısından bir fırsat da yarattı. Bu çerçevede AKP, kentsel rejimin girdiği kriz durumunu aşmanın araçlarını nerede bulacağını sezmiş gibi görünüyor.