Ayşe Akalın:
"Temasın politik bir deneyim olduğunu, dayanışmanın da temastan geçtiğini unutmayan, bunun için gereken yol ve yordamları inşa edip onları sürdürülebilir mekanizmalar haline getiren bir umudu var etmemiz gerekiyor."
Aynur Kulak, K24, 6 Temmuz 2023
Ayşe Akalın tarafından hazırlanan Temasın İmkânları / Değmek, Değer Üretmek, Dayanışmak, duygulanım alanında Türkiye’de sosyoloji/antropoloji disiplinleri bağlamında yayımlanan ilk derleme kitap. Yeni bir kurumsal yaklaşım vasıtasıyla daha dayanışmacı, birbirine değerek değer üretebilen bir dünyayı var etmek için yeni sorular sormayı ve kimi bilindik sorulara yeni cevaplar vermeyi hedefleyen kitap üzerine Ayşe Akalın ile konuştuk.

Yükseköğreniminizi Sosyoloji, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler üzerine gerçekleştiriyorsunuz. Zemini aynı olmakla beraber farklı disiplinler her biri de. Bu bağlamda sormak istediğim, kafanızdaki konular ve kavramalar üzerine bir kitap yapmayı eğitim hayatınız boyunca hayal edip etmediğiniz, düşünüp düşünmediğiniz.

Lisansımı Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptım. Oradaki Siyaset Bilimi ve Sosyoloji bölümleri birbiriyle yakından etkileşim içinde olan bölümlerdi. O yüzden bu iki bölümde okumak bana aslında çift anadal değil de daha çok “bi’ buçuk anadal” yapmak gibi gelmişti. Eminim benim zamanımdaki paslaşmalar şimdi de devam ediyordur. Kitap yapmak konusu da elbette hayal olmak ötesinde bir sosyal bilimcinin geçmesi gereken yollardan bir tanesi. Sosyal bilimlerde kitap yazmak ile makale yazmak birbirinden farklı yazın tarzları olarak düşünülür. Ben hep makale insanı oldum, o yüzden de uzun süre kitap fikrine uzak durdum. Ama sonra yakın döneme ilişkin literatür takibi yaparken bu kitabın içeriği olacak bir boşluk fark ettim ve çok da beklememek gerek diyerek bu kitap projesine soyundum.

“Temasın İmkânları” üzerine, “Değmek, Değer Üretmek ve Dayanışmak” üzerine derleme bir kitap oluşturmanızın temel motivasyonu neydi? Kitap çıkmadan hemen önce bir deprem yaşadık ve ben kitaptaki her bir satırı sadece neo-liberalizm, tüketim, hız, teknoloji bağlamında değil, yazılanlar bu kadar mı depremde yaşananlara tekabül eder, temas eder diye de okudum.

Bu dediklerinize ilişkin birkaç şeyden bahsedebilirim. “Değmek” ve “değer üretmek” benim aslında doktora tezimde temel olarak kullandığım kavramlar. Bu kitapta da yayınlanan makalemin içeriği aslında bu iki kavramın nasıl birbirine konuştuğunu anlatır. “Dayanışmak” ise yakın dönemde yaptığım bir başka projenin ana temasıydı. Kitap projesine başlamadan önce doktorada okuyup öğrendiklerimle bu yeni başlığı birbirlerine nasıl konuşturabilirim diye okuyup düşünmekteydim. Aynı dönemde bu kitap projesi de söz konusu olunca o dönemde yaptığım çalışmanın bu kitap projesine de faydası olacağını fark ettim ve kitabın kavramsal taslağını bu üç kavram arasındaki ilişkinin duygulanım üzerinden nasıl kurulabileceği üzerine oturttum.

Temasın İmkânları” üzerine, “Değmek, Değer Üretmek ve Dayanışmak

Öte yandan bu kitabın kafamdaki tasarlanma aşaması aslında pandemi dönemine denk geliyor. Pek çoğumuz o dönemde evden çıkamamayı hem bir konfor hem de bir depresyon olarak yaşarken, aslında başımıza gelenin mutlak bir tam kapanma olma imkânı yoktu. Zira, toplumu toplum yapan şeylerin başında hem reel hem sembolik olarak aramızdaki bağların devamı geliyor. Batı’da bu dönemdeki hizmetleri sebebiyle “essential workers” yani “zaruri çalışanlar” olarak adlandırılan işçi ve meslek gruplarını tanımlayan başlıca ortak özellik hizmetlerini askıya almalarının toplum olma halini ortadan kaldırma “imkânı”na sahip olması, bunun da onları vazgeçilmez yapmasıydı. O yüzden pandemi toplum olma durumunun ortaya çıkardığı fiziksel bağların geçici de olsa askıya almanın mümkün olup olmadığını test ettiğimiz bir moment oldu. Bunun mümkün olmadığını gördüğümüz anda da değme ihtiyacımızı bu zorunluluğu hepimiz adına üstlenmek durumunda kalan kurye ve kargo çalışanlarına geçici olarak devrettik. Pandemi döneminde bu “zaruri çalışanlar”ın Türkiye’deki örnekleri üzerine Pınar Öğünç’ün yazdıkları ve yaptığı röportajlar bu kitap çalışması öncesinde benim için önemli bir ilham kaynağı oldu. O koşullarda bu söz konusu gruplar üzerine yeni bir araştırma yapma imkânım yoktu (zira o sırada evdekilere her gün üç öğün yemek pişirmenin peşindeydim) ama bu süreci kendi kendime anlamlandırmaya çalışırken aklımda “değmek” ve “değer üretmek” arasındaki ilişkinin Türkçe literatürde ele alınmasına katkıda bulunmak fikri oluştu. Kafamdaki motivasyonlardan biri de buydu. Kitabın yayınlanma sürecinin deprem dönemine denk gelmesi ise elbette hiçbirimizi öngörmediği bir durumdu. Öte yandan pandemi, deprem ve değme ihtiyaçlarını bir arada değerlendireceksek bunlardan ilk ikisinin neo-liberal dinamiklerle yaşanmak zorunda kalmış kriz anları olduğunu ve bunun şüphesiz değme deneyimine ilişkin pek çok unsur barındırdığını belirtmek lazım.

Kitap bu alanda Türkiye’de sosyoloji / antropoloji disiplinleri bağlamında yayınlanan ilk derleme. Duygulanımı sosyoloji/antropoloji alanı nasıl bir çerçeveye oturttuğunuzu ve hangi etkileriyle ele aldığınızı sormak istiyorum.

Bu söylediğiniz tespiti kitabın temel çerçevesini onlarla ilk paylaştığımda bana Metis yaptı. Ben de o zamana kadar bizim kitabın benzeri başka bir çalışmaya denk gelmemiştim ama elbette Türkçede yayınlanan kitaplara onlar kadar hâkim değildim. Ben daha çok bu alanda yakın dönemde araştırmalar yapan bazı araştırmacılardan haberdardım ama bu da yaptığım literatür taramaları sonuncunda bildiğim bir şeydi. Herkesin benim gibi bu konuda kim neler yazmış aramasına girmeyeceğini bildiğimden, bu çalışmaların daha derli toplu bir şekilde bir araya getirilebileceğini düşündüm. Evet, duygulanım alanı felsefeden sonra herhalde en çok antropologların ilgisini çekiyordur. Çünkü antropologlar uzun zamandın öznelleşme konusunu kapsamlı olarak ele alıyorlar ve duygulanım teorileri öznelleşmenin dinamiklerini kurgulamada bize çok önemli araçlar sunuyor.

Dünyanın geldiği noktada –teknoloji, iletişim, ulaşım, haberleşme gibi– temasa dair her imkân mevcutken daha da temassız bir yaşamın içine hızla nasıl çekildik?

Daha öncesinde pandemi süreci üzerinden temas ve temassızlık üzerine bir şeyler söylemeye çalıştım. Tam kapanma döneminde bile temaslarımız sürdü aslında; bunu bizim adımıza kargocular yaptı sadece. Size garip gelebilir ama benim bu soruya cevaben aklıma gelen ilk şey Marksistlerin bize devamlı hatırlattığı krizin kapitalizme içkin bir durum olduğu uyarısı. Bu uyarıya göre kapitalizmin yapabildiği yegâne şey krizleri engellemek değil, onların yer değiştirmesini sağlamaktır. Yani pandemi döneminde temas ihtiyacımızı geçici olarak askıya almadık. Sadece sınıfsal olarak çalışmaya devam etmek zorunda olanların bedenlerini bu ihtiyacımızı sağlamaları için duygulanımsal taşeronlarımız olarak ilan ettik. Bu, kapitalizmin krizlerinin yer değiştirmesi tespitinin duygulanım üzerinden basit bir okuması.

O yüzden aslında yapmamız gereken duygulanımın kolaylıkla alabildiği farklı şekil ve münasebetleri anlamlandırmaya çalışmak. Bunun ötesinde şunu da belirtmem gerek; biz bu kitapta organik bedenleri merkezine alan değme deneyimlerine odaklandık ama duygulanım çalışmaları alanını besleyen önemli epistemolojik hatlardan biri inorganik bedenlerin toplumsal hayattaki sosyal ve siyasi anlamı. Dijitalleşme, robotikleşme, enformatikleşme gibi başlıkların değme deneyimini bambaşka noktalara taşımalarından bahsediyorum. Örneğin geçen gün Guardian gazetesindeki bir haberde okudum; Çinliler öpüşme deneyimi sırasında ürettiğini hisleri dijital olarak iletmenizi mümkün kılan bir araç üretmişler.

Böyle özetlemeye çalışınca çok anlamsız geliyor ama kısaca bir temas ânındaki hisleri dahi datalaştırıp bir yerden diğerine aktarmayı hedefleyen bu ve bunun gibi pek çok çalışma uzun süredir yapılıyor. Buna temassızlıktan ziyade temasın yeni aşaması demek daha yerinde olacaktır. O yüzden duygulanım alanının temas ve değme deneyimini çok boyutlu ve katmalı bir alan hale getirdiğini belirtmek gerekir. Umarım başka araştırmacılar da bu tartışmanın devamı olarak bu gibi çalışmaları bizim için derleyip özetlerler. Duygulanım teorisi bu meseleyi siyah ve beyaz olarak ele almak yerine bunların birer tahakküm mü, dayanışma aracı mı olarak yaşanacağının bizim onlarla siyaseten gireceğimiz ilişki üzerinden belirleneceğini anlatmayı amaçlıyor.

Kitabın alt başlığında şu üç kavram var: Değmek, Değer Üretmek ve Dayanışmak. Yok mu oluyor bu kavramlar ya da silikleşerek etkilerini mi kaybediyorlar diye sormak istiyorum ama bu arada deprem oldu ve çok yoğun anlamda birbirimize değdik, değer ürettik ve dayanıştık. İlla bir şey, “bir felaket” mi olması lazım? Bu kavramlar neden normal, gündelik rutin de kendisini var edemiyor?

Sorunuzdan şunu anlıyorum; deprem gibi büyük krizler değmek gibi küçük ve gündelik bir şeyin ne kadar yaşamsal olduğunun (tekrar) farkına varmamızı sağlıyor. Deprem bölgesindeki insanlara değmek, birbirimizi kucaklamak arzusu, ya da bunları kanıksadığımız için nasıl önemsiz addettiğimizin farkına varmak gibi. Örneğin deprem sonrası Instagram’da denk geldiğim bir grup deprem bölgesindeki kişiler için örgü örmek amaçlı bir araya gelme çağrısı yapıyordu. Şüphesiz teması yeniden hatırlamanın bundan daha harika bir biçimi olamaz ama bizim bu kitaptaki kaygımız değmek deneyimini romantize etmek değildi. Değmeyi de kısıtları ile ya da peşi sıra getirebildiği tahakküm ilişkileri ile düşünmek lazım. Çarpıcı olsun diye söyleyeceğim, örneğin tecavüz de bir çeşit değme deneyimi olarak düşünülebilir. Bizim buradaki kaygımız değmenin de aslında politik bir ilişki kurma biçimi olduğu ve o yüzden özneler açısından daha iyi ya da kötü kurulma ihtimalleri taşıdığını hatırlatmak. “Temasın İmkânları” başlığı aslında bize Metis’in önerisi idi; benim önerdiğim başlık bu kadar yaratıcı değildi. Metis’in başlığı böyle önermesi bana bizim bu kitapta yapmaya çalıştığımız şeyin çeşitli politik açılımları olduğunu anlatabildiğimizi teyit etti. Onlar başlığı dosyanın tamamını okuduktan sonra önerdiler zira. Yani burada “temas”ın ötesinde “imkân” kavramının sağladığı araçlar üzerinden düşünmek gerek. Bu doğrultuda düşünürsek, doğru biçimlerde kurulan temaslar bizi o temasın kendisinin çok ötesine taşımanın yeni imkânlarını da yaratabilir. Ama aynı şekilde özneler açısından iyilik, güzellik içermeyen pek çok temas hali ve onların barındırdığı sakıncalar da var. Kitap bu olasılıklar ve fırsatları farklı örnekler üzerinden bir arada düşünmeye bir davet aslında.

Duygulanım bağlamında önemli bir konuya daha değiniyorsunuz: Bedenleri birbiriyle etkileşime geçiren durumlar. Kitabın meselesi aslında bedene ulaşmak, beden üzerinden bir şeyler söylemek, paylaşmak diye düşünmeden edemedim, çünkü değer üretmek için dokunmak gerekiyor, dayanışmak da böyle mümkün olabiliyor, gerekli imkânlar tek tek yapılandırılabiliyor.

Evet, bu biraz duygulanım teorisinde nerede durduğumuzla da alakalı. Benim duygulanım teorisini öğrendiğim hocam Prof. Patricia Clough, Deleuze’ü çok sıklıkla kullanan bir teorisyendi. O yüzden ben duygulanım teorisinde Spinoza-Deleuze-Massumi olarak adlandırılabilecek bir hattan ilerledim. Ama kitap içinde bu yaklaşım haricinde başka güzergâhlardan ilerleyenler de var. Kişisel olarak fikrimi soracak olsanız ben onların yaptıklarının “duygu sosyolojisi” denen alana daha yakın olduğunu düşünüyorum. Duygulanım ile duygu sosyolojisi arasındaki en belirgin fark, ilkinin bedeni mutlaka bir referans noktası olarak alması kanımca. Ancak dediğim gibi, herkes illa böyle düşünmüyor. Ama kitabın editörü ben olduğum için seçtiğim yazılar kaçınılmaz biçimde bedeni çeşitli boyutlarıyla ele alan araştırmalar oldu. O yüzden evet, kitabın önemli bir kısmı bedeni farklı açılardan ele alan metinler olarak da okunabilir.

Kitapta kavramları ezberlediğimiz başlıklar/konular üzerinden değil de pek de görülmek istenmeyen, ciddiyeti anlaşılmayan konularla bağdaştırarak ele almaya da önem vermişsiniz. Değmek konusunu ölülerle temas ve yas kavramları üzerinden, Değer’i ekolojik gıda hareketleri ve emek üzerinden, Dayanışma’yı da dayanmak ve feminist hareketler üzerinden…

Haklısınız, zira kitapta birden fazla şey yapmaya çalıştım. Kitapta bir yandan duygulanımın bizim için açtığı başlıklarını somutlamaya çalışıyoruz ama bir yandan da bunu hem kronolojik hem de epistemolojik olarak yeni araştırmalarla yapmaya çalışıyoruz. Bu sayede duygulanımın bize yeni araştırma alanları açmak konusunda sağladığı potansiyeli daha iyi görme imkânına kavuşuyoruz diye düşünüyorum. Örneğin öyle bir araştırmaya denk gelseydim “dayanışmak” başlığına omuzların birbirine dayanması fikrini metaforik değil reel durumlar üzerinden ele almış, dayanışma’yı anlatan bir çalışmayı kitaba dahil etmeyi isterdim. Hocam Patricia Clough’un derlediği kitapların birinde anadili Korece olan bölümden bir arkadaşım İngilizce ile olan zorlu ilişkisini bir organ olarak dili üzerinden anlatır örneğin. Duygulanım buralardan da düşünmek ve yazmak imkânını sunuyor bize.

Kitapta son söz Nükhet Sirman’a ait, kendisi bu bölümde kitabın ana özetini çok güzel çıkararak dijital dünyayı kullanmasını çok iyi bilen öznenin ileriki dönemlerde duygular, davranışlar ve bedenlerimiz açısından nelere sebebiyet vereceğine dikkatimizi çekiyor. Dijitalleşmenin sosyal bilimlere yeni soluklar getirme imkânları var mı, varsa eğer ne türde yeni temaslar gündeme gelebilir ileriki dönemlerde?

Bu dedikleriniz çoktan oldu tabii aslında. Ben 2002 yılında hocam Patricia Clough’dan beden üzerine verdiği ilk dersimi alırken Patricia’nın o zaman televizyon üzerine yazdığı kitap üzerinden (Autoaffection, 2000) bunları konuşuyorduk. Aslında o dönemde interneti de artık düzenli olarak kullanmaya başlamıştık. Patricia’ya kitabı üzerine önemli bir üniversitede yaptığı bir konuşmasında kitabındaki “teknolojinin insanın bir uzvu gibi düşünülmesi gerektiği”ne ilişkin yaptığı tespitinin asıl internete uygun bir iddia olduğunu, neden internet yerine televizyon üzerine yazdığını soruyorlar. O da cevap olarak “çünkü internetin gideceği noktayı henüz bilmediğimizi, o yüzden yazdıklarının ‘hiç de böyle olmayabilir’ diye karşılanabileceğini, oysa artık televizyonun geldiği yerin belli olması sebebiyle teknoloji ve beden etkileşimini o hat üzerinden konuştuğumuzda kimsenin buna itiraz edemediğini” söylemiş, bize anlattığına göre. 20 sene sonra geldiğimiz noktada cep telefonsuz tuvalete giren kaldı mı, emin değilim. Dijitalleşmeyi yeni bir şey olarak addetmek yaşadığımız yaşamların bileşenlerini eksik algılamak anlamına gelecektir. Bu konular duygulanım literatüründe uzun süredir yazılıp çizildiğinden ve Nükhet Hanım da bu literatüre aşina olduğundan bu hatırlatmayı bu açıdan yaptı diye okudum ben yazdıklarını.

Onun ötesinde küçük bir not eklemek isterim. Doktorada hocam Patricia Clough’la çalışmayı tercih etmemin en önemli sebeplerinden biri Boğaziçi Sosyoloji bölümünde Nükhet Hanım’dan aldığım formasyondur. Yıllar sonra Amerika’dan döndüğümde Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinde Nükhet Hanım’ın o zamanki öğrencilerinin derslerinde Patricia’nın duygulanım çalışmalarının önemli kitaplarından Patricia’nın “The Affective Turn”ünü (Duygulanımsal Dönemeç) okuduklarını görmek benim açımdan dairenin tamamlanması benzeri bir deneyim olmuştu. Nükhet Hanım da, Patricia da hem mesleki formasyonum hem de dünyaya bakışım açısından üzerimde büyük etkileri olan iki hocamdır. Kendilerinden çok şey öğrendim.

Son olarak Temasın İmkânları’nda yeni bir kurumsal yaklaşım vasıtasıyla daha dayanışmacı bir dünya var etmek için yeni sorular sormak, kimi bilindik sorulara yeni cevaplar vermek ön planda, fakat hemen her gün yeni bir felaketin yaşandığı dünyayla ilgili umudunuz var mı? İmkân rezervlerimiz umuda tutunmamız için yeterli mi?

Spinoza’nın literatürdeki yakın dönemde gördüğü ilgiden benim anladığım biraz böyle bir şey aslında. Ya da en azından kitapta da belirttiğim üzere Hardt ve Negri gibi düşünürlerin Spinoza ya da Deleuze gibi düşünürleri Marx ile konuşturma yönündeki çabaların bu gibi saiklerden beslendiğini düşünüyor ve kendi adıma o siyasi tartışmaları önemsiyorum. Öte yandan en başından beri duygulanımın pek çok açıdan olumsuz biçimde de işleme potansiyeli olduğunu hatırlatan Lauren Berlant’ın uyarılarını da çok önemsiyorum. Berlant Türkçeye çevrilmiş bir yazar değil, Amerika üzerine yazıyor zira ama duygulanımı romantize etmeden önemsemeyi anlamak açısından çok önemli bir referans kaynağı. Berlant’a Türkçede giriş yapmak için Bir+bir’in web sitesinde Suna Kafadar’ın kısa bir sözlü değerlendirmesi mevcut, oraya bakılabilir.

Sorunuza cevaben kısaca benim anladığım, temasın politik bir deneyim olduğunu, dayanışmanın da temastan geçtiğini unutmayan, bunun için gereken yol ve yordamları inşa edip onları sürdürülebilir mekanizmalar haline getiren bir umudu var etmemiz gerekiyor. Bu kitap bize özetle bunu hatırlatıyor.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X