| | "Sürekli tehdit, sürekli göçSabiha Banu Yalkut" Ortadoğu’nun kadim halklarından Ezidiler, tarih boyunca çeşitli saldırılar, katliamlar, soykırım teşebbüsleri sonucunda yaşadıkları toprakları birçok defa terk etmek zorunda kaldı. En sonuncusunu dün gibi hatırlıyoruz: 3 Ağustos 2014’te Ezidilerin kutsal şehri Şengal’in direnilmeden IŞİD’e bırakılmasının ardından kentte binlerce Ezidi katledilmiş, köle yapılmış, yüz binlercesi göç etmek zorunda kalmıştı. Bu soykırım girişiminin ardından Türkiye’ye gelenlerin de misafirperverlikle karşılandıkları pek söylenemez. Ezidi tarihine 73. Ferman olarak geçen 3 Ağustos katliamının, Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü’nün beşinci yıldönümünde, Ezidilerin modern göç tarihini ömrünü Ezidi araştırmalarına, Ezidilerin kültürünü, toplumsal yaşantısını yazı ve belgesellerle kayıt altına almaya adayan Sabiha Banu Yalkut Breddermann’dan dinliyoruz. 1970’lerin Ankara’sından ve devrimci çevrelerinden Türkiye Yahudilerinin en trajik figürlerinden biri olan Erol Güney’e ve kedisi Edibe’ye, Yalkut’un kişisel hikâyesiyle iç içe, Ezidiler’in acı dolu yakın tarihi…
Siyasetle, özellikle de Kürt meselesiyle nasıl ve ne zaman ilgilenmeye başladınız?
Sabiha Banu Yalkut Breddermann: 1952’de Ankara’da doğdum. Ankara TED Koleji’nde, ardından İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nde ve Berlin Özgür Üniversitesi (Freie Universität Berlin) Etnoloji ve Dinbilim Bölümü’nde okudum. 1982 yılından beri Almanya’da yaşıyorum. İlkgençliğimde önce Dev-Lis’e, daha sonra Devrimci Yol’a sempati duydum. İstanbul’a gelince Birikim grubuyla birlikte hareket ettim. Ama çok uzun zamandır onlarla hiçbir ilişkim yok. 1978’de siyasi ilişkilerle ilk defa Kürdistan’a gittim. Ailemin çevresinde hiç Kürt yoktu. Kürt hareketiyle ilk defa Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) tanıştım. Kürtler o dönemde geniş anlamda örgütlenmeye başlamıştı...
Babamın ailesi Makedonya’dan göçmüş. Babam kendini Rumeli Bektaşisi olarak tanımlardı. Babam ve halamın göçmenlere karşı bir hassasiyeti vardı. Annem de Çankırılı, eşit yurttaşlık haklarına inanan aydınlanmacı bir ailedendi. Ankara’da o yıllarda birçok insan Kürtleri daha yeni tanımaya başlamıştı. Kimse evini onlara kiralamak istemiyordu. Halam göçmen geçmişi üzerinden ortaklık kurup Kürtleri daha iyi tanımak istediğini söylüyordu. Halama ait evimizin bir katını Mardinli öğrencilere kiraya verdik. Bizim mahallede, Yenişehir’de bu o sıralarda pek olağan bir şey değildi. 1978’de Kürt meselesiyle daha yakından ilgilenmeye başladım. Ama bu ilgimde 1974’te kara yoluyla yaptığım uzun bir yolculuğun önemli bir payı var.
Nereyeydi yolculuğunuz?
O zaman hippi-komünisttim. Hippilerle birlikte tren ve otobüsle Hindistan’a, Pakistan’a, Afganistan’a gittik. Böylece hayatımda ilk defa, 1974’te Kürdistan’dan geçtim. Hayatımın dönüm noktasıdır. Ömrümde ilk defa Ankara’nın doğusunu görüyordum. Van’a geldiğimizde İran’a girdiğimizi zannettim. Okulda öğrendiğimiz şarkı vardır ya, “Gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür”, işte o köyü gördüm ama, “bizim” olan kısmını anlayamadım. Bir sorun olduğunu kavradım. Başka bir dil, başka bir kültür. Yaşadıkları azaplar beni derinden etkiledi. Böylece Kürtlerle yakınlaşmaya başladım. Hatta arkadaşlarım “fahri Kürt” diye benimle dalga geçiyorlardı.
O dönemde Türk ve Kürt solundan gençlerin etkileşimi nasıldı?
Birikim grubu ile birlikteyken Rızgari hareketiyle sık sık görüşür, buluşur, kuramsal tartışmalar yapardık. O yıllarda Diyarbakır’a, Viranşehir’e, Tatvan’a, Mardin’e gittim. O dönemki solcu hareketlere Komkar, DDKO, KUK, KAWA, Tekoşin gibi birçok farklı, kısmen de birbiriyle çatışan örgütler örnek olarak verilebilir. O dönem Kürt solundan arkadaşlarımızın birçoğu 12 Eylül’ün ardından Diyarbakır 5 no’lu cezaevine kapatıldı. Darbe sonrası birçoğunu kaybettik, birçoğu da memleketi terk etmek durumunda kaldı. 1980 darbesiyle oluşan boşluğu 1984’ten itibaren 1978’de kurulmuş PKK doldurdu. Kürt örgütleri arasında PKK ile çatışmaya girenler de oldu, bazıları yurtdışında örgütlenmeye girişti. Ama çoğu varlığını sürdüremedi.
Em Kurden (Biz Kürdüz) belgeselinin fikri bu yolculuklarda mı oluştu?
1981-82’de arkadaşım ve daha sonra eşim olan Hanjo Breddermann ile iki yıl boyunca Kürdistan’a gidip gelerek çekim yaptık. Zaten siyasi hareketten tanıdığımız birçok arkadaşla yakın temas halindeydik. Belgeseli 1983’te tamamladık. Göstermek istediğimiz şuydu: Burada kendine özgü bir dil, bir kültür, kısaca bir Kürt halkı var ve bu halkın varlığı tehdit altında. Kürtlerin varlığını, kültürel, sosyal ve siyasi yaşantısını imkânlarımız çerçevesinde tanıtmak istedik. O sırada sakıncalı olduğunu düşündüğümden bu belgeselde ismimin geçmesini istemedim.
Dönemin atmosferinde çekim yapmanın zorlukları nelerdi?
Diyarbakır, Viranşehir, Mardin, Hasankeyf, Van, Tatvan, Batman, Malatya, Varto’nun yanısıra, bölgede birçok dağ köyüne gittik. Her yerde gencinden yaşlısına herkes bize destek oldu. İki kişilik küçük bir ekiptik. O zamanlar dijital kameralar da yoktu. 16 mm’lik kamera ile çekim yaptı Hanjo. Birçok kez göz altına alındık. İlgi çekiyorduk. Kürdistan’da rahat bir şekilde dolaşmak hiçbir zaman mümkün değildir. Ama yine de o zamanlar devletin şimdiki kadar sistematik bir örgütlenmesi yoktu. Bir kere bilgisayarlar bu kadar gelişmemişti. Gözaltına alınıp bırakılıyorduk. Çekimleri hiç yanımızda taşımadık. Mesela Batman’da gözaltına alındığımızda filmleri aradılar, ama bulamadılar. Yaptığımız çekimleri hemen İstanbul’a yolluyorduk. Ben fazla not tutmadım. Üzerimizde not, adres bulundurmak istemedik. Hanjo’nun Alman olmasının da kolay bırakılmamızda bir tesiri vardı. O zamanlar yabancıları bırakacakları intibaına daha çok önem veriyorlardı. Muhatap olduğumuz jandarmaların ve polislerin birbirinden farklı siyasi görüşleri vardı. Onların siyasi eğilimlerine göre muamele görüyorduk. Bu aslında batıda böyleydi. Edebiyat fakültesine giderken Pol-Der’li polislerin şahsen çok yardımını gördüm. Prehistorya ve Klasik Arkeoloji bölümlerini faşistler hiç sevmezdi. Antik Yunanca derslerine girilmesinden hoşlanmazlardı. Pol-Der’liler sayesinde bu derslere devam edebildim. Bu tecrübe bana polisler dahil hiç kimseye önyargılı davranmamayı öğretti. Fatsa Komandoları diye adlandırılan, bölgede o sıralar operasyon yürüten özel timler bunlara dahil değildi tabii. Onların eline düştün mü kurtuluş yoktu.
Ezidilerle ne zaman ve nasıl tanıştınız?
1979 yılında Viranşehir’deyken, bir arkadaşımdan Burç Köyü’nde Ezidilerin yaşadığını öğrendim. Türkiye’de o yıllarda Ezidiler pek bilinmezdi. Fakat daha önce, babamla yaşadığım bir çocukluk anım sayesinde Ezidiler aklıma kazınmıştı. Babam Hallâc-ı Mansûr’a hayrandı. Ezidilerin kutsal saydığı Şeyh Adi de (Adiyy bin Müsafir) Hallâc-ı Mansûr etkisinde kalmış biri. Bir gün Kanlıca’da yoğurt yerken babam bana onları takdir ederek “Ezidiler diye kötülüğe inanmayan insanlar var” demiş ve hikâyelerini anlatmıştı. Oradan geçen bir adam bize “Adam adam sen de, bulamadın mı başka bir şey de kızına şeytana tapanları anlatıyorsun” diye laf attı. Babam şöyle cevap verdi: “O şeytan sizin kalbinizde. Ben kızıma kalbinde o şeytan olmayanları anlatıyorum.” Bu olay bana çok tesir etti. Sekiz yaşındaydım. Yıllar sonra Burç Köyü’nde Ezidiler olduğunu duyunca hemen oraya gittim. Babam sayesinde Bektaşiliği tanıdığım için çok iyi anlaştık. Burç zengince bir köydü, aralarında okula gidenler vardı. Çok da içe kapalı bir yaşam sürmüyorlardı.
Ardından gittiğiniz Berlin’de Ezidilerle ilgili araştırmalarınızı nasıl sürdürdünüz?
Bir gün Berlin’de yolda Burç Köyü’nden bir arkadaşımla, Eyüp Burç’la karşılaştım. “Sizin evin yakınında bir mülteci kampı var, kampta Türkiye’den gelen Ezidiler var” dedi. Hemen oraya gittim. Midyat’ın Bacin, Efşê ve Kefnasê köylerinden Ezidiler vardı. Aralarında Türkçe bilenler de vardı. Çok yakın ahbap olduk. Bunun üzerine Berlin’de etnoloji okumak ve Ezidiler üzerine bir çalışma yapmak istedim. Önce göçmen Ezidilerle söyleşiler yaptım. Ardından Bacin Köyü’ne, orada kalanlarla görüşme yapmaya gittim. Arkadaşım Sare’nin babası Ebuzet Atalan Bey beni evinde misafir etti. O zaman köyün muhtarı ve ileri geleniydi. Onun desteğiyle saha çalışmamı yürüttüm. Kendisini geçenlerde kaybettik maalesef… 1991 yılıydı, eskiden 400-450 hanesi olan köyde kırk-elli hane kalmıştı. O zaman çektiğim fotoğraflarla 2001’de Berlin’de bir sergi de açtım.
Araştırma süreciniz Ezidiler açısından büyük bir dönüşüm dönemine de denk geliyor. Bu süreçte hayatlarında ne gibi değişiklikler gözlemlediniz?
2002’de tezim Melek Tavus’un Halkı Ezidiler ismiyle Türkçeye çevrildi ve Metis tarafından basıldı. 1985 yılından itibaren aralıksız, bir yandan Almanya’ya iltica eden Ezidileri, diğer yandan da köyde kalan akrabalarının yaşamlarını gözlemleme fırsatı buldum. 1979’da tanıştığım Ezidiler kendileri hakkında pek konuşmazdı. O zaman çok içe dönüktüler. Berlin’de yaptığım görüşmelerde şunu fark ettim: Mahkeme ve iltica süreçleri Ezidilerin bu kapalı yapısını korumalarına engel oluyor, onları dinleri hakkında konuşmak durumunda bırakıyor. Çünkü Almanya’da mahkemeye çıktıklarında dinlerini ispat etmeleri isteniyor. Bu şekilde Ezidilerin kendi dışlarındakilere dinleri hakkında bilgi verdiklerine tanık oldum. Böylelikle hem Ezidiler daha dışa dönük bir topluluk haline geldi, hem de Avrupa’da bir dönüşüm süreci başladı.
Peki soruları soran Alman mahkemesinin Ezidilik hakkındaki bilgileri nereden geliyordu?
Ortada ciddi bir karışıklık vardı. Alman mahkemelerindeki hâkimler, savcılar bu yeni gelen, bilmedikleri toplumdan pek haberdar değildi. O zamanlar Ezidilik hakkında Avrupa’da pek fazla güncel araştırma yoktu. Ezidilerle ilgili bilgiler çoğunlukla Avrupalıların seyahatnamelerinden ediniliyordu. Alman yazar Karl May (1842-1912) Türkçeye Vahşi Kürdistan İçlerinde (Yurt, 2001) diye çevrilen kitabında Ezidilerden bahsediyor. O dönemde Almanya’da Kürtler ve Ezidiler hakkında klişeleşmiş bilgilerin çoğunun kaynağı da bu kitap. Bu gibi kitaplardan edinilen yüzeysel bilgilerle Ezidilik ve Ezidiler hakkında homojen bir resim oluşturulmaya çalışılıyordu. Bazı Ezidiler kendilerine atfedilen bazı dini vecibelerden habersizdi. Mesela, “Ezidiler mavi renk giymez” veya “marul yemez” diye genelleştirilen tabular söz konusuydu. Ancak bunlar tüm Ezidilerce uygulanan şeyler değildi artık.
Buna karşın o dönemde bu tabular mahkemelerce Ezidilerin tespitinde mihenk taşı olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle de avukatlar arkadaşım Rosa’ya mahkemeye giderken mavi giymemesini salık vermiş, “aksi takdirde yalan söylediğini düşünüp iltica başvurunu reddedebilirler” demiş. İlginç biçimde bu mahkemeler sürecinin de katkısıyla Ezidilikte yeni bir canlanma yaşandı. Kimi zaman unutulmuş adetler canlandırıldı, kimi zaman bu adetler Alman toplumuna uyum sağlayacak biçimde yorumlandı. Böylece Ezidilik şehirleşti, içinde yaşadığı endüstri toplumunda evrimleşmeye başladı. Ve bu süreç halen sürüyor. Tüm bu dinamik süreci hâlâ izliyorum. Örneğin Ezidiler ötekileştirilmiş, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bir topluluk olarak varlıklarını iç evlilikler yoluyla koruyordu. Ama Avrupa’da bunu sürdürmek hiç de kolay değil, kendilerini bu konuda da yavaş yavaş değiştirmeye başladılar.
Yakın zamanda göç eden Ezidilerle 80’li yıllarda göç eden Ezidilerin iltica nedenleri arasındaki farklar neler?
Aslında daha geriye gitmek gerekir. 1915’te Ermenilerle birlikte katliama uğrayıp Ermenistan ve Gürcistan’a giden Ezidiler de var. Bu grup sanayi toplumuna, modern topluma daha yakın. Midyat’tan ya da Beşiri’den gidenler daha izole kalmış. Ağırlıklı olarak incelediğim ve artık ahbabım olan Ezidilerin bir kısmı Almanya’ya işçi olarak gelmiş. Bir de 1980’den sonra iltica edenler var. Bu son grubun geliş nedenlerinden biri de okullarda din dersinin mecburi hale getirilmesi. Din dersinde “şeytan” dedirtiyor hoca, Ezidileri de bu kelimeyi telaffuz etmeye zorluyor. Bu tip uygulamalar onların Ezidilikten çıkmasına sebep olacak bir durum yaratıyor.
Laiklikten uzaklaşıldığı ölçüde Ezidilerin her alanda zaten zor olan yaşam koşulları iyice ağırlaşıyor, bu da onları göçe zorluyor. Almanya’ya işçi olarak gelmiş akrabalarının yanına gitmek isteyince, Alman hükümeti ilk başlarda içinde bulundukları durumu algılayamıyor, daha doğrusu Ezidilere pek inanmıyor. Alevilerle mukayese edip Türkiye içinde göç imkânlarının bulunduğunu iddia ediyor. Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti’nin o zamanki İçişleri Bakanı Herbert Schnorr, Alman elçiliğinin Ezidilerin iltica taleplerini kabul etmemek için öne sürdüğü bu teze şüpheyle yaklaşıp konu hakkındaki araştırmayı derinleştiriyor ve bu tezi çürütüyor. Dinbilim profesörü Gernot Wießner, Ezidilerin yaşadığı bölgelerdeki durumun vahametini ortaya koyuyor. Böylelikle Sayın Schnoor, Kuzey Ren-Vestfalya’ya gelen hiçbir Ezidiyi geri göndermedi. Bu yüzden pek çok Ezidi bu eyalete göç etti.
90’lı yıllarda, köy boşaltmalar sırasında Almanya’ya Ezidi göçleri devam ediyor mu?
Ezidiler o dönemde çok arada kalıyor. Korucu olmak istemiyorlar, onları koruyan bir devlet de yok. Sünni Kürt aşireti mensubu değiller. Hiçbir alanda bir güçleri yok. Giderek bu topraklarda bir gelecekleri olmadığına ikna oluyorlar. Hemen hepsi Türkiye’yi terk ediyor. 1992’den sonra alan araştırması yaptığım Bacin köyü tamamen boşaldı. Türkiye’deki Ezidilerin sayısı belki 300’e kadar düştü, kalanlar da yaşlılardı.
2000’li yıllarda ise Ezidiler bu sefer başka bir savaş ve travmayla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu dönemdeki göç hareketleri nasıl?
2004’ten sonra bir dönem siyasi ortam ılımanlaşıyor. Türkiye’nin AB’ye katılması olasılık dahilinde gibi görünmeye başlayınca, birçok Ezidi terk etmek zorunda kaldıkları köylerinde yaz tatili geçirmeyi, bayram kutlamayı, ölülerini gömebilmeyi düşünmeye başlıyor. 2012 yılında Bacinliler Almanya’da topladıkları bağışlarla köylerinde güzel ve büyük bir Mala Ezidiya inşa etti. Burada hem bayramlar kutlanıyor, hem dini ayinler yapılıyor, hem de konuklar misafir ediliyordu. Ancak 2014’te IŞİD’in Şengal’e saldırmasıyla Mala Ezidiya ve Bacin köyü, Şengalli mültecilerin konakladığı bir yere dönüştü.
2001-2002’de, Bacin’den çocukken ayrılmış iki Ezidi dostumla Midyat’a gitmiştim. Bu yolculuğun dönüşünde, Ezidiler konusunda bir belgesel film yapmaya karar verdim. 2014’te IŞİD Şengal’e girince filmin yönü değişti. Çok derin bir acı duydum. Aslında daha önce, 2007 yılında IŞİD’in Şengal’deki üç köye saldırdığı hatırlanırsa, 2014 saldırısı o kadar sürpriz sayılmazdı. Yine de insan bu gibi düşünceleri hemen kendisinden uzaklaştırıyor. 2014’te Şengallilerin yürüyerek Türkiye’ye geldikleri haberini alınca hemen kamera operatörü arkadaşım Sandra ile Midyat’a gittim. Orada mülteciler üzerine küçük bir video yaptık. Bu videoyla Almanya’da ve Türkiye’de bir bağış kampanyası başlattık. Kampanyayı Ezidi arkadaşlarım Nora ve Sakine ile yürüttük. Elde ettiğimiz tüm yardımları 2014-2016 arasında Şengalli mültecilere ulaştırdık. Hem Alman hem Türk dostlarımızdan büyük destek gördük. Halen de Ezidi mültecileri destekliyoruz.
O yıllarda Ezidilerin Türkiye’deki mülteci kamplarındaki durumları nasıldı?
Beraber kalabilmeleri için HDP Ezidilere özel kamplar kurdu. Çünkü başlarına gelenlerden sonra Sünnilerle birlikte yaşamaları pek kolay değildi. Fakat kayyumlar HDP’nin yönetimindeki kampları kapattı. Bu durumdan en fazla zarar gören de Ezidiler oldu. 2016’nın haziranında bizim de desteklediğimiz Siirt’teki kamp kapatılıp buradaki Ezidiler Diyarbakır’a taşındı. Ardından atanan kayyum Diyarbakır, Yenişehir Fidanlık’taki kampı da kapattı. Aldığım haberlere göre kayyum atlara meraklıymış, bu alanı atlara ayırmış. Bu kamptaki Ezidiler daha sonra Midyat’ta devlet kampına taşındı. Bu kamp da daha sonra kapatıldı. Şu an Türkiye’de sayıları 1600’e yakın, toplam altmış-yetmiş aile var. Bir ara onları Maraş’a ve Antep’e göndermeye kalktılar. İmkânsız, çünkü buralarda IŞİD var. Çok telaşlandık, karşı çıktık. Birleşmiş Milletler de sakıncalı buldu. Şu sıralar Midyat’ta kalıyorlar. Midyat, bildiğiniz gibi Süryanilerin şehri. Altmış-yetmiş Süryani ailenin içinde yaşıyorlar. Tabii dost Müslüman aileler de var orada.
Ezidilerin günümüzde Almanya’daki durumu nasıl?
Almanlar önce Kürtlerle Türkleri pek ayırt edemiyordu. Hepsini Türkiye’den gelen Müslümanlar olarak görüyorlardı. Fakat IŞİD’in Şengal saldırısı bir bilinçlenme yarattı. Ezidi diye bir grup olduğu, bu grubun inançları dolayısıyla dışlandığı, soykırıma varan korkunç olaylara maruz kaldıkları artık biliniyor. Almanya’da Ezidilere karşı bir sempati uyandı. Ayrıca Ezidilerin bulundukları yere uyum sağlama yetenekleri çok yüksek. Artık epey okumuş Ezidi de var. Baden-Württemberg eyaleti, 1200 kadar tecavüze uğramış Şengalli Ezidi kadına Almanya’da kalma ve isterlerse travma tedavisi görme imkânı sağladı. Bu, kendisi de Ezidi olan travma uzmanı psikolog Prof. Dr. İlhan Kızılhan’ın çabalarıyla gerçekleşti. Bu anlamda Ezidilerin ruhani lideri Baba Şeyh de çok olumlu davrandı. “Bu kızlar, bu kadınlar bizimdir, onlar ışıklarından, Ezidilikten hiçbir şey kaybetmedi. Onlara karşı tavır takınanları Ezidilikten çıkarırım” dedi.
Tüm bu olaylar yaşanırken kitabınız da beşinci baskısını yaptı.
Bu baskının kapsamını 2013’e kadar, Kürdistan’a yaptığım seyahatleri de alarak genişlettim. Maalesef 2014’te, IŞİD Şengal’e girince beşinci baskı yapıldı. Kitabın tüm gelirini Ezidi mültecilere bağışladım.
Bugünlerde üzerine çalıştığınız belgeselden biraz bahseder misiniz?
İstanbullu Bella Eskenazi Hanım’ın yaşam öyküsü üzerine çalışıyorum. Yaşamın Sürüklediği Yerde: Erol Güney’in Yaşam Öyküsü adlı bir belgesel çekmiştim. Şaşırtıcı biçimde 2011 yılında TRT’nin belgesel yarışmasında ödül alan bu belgeselin fikri, bir gün Berlin’de Orhan Veli’nin Erol Güney’in Kedisi şiirini okurken doğdu. Şiiri defalarca okumuştum, ama o gün Erol Güney’in kim olduğunu ilk defa merak ettim. Şalom gazetesinde yazılar yazan, Tel Aviv’de yaşayan Yahudi kökenli bir Türkiyeli entelektüel olduğunu öğrendim. O sırada Erol Güney’in Ke(n)disi (YKY, 2005) diye bir kitap çıkmıştı. Şalom gazetesi aracılığıyla kendisine ulaşıp olumlu tepki alınca Tel Aviv’e belgeseli çekmeye gittim.
Erol Bey’i görür görmez sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim. Çok sancılı bir hayatı olmuş. Hasan Âli Yücel döneminde Tercüme Bürosu’nda çalıştıktan sonra gazetecilik yapıyor. Bu sırada yaptığı bir haber nedeniyle önce 1955 yılında Yozgat’a sürülüyor, sonra vatandaşlıktan çıkarılıyor. İlk olarak Paris’e gidiyor, orada oturma izni alamayınca İsrail’e yerleşiyor. Ailenin hayatı altüst oluyor. Eşi Dora Hanım ve baldızı Seza Hanım da oğluyla birlikte İsrail’e gitmek zorunda kalıyor. Erol Güney’in belgeselini yaparken Dora Hanım’ın en küçük kardeşi Bella Eskenazi ile de bir söyleşi yapmıştım. Bella’yı tanıyınca büyülendim. Dostluğumuz geliştikçe onun hikâyesinin başlı başına ayrı bir belgeseli hak ettiğini anladım. Orhan Veli onun için de iki şiir yazmış: Anlatamıyorum ve Sere Serpe. Şu an kızı Karen ve torunu Alba ile Barcelona’da yaşıyor.
Ankara’da, Yenişehir Ataç Sokak’ta doğup büyüdüm. Meğer ben doğduğumda Erol Bey bir alttaki Sağlık Sokak’ta oturuyormuş. Ben üç yaşındayken Türkiye’den ayrılmış. Erol Bey kedisi Edibe’yi Sağlık Sokak’ta bulmuş. Belki de Edibe o günlerde bizim evin önünden de geçmişti. O dönemde Erol Güney’in evi entelektüellerin uğrak yeri. Sabahattin Eyuboğlu, Orhan Veli, Necati Cumalı, Melih Cevdet gibi birçok kişi eve çok sık girer çıkarmış. Erol Bey Paris’e gidince Edibe bir süre Bella’da kalmış, daha sonra Erol Bey’in yanına İsrail’e gitmiş. Erol Bey çok dalga geçerdi, “Kutsal Topraklar’a döndü, gerçek bir Yahudi kedisi oldu” diye. Elbette bu işin şakası, kendisi ateistti. Edibe 22 yıl yaşamış. Erol Bey’i ziyaret ettiğimde Edibe’nin fotoğrafı Tel Aviv’deki evinde duruyordu. Necati Cumalı’nın ve Melih Cevdet’in de kedi şiirleri var. Yazdıkları tarihlere bakınca belgeselin kurgusunu yapan arkadaşım Thomas Balkenhol’la onların da Edibe’den ilham aldığını düşündük.
Birbirinden oldukça farklı iki meseleyle, toplulukla çok yakından ilgilenmişsiniz. Her ikisinin de peşini bırakmamışsınız ve hâlâ da takiptesiniz. Sizin kafanızda bu iki grubu, konuyu kesiştiren bir şeyler var mı?
İki topluluk da da içe dönük, çok fazla haksızlığa uğramış. Yahudiler hakkında hâlâ komplo teorileri cirit atıyor. Utanç verici. Ezidilere de atılmayan iftira, yapılmayan zulüm kalmadı. Bu iki topluluk da her vesileyle günah keçisi yapılıyor. Büyüdüğüm mahallede komşularımız Yahudiydi. Ankara’da, Sefaradlar gelmeden çok önce, en az Bizans devrinden beri Yahudilerin yaşadığı bir mahalle var. Bu mahallede eskicilik yapan pek çok yoksul Yahudi yaşıyordu. Babamın rakı şişelerini ve gazeteleri biriktirip karşılığında onlardan mandal alırdım. Babamla Yahudi mahallesine giderdik. Sinagogu çok iyi hatırlıyorum. Burada yoksul Yahudilerle karşılaştığım için bende zengin Yahudi klişesi oluşmadı. Yahudilerin sık sık parayla özdeşleştirmeleri çok tuhaf geliyor. O Yahudilerin mahallerini terk etmek zorunda bırakıldıklarına şahit oldum. Ankara onların anavatanıydı. Milliyetçi propaganda sonucu sanki tüm Anadolu binlerce yıldır Türklerin vatanıymış ve Yahudiler, Ermeniler, Rumlar sanki buralara sonradan gelip varlıklarını Türklerin merhametine sığınarak sürdürüyorlarmış gibi bir algı yaratıldı. Bu algının yaratılması için Sefarad Yahudilerinin 1492’de Osmanlı topraklarına gelmeleri de bol bol kullanıldı. Onların bu topraklardaki varlıkları dahi 500 yılı geçti. Ankara Yahudilerinin buradaki varlıkları, diğer azınlıkların birçoğu gibi Türklerden daha eskiydi. Hep ileri sürüldüğü gibi sadece ekonomik nedenlerden İsrail’e gittiklerine inanmıyorum. İsrail’in politikasını kıyasıya eleştiririm, ama varlığını sorgulamam. Filistinlilerle er geç barışın sağlanacağına inanıyorum. İnsanların yalnızca eşitleriyle beraber, adil ve mutlu bir yaşam sürebileceğine inanıyorum. Birilerinin “daha eşit” olduğu bir dünya asla tercihim olmayacak. |