Zeljka Pacalat: Bugün akademisyenler dahil çoğu insanın şu ezeli “doğa mı yetiştirme mi?” tartışmasına basit bir cevabı var: Davranışlarımızı ikisinin de etkilediği açık. Öte yandan, yetiştirmenin kim olduğumuzu daha fazla etkilediğini düşünüyor gibiyiz. Sınıfta kalıtımın mizacımız ve bilişsel yeteneklerimiz üzerindeki etkisini anlattığım sırada, öğrencilerim çoğunlukla itiraz ediyor. Yetiştirmenin gücüne inanmak daha adil, daha iyimser ve tabiri caizse daha demokratik görünüyor. Bu konuda haksız bir önyargımız mı var acaba, meseleye at gözlükleriyle mi bakıyoruz? Bizi biyolojimize, mirasımıza ve doğamıza daha fazla saygı duymaya ikna etmek için ne söylerdiniz? Bunların hayran olunası özellikleri nelerdir?Gordon Orians: Hem doğa hem de yetiştirme davranışlarımızı güçlü bir şekilde etkiliyor, ama bunu yapma biçimleri arasında muazzam farklar var. Örneğin benim İngilizce konuşuyor olmamın doğayla pek bir ilgisi yokken, herhangi bir dil konuşabiliyor olmam doğayla çok yakında alakalı. Dahası, doğa etkeni de yetiştirme etkeni de özünde arzulanan ya da arzulanmayan –dolayısıyla da hayran olunası– şeyler değildir. Doğanın ya da yetiştirmenin rolüne dair hatalı kuramlar çoğunlukla istenmeyen sonuçlar doğurur. Örneğin önceden insanlar otizmin kötü ebeveynlikten kaynaklandığı kuramına inandığı için birçok ebeveyn travmatik deneyimler yaşadı. Oysa şimdi otizmin öncelikle genetik bir hastalık olduğunu biliyoruz; ebeveynlerin davranışlarının bununla hemen hiç ilgisi yok. Birçok kültürde insanlar, başka halkların kendilerinden genetik olarak daha alt düzeyde oldukları kuramını kullanarak onlara insanlıkdışı muamelelerde bulundular. Oysa şimdi zekânın
Homo sapiens içinde oldukça homojen bir şekilde dağıldığını biliyoruz. Farklılık halklardan ziyade tekil insanlar arasında görülüyor. Hem doğayı hem de yetiştirmeyi savunan görüşlerin suistimal edilerek başka insanlara kötü muamele edilmesiyle sonuçlandığı durumların listelerini kolayca çıkarabiliriz. Her iki liste de potansiyel olarak epey uzun.
Doğanın ya da yetiştirmenin gücüne hayranlık duymak yerine, insanların ve diğer organizmaların hayat kalitesinin artmasıyla sonuçlanan süreçlere hayranlık duymalıyız. Doğanın rolüne dair geçerli kuramlar bunu başardığında, hayranlık duyulmayı hak ediyorlar demektir. Yetiştirmeye dair geçerli kuramlar bunu başardığında, onlar da hak ediyor demektir. Her zamanki gibi işin püf noktası detaylarda gizli.
Ama sorunuzun da işaret ettiği gibi, yetiştirmenin lehinde bir önyargıya sahip olma eğilimindeyiz. Neden acaba? En azından iki etken bu önyargıya katkıda bulunuyor olabilir. Birincisi, bir sorunun yetiştirme ile çözülebileceği düşünüldüğünde, sonuç üzerinde –sorunun genlerden kaynaklandığının düşünüldüğü duruma göre– daha fazla kontrolümüz olduğuna kanaat getiriyoruz. Durumdan genler sorumlu olduğunda, bu konuda hiçbir şey yapamayacağımızı düşünme eğilimindeyiz. Bu akıl yürütme biçimi anlaşılır olsa da hatalı. Genetiğin yol açtığı sorunları telafi edebiliriz ve ediyoruz da. Aslına bakılırsa, bir sorunun genetik bir temeli olduğunu bilmek ona çözüm üretmek için hayati bir önem taşır. Örneğin modern tıptaki gelişmeler çok çeşitli hastalıkların genetik temelini anlamamıza bağlı. Aynı şekilde, bir dili öğrenme ve konuşma yeteneği birçok gene bağlıyken, doğal seçilim okuma yazmayı öğrenmeyi kolaylaştıran genlerin lehinde işlemiş olamaz çünkü yazılı diller henüz birkaç bin yıldır var ve ilk başta sadece elit tabaka okuma yazma biliyordu. Dolayısıyla, insanlara konuşmayı öğretmek için özel bir çaba sarf etmemiz gerekmezken (iki yaşındaki çocuklar dil öğrenmedeki hızlarıyla bizi hayrete düşürüyor) okuma yazma öğretmek için yıllar harcıyoruz. Bunun için muazzam bir çaba gerekiyor çünkü başka amaçlar için evrilmiş sinir devrelerini kullanmak durumunda kalıyoruz. Öte yandan hepimiz harcanan çabaya değdiğini düşünüyoruz.
Yetiştirme etkeni lehinde bir önyargımız olmasının bir başka olası nedeni de, biz insanların fazlasıyla uzun ve zor bir çocukluk geçirmemiz. Ebeveynler çocuklarını yetiştirip eğitmek için uzun yıllar harcıyor. Katlandığımız fedakârlıkların büyüklüğü göz önüne alındığında, doğal olarak çocuklarımızın hayat kalitesinde gerçekten de muazzam bir fark yarattığımıza inanmak istiyoruz. Dolayısıyla düşündüğümüzden daha az fark yarattığımızın ve çocuklarımızı bizimle olan etkileşimlerinden ziyade kendi akranlarıyla olan etkileşimlerinin biçimlendirdiğinin söylenmesinden hoşlanmıyoruz. Elbette çocuklarımızın akranlarından etkilenmesi evrimsel açıdan gayet mantıklı çünkü hayatlarını birlikte geçirecekleri sosyal grup onlardan oluşuyor ve çocuklarımızın başarıları üzerinde muazzam bir etkisi olacak olan bireyler de yine onlar. Ama ebeveynler için gerçekte olduğumuzdan daha önemli olduğumuz inancı çok rahatlatıcı. Ve elbette birçok açıdan önemliyiz, ama bazı açılardan da değiliz. Kötü ebeveynlik çocukların hayatını gerçekten mahvedebilir.
ZP: Davranış ekolojisi/çevre psikolojisinin temel önermesine, bu önermenin değer ve geçerliliğine dair görüşünüzü kısaca paylaşır mısınız?GO: Hem evrim psikolojisinin hem de davranış ekolojisinin temel önermesi, davranışı güdüleyen başlıca etkenlerden olan duyguların uyum başarısıyla birlikte evrildiği görüşüdür. Yani organizmalar hayatta kalma ve üreme başarılarını artıran şeyleri yapmayı tercih edecek ve azaltan şeylerden kaçınacak şekilde evrilir. Elbette bu önerme test edilmelidir ve nitekim edilmiştir de. Böyle bir birlikte-evrim, cinsellik ve yemek konusunda barizdir. Hem yemek yemek hem de cinsel yakınlık oldukça tatminkârdır; atalarımızdan bu iki aktiviteyi tatminkâr bulmayanların sonraki nesillerde genetik olarak daha az temsil edileceğini bilmek için karmaşık testler yapmak gerekmez. Aynı argüman yaşam ortamı seçimi için de geçerlidir. Atalarımızdan ekolojik olarak daha zayıf ortamlarda yerleşmeyi seçmiş olanlar, daha iyi yaşam ortamlarına yerleşmiş olanlardan daha kısa yaşamış ve daha az üremiş olmalılar.
Bu önermenin (ve diğer bütün bilimsel önermelerin) geçerliliği, onu çevrenin bileşenlerine verdiğimiz duygusal tepkilerle ilgili test edilebilir tahminlerde bulunmak için kullandığımızda teyit edilir. Kitabımda böyle birçok deneyden bahsediyorum. Bu deneyler çoğunlukla önermeyi destekliyor, ama bir önermeye dayanan bütün tahminlerin uygun olmadığını görmek önemli. Bir tahmin yanlış çıktığında bir önermeyi reddetmeye meyledebiliriz, halbuki aslında sorun tahminin mantıkdışı olmasıdır. Veya tersine, bir test, önermemize dayalı bir tahmini destekliyormuş gibi görünebilir, ama tahmin başka birkaç kuramla daha uyumluysa yaptığımız test zayıftır çünkü alternatif hipotezler arasında ayrım yapamaz.
Bu tarif ettiğim şey elbette normal bilim. Bunların hepsi bütün bilimsel kuramların test edilmesinde geçerli. Evrim psikolojisi bu açıdan diğer alanlardan farklı değil. Ayrıca şu an desteklediğimiz kuramların bazılarının gelecekteki araştırmalarca hiç kuşkusuz alaşağı edilecek olması açısından da bilimin diğer alanlarına benziyor.
ZP: Evrim psikolojisinin son zamanlardaki popülerliği bazen onun aleyhine işliyormuş gibi görünüyor. İkna edici bazı fikirlerle birlikte, makul olmayan, hatta rasgele bazı sonuçlar da ortaya atılıyor. Evrim psikolojisi olarak sunulan şeyin değerli kısımlarını o kadar da değerli olmayan kısımlarından nasıl ayırabiliriz?GO: Evrim psikolojisi ne yazık ki nispeten genç bir disiplin. “Ne yazık ki” diyorum çünkü psikoloji hep evrim odaklı olmalıydı. Nasıl ki evrimin ışığında bakılmadığı sürece biyolojideki hiçbir şey anlamlı değilse, bir türün biyolojisinin büyük bir bölümünü teşkil eden psikolojideki hiçbir şey de evrimin ışığında bakılmadığı sürece anlamlı değildir. Psikoloji evrimsel olmayan bir bilim olarak gelişti çünkü Batı’daki sosyal bilimcilerin çoğu –bizim de bütün diğer türlerin evrimini yöneten süreçle evrildiğimizi kabul etmekle birlikte– evrim geçirip de büyük beyinlere sahip olduktan, kayda değer bir öğrenme yeteneğine kavuştuktan ve bilgiyi genetik olarak iletemeyeceğimiz kadar hızlı bir şekilde iletmemize imkân veren kültürler yarattıktan sonra genetik mirasımızdan özgürleştiğimize inanıyordu. Diğer hayvanlar için genetik vardı, ama bizim davranışlarımız söz konusu olduğunda sadece kültür vardı.
Dolayısıyla insan davranışını etkileyen genetik etkenlerin doğasını ve kapsamını keşfetmeye daha yeni başladık. Kitabımda belirttiğim gibi, aktif oldukları kısa süre içinde evrim psikologları ve davranış ekologları davranışlarımıza evrimsel bir mercekten bakmanın bizi ilginç hipotezlere götürdüğünü gösterdiler. Bu hipotezlerin bazıları önceden varlığından haberdar olmadığımız bazı davranış örüntülerini öngörüyordu. Öğrenecek daha çok şey var ve bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin bazıları, maruz kaldıkları detaylı inceleme sonrasında elenecek, ama önümüzdeki yılların heyecan verici olacağı görüşündeyim.
ZP: Kendi blog’umda, kitabınızda detaylı bir şekilde açıkladığınız çevre estetiğinin bazı yönlerini özetlemeye çalıştım – savan benzeri çevrelere yönelik tercihimiz, genel olarak (kentsel çevrelere kıyasla) doğal çevrelere yönelik tercihimiz, ağaç şekillerine dair tercihlerimiz, çevrede su olmasının çekiciliği gibi. Ama sık sık merak ettiğim bir konu var: çiçeklere olan merakımız. Bu merak evrensel görünüyor, dolayısıyla evrimsel bir temeli olabilir. Ama genellikle yemediğimiz renkli ve kokulu bir çiçeğin neden yenebilir ve besleyici bir bitkiden daha çok dikkatimizi çektiğini açıklayamıyorum. Sıradışı gibi görünen bu fenomene dair görüşünüzü açıklayabilir misiniz?GO: Çiçeklere olan merakımız hiç şüphesiz biraz acayip bir insan özelliği. Ama bir yandan da o kadar yaygın ki, çok az insan bu özelliği araştırmaya değecek kadar şaşırtıcı bulmuş. Kitabımda, uzak atalarımızın çiçeklere dikkat etmekten neden fayda görmüş olabileceğini açıklayan, birbiriyle uyumlu bazı hipotezler sunuyorum. Kitap boyunca kullandığım mantığı izlersek: Çiçeklere dikkat etmek atalarımız için yararlı idiyse, çiçekleri çekici bulacak şekilde evrim geçirmiş olmaları gerekir. Tek tük bazı çiçekleri yesek de, çiçekler aslında daha ziyade yiyeceklerin şimdiki ve gelecekteki konumları açısından önemli bir bilgi kaynağıdır. Çiçekler açtıklarında, arıların bal yapmak için kullandığı bir öz üretirler. Çiçeklerin yerini bilmek atalarımızın arı kovanlarını bulmalarına yardımcı olmuş olabilir. Ayrıca çiçeklerden bir süre sonra meyveler gelir. Çiçeklerin yerini hatırlamak –hangi bitkilerin yenebilir olduğu ve ne zaman olgunlaşacakları bilgisiyle birlikte– atalarımızın meyve bulmasına mutlaka yardımcı olmuş ve meyveoburlar hepsini yiyip bitirmeden önce uygun bitkilere ulaşma şanslarını artırmış olmalı.
ZP: Kitabın benim blog’umun temasıyla örtüşen bir diğer konusu da uzak manzaralardan büyülenmemiz. Bu özelliği evrim perspektifine nasıl yerleştiriyorsunuz?GO: Atalarımız yıl boyunca maddi ihtiyaçlarını karşılamak için geniş arazilerden istifade ediyordu. Kısa zaman dilimleri içinde bile su, yiyecek, lif ve yapı malzemeleri bulabilmek için geniş alanları katetmeleri gerekiyordu. Bu kaynakların çoğu sabittir. Nerede olduklarını bildiğinizde tek yapmanız gereken, onlara ihtiyaç duyduğunuzda konumlarını hatırlamaktır. Fakat hayvanlar –en önemli avcı ve avlarımız da dahil– sürekli hareket halindedir. Herhangi bir anda nerede olduklarını bilmek faydalı olabilir. İz sürme konusunda iyi olanlar ayak izlerine bakarak büyük memelilerin ne zaman geçtiğini ve ne yöne gittiğini anlayabilir. Ama geniş bir manzara görünümü sunan yüksek bir daldan araziye bakarak da bir şeyler öğrenebiliriz. Gözetleme yerimizden memeli sürülerini ve dost ya da düşman insanların yaklaştığını görebiliriz. Ne kadar uzağı görürsek o kadar erken uyarı almış oluruz ve bir savaşa ya da ava hazırlanmak için o kadar çok vaktimiz olur. Ya da manzara bize bunun rahatlamak için iyi bir zaman olduğunu söyleyebilir. Doğrudan sonuç ne olursa olsun, uzakları görmek bize epeyce bilgi sağlar ve bunun büyük bir kısmı faydalı olabilir.
ZP: Evrimsel mirasımızın gücü göz önüne alındığında, bunun çevreyi koruma konusundaki uygulamalarını düşünmek faydalı olabilir. Sizin tabirinizle “ekolojik zihinlerimizi” anlamak kendi yarattığımız çevre sorunlarını çözmemize yardımcı olabilir mi?GO: Doğayla etkileşimlerimizin bizi duygusal olarak neden ve nasıl etkilediğini ne kadar iyi anlarsak, davranışlarımızı belli bir doğrultuda ayarlamanın birtakım yollarını bulma ihtimalimiz o kadar artar; böylece doğanın sunduğu birçok hizmetten, ekosistemlerin bu faydaları sunma becerisini daha fazla azaltmadan yararlanabiliriz. İnsan davranışını en iyi öngören mekanizma genellikle teşvik yapısıdır. Çoğunlukla ekonomik teşviklere odaklanırız, ki hiç şüphesiz bunlar önemlidir. Yine de duygusal teşvikler de çok güçlüdür. Birçok insan aslanları, kaplanları ve filleri kurtarmak için birtakım kurumlara para veriyor, her ne kadar Afrika veya Asya’ya gidip onları görebileceğini hiç düşünmese de. Bu hayvanların varolduğunu bilmenin zevki onlara yetiyor. Kitabımın son bölümünde, doğanın çeşitli bileşenlerine yönelik duygusal tepkilerimize dair bilgimizi kullanarak insan sağlığını iyileştirmenin çeşitli yollarını anlatıyorum (tedavi amaçlı bahçecilik, yapı tasarımları vs). Ayrıca çocukları doğaya götürmenin önemini de vurguluyorum. Bugün çocukların çoğu televizyonda ve “videofili” aracılığıyla sadece sanal doğaya maruz kalıyor. Oysa doğayla doğrudan etkileşime girmenin bilişsel gelişimi hızlandırdığını ve doğaya dair olumlu duygular uyandırdığını biliyoruz. Doğayı hiç tecrübe etmemiş insanların onu gerçek anlamda sevmesi ve korumak için çaba harcaması pek olası görünmüyor.
ZP: Psikolojide bir şey hakkında ne hissettiğimiz çoğunlukla bağlama veya zihinsel çerçevemize bağlıdır. Merak ediyorum: Evrim perspektifinin, yani bu gezegende yüz binlerce yıldır süren insan deneyiminin sürekli farkında olmak nasıl bir şey? Bu kadar uzun bir tarihsel çerçeve hakkında düşünmek kişisel olarak sizi ve kendi hayat deneyiminiz hakkında düşünme şeklinizi etkiledi mi?GO: Ben Amerika’nın ortabatısındaki bir papaz evinde büyüdüm. Babam doğaya karşı bazı sorumluluklarımız olduğuna inanıyordu; pazar vaazlarında çoğunlukla doğayı sevip önemsemeyi salık verirdi. Çocukken doğal olarak bazı sorulara dini cevaplar aradım: Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Ama bir evrim biyoloğu olarak olgunlaştıkça bu ve benzeri sorulara giderek daha çok bilimsel cevaplar aramaya başladım. Şunu anladım ki, kavrayışımız daima eksik kalacak olsa da, bilimsel yöntemler önceden kafa karıştırıcı bulduğumuz birçok süreci daha iyi anlamamızı sağlama kapasitesine sahip. Dahası, kendimi milyonlarca türden oluşan devasa “Hayat Ağacı”nın küçücük bir dalını teşkil eden bir türün mensubu olarak görmekten büyük bir keyif almaya başladım. Charles Darwin’in dediği gibi, yeryüzündeki hayata dair bu görüşte ihtişam var. Hayatın inanılmaz zenginliği, mahiyetini anlayabileceğimiz doğal süreçlerin sonucudur; onları ne kadar iyi anlarsak, bundan alacağımız keyif o kadar artar.
https://mindshapedbox.wordpress.com/2014/05/12/an-interview-with-behavioral-ecologist-gordon-orians-explains-our-innate-loves-and-fears/