‘Hayalperistanbul’ adlı uzun öyküsüyle 1999 Gençlik Kitabevi Öykü Ödülü’nü, ‘Kâh ve Rengi’ dosyasıyla 2000 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü, ‘Nokta’ adlı öyküsüyle 2002 Haldun Taner Öykü Ödülü ikinciliğini, Bak Hâlâ Çok Güzelsin ile 2005 Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü ve Sanki Yarın Nisan ile 2006 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü alan Onur Caymaz’ın yeni şiir kitabı
Yaz Tarifesi raflardaki yerini aldı. “Kitabın bütününe yayılan yolculuk teması çocukluğumda çıktığım bu yolculuktan miras” diyen Caymaz
Yaz Tarifesi’ni “Gönül borcu” diyerek tanımlıyor. Caymaz’la kitabını konuştuk...
Bir şey olmuş, sadece bir şey ve sonrasında bu şiir kitabı yazılmış. Hatta o bir şey şiirlere parçalanmış. Ne dersin?İyi söyledin. Ben zaten bir şey olmadan şiir yazamam. Hani bir yere gidilecektir, akşamdan hazırlanılır. Her katlanan gömlek, valize tıkıştırılan her eşya heyecandır. Çünkü yolculuktur. Bu kitabı kurmaya başladığım günlerde, ömrümün en yalnız yoluna durdum. Klasik düşü nedir şehir insanının? Alıp başını bir sahil kasabasına gitmek değil mi? Bunu yaptım. Kostas Xatzis diye bir adamın şarkıları, o karanfilli cigaralar ve üç beş kitap. Buydu olan ‘bir şey’. Sonra o ‘şey’, bütün şiirlere dağıldı. Tüm gidişlerimden kalan kırıklar. Ayrılık, yalnızlık, arkadaşlık, anılardı o ‘şey’.
Şu dize beni doğrular: yeniden bir yolculuğa çıkıyorum. Sana yeni bir hayat armağan etmiş bu kitap.Evet! Her kitap, yeni bir hayattır. Kitap, ne kadar planlı bir bütünlükse o kadar da karşımıza ne çıkaracağını bilemediğimiz bir boşluktur. Yeni aşk, başka iş, eski semttir. Uzun zaman bilişim sektöründe çalıştım. Aynı dalda lise ve üniversite eğitimi. 17 yıl. Öyle bir süreçti ki; onun hayatıma getirdikleriyle yaşayamayacaktım artık ve gittim. İlk kez kendim için bir şey yaptım. Edip Cansever der ya; insan yalnız çıktığı yollardan iyi haberlerle döner diye, öyleydi.
Çünkü tükenmiştim, bitmişti her şey. Böyle olunca ışığınız söner, renginiz yiter, ufaktan bir ölümdür bu. İnsan öyle garip ki kendisi için neyin doğru olup olmadığını bile yaşamından çıkardığı şiirle bulur sonunda.
Kitabın adı Yaz Tarifesi ama, kitapta bu isimde şiir yok. Ne demek istedin bu seçimle?Haziran. Mavi Marmara vapuru. Çocuktum. Anneannem, teyzemin kızı ve ben. Avşa’ya gidilecek. Yaş 17. Vapurun en üst katı, dışarı çıkıyorum. Bir balo salonundayım sanki. Mavi tahta masalar. Deniz. Geçip oturuyorum. Garson geliyor. Haydari ve bira söylemişim. Gerçek miydi düş mü, bilmiyorum. İlk içtiğim biraydı. Garipti. Yaz, rüzgârın teni, her şey bambaşkaydı. Bir daha hiç olmadı öyle. O vapura Tomris Uyar’ın günlüklerinde rasladım sonra. Hayatın gerçekliği sanattaydı. Avşa’ya indik. İkindi. İskele. Orada, bir cama yapıştırılmış küçük bir kâğıt, kırık bir yazı:
Yaz Tarifesi yazıyordu. Kitabın bütününe yayılan yolculuk teması çocukluğumda çıktığım bu yolculuktan miras. Gönül borcu diyelim.
Bir iki şiir hariç, içinde ince bir sızı taşıyan kim varsa, onları anlatmışsın. Senin de içinde bir yerler sızılanmış, eğer seni azıcık tanıyorsam.Öyle deme, kızıyorlar. Bu sızıyı, kederi, hüznü sevmeyen şairler biliyorum. Bu da bir seçim tabii. Lirizmi şiirden atmak için elinden geleni ardına koymayan insanlar; sevdikleri şiirlere baktığında mutlaka o ince duyguyu görecektir. Hem insan, kendi acısını bile anlatamayacaksa neye yarar şiir? Şiir bir deney midir? Ne dersin? Sızı tabii. Ben yazının tanrısına aşklarımı, arkadaşlıklarımı anlattım bu kitapta. Kapakta eski bir zamandır. Bir kadın, dikkat edersen, el sallıyor bir vapura. Bir gidene. Bir kadın. İnsan hep kadınlardan gidiyor bir yerlere; dostluklardan, kardeşlikten gidiyor. Bu kitaptaki şiirlerin hepsi birilerine ithafen yazılmıştı. Bu konuda cömertimdir. Herkese dağıtırım her şeyi. Kolay sever, çabuk hayran olur, hemen kırılırım. Hiç unutmam ama... Bağışlamam da. O nedenledir ki zamanla insanlara şiir ithaf etmenin gereksizliğini öğrenip sildim tüm ithafları. Sızıya döneyim. O ki insanın düpedüz kendisidir. Düşünce tarihi dediğimiz şey, biraz da o sızılıların, yalnızların tarihidir üstelik.
Bir yazarın, yazarken yalan söyleme özgürlüğü olmamalı mıdır?Hoş bir anı: Bir üniversitede söyleşi, imza. Bir hanım yanıma gelip soruyor: Solgun Bir Masal öykünüzdeki Murat şimdi ne yapıyor Paris’te? Gülümsüyorum, Paris’te değil ki Murat, Kurtuluş’ta, evinde, o sadece öyküydü, diyorum. Ardına bile bakmadan çekip gidiyor kızarak. Yazınsal gerçeklikte yaşıyordu çünkü. Proust’tan bir örnek. Kayıp zamanı yazarken bir gün, odasında hüngür hüngür ağlarken buluyorlar üstadı. Hayrola, diyorlar. Öldü, diyor. Kim, diyorlar. Kahramanlarından birinin adını söylüyor. Yazan o, öldüren o, buna inanıp ağlayan o. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yalan bahsinde benim derdim şudur; bir yazar, kendi inanmadığı şeye, başkasını inandıramaz. İnandığı şeyse zaten çoktan gerçek olmuştur. Yazı bile olsa.
Birgün’de haftalık yazılar yazıyorsun; kızgın, kırgın bazen sert. Yaz Tarifesi ise, senin daha durgun zamanlarından çatılmış gibi...Aslında birbirinden ayrı zamanlardaki ruh hallerim değil bunlar. Tek bir zamanda, içimde yer eden her şey. Hepimiz, hepsini barındırırız. Kimi gizli, kimi aşikâr... Benim yazarken ve yaşarken, sahicilik gibi bir derdim var. Yazı bir onur işi benim için. Böyle olunca hayata karşı olan tavrınız keskinleşir. Sevinince çok sevinen, kızınca da çok kızar. Sanat biraz da her şeyiyle ‘çok’ olan insanların işidir. Zamanla büyüyüp olgunlaşmak denilen o kütlük, bir yanlarınıza bulaşırsa yazı falan yazamazsınız. Kalemin ucu hep sivri olmalıdır.
Yaz Tarifesi‘ndeki durgunluksa şiirlerin maviliğinden, yazdan, sakız liköründen, kitapta bir yerde saklanmış Leman Sam’ın, Alexiou’nun esrik sesinden kaynaklanmıştır. Yoksa ben her zaman bu kitaptaki gibi serin, huzurlu, ‘mavi bir çocuk’ değilimdir...
Çok genç yaşta, adın dergilerde göründü. Çok yazdığın da söylenebilir. Genç yaşına rağmen hatrı sayılır yazdıklarının. Neler görüyorsun dönüp şu son on yıla baktığında?Çok mu yazıyorum? Bir yazarın, yazmaktan gayri işi nedir? İnsan her şeyden önce beğenilmek için yazıyor. Kim ne derse desin böyle bu. Yoksa yayınlamanın ne anlamı var? Geriye dönüp baktığımda, edebiyatımızın son on yıldır, okuduklarımdan bildiğim önceki dönemlere kıyasla, daha büyük bir habasetten beslendiğini görüyorum. Gördüklerim hep birtakım insanların hırsları, yalanları, iktidar çabaları ... Yaranmalar, yalnız bırakılmalar, haklı ve haksız bulunuşlar, yok sayılışlar. Kendimi bunların kimi zaman tam ortasında, kimi zaman birilerinin safında, kimi zaman da çok dışında bulmuşum. İlk şiirim 15 sene önce yayımlandı. 32 yaşındayım. O ilk zamanlar, sanatın en temiz kalan yer olduğunu düşünürdüm. Gördüm ki sanat yaparken temiz kalabilmek, en zor işlerden biriymiş. Bir de sevdalar görüyorum hep. Bir şeyi yazarken duyulan o onulmaz sevdalar. Ondan vazgeçebilse insan, adam gibi bir hayat kurar kendine. O heves var ya o heves... Hep o...
Geçmiş zaman yazarlarına vefanı biliyorum. Onların etkisi var şiirinde ama sen daha çok bir halkanın şiirini örüyor gibisin. Kimlerin nazarı var senin şiirinde?Yaşayanlardan bahsedeyim. Yoksa nostaljik diye burun kıvırıyorlar. Oysa yazarlık bir zaman dilimi değildir. Yazarlık tüm zamanları kapsar. Nelerin nazarı?.. Hüseyin Peker’in, askerliğimi yaparken armağan ettiği şiir var. Selim İleri’nin bir çırpıda al oku, bunlar senin dediği bir deste kitap. Ahmet Oktay’ın ustalığı. Hulki Aktunç’un nefis demli çayı. Murathan Mungan’ın güzelim öyküleri. Ahmet Erhan’ın o kış günü taktığı bere. Necati Tosuner’in inceliği. Zaten ben artık sadece bu incelikleri görmeyi tercih ediyorum. Gerisi boş laf.