Demet Parlar, "'Zihnin Ucu Bucağı' üzerine", gazetekarinca.com, 27 Ocak 2019
Riccardo Manzotti ve Tim Parks… Ne yalan söyleyeyim, daha önce isimlerini duymamıştım. Oysa romancı ve denemeci Parks’ın Manzotti ile yaptığı Zihnin Ucu Bucağı isimli söyleşi kitap Metis Diyaloglar serisinden 2018 yılında yayınlanmış.
Filozof ve robotik mühendisi Riccardo Manzotti ile yazar Tim Parks Milano’da aynı üniversitede çalışıyorlar ve çok iyi arkadaş oldukları sohbetlerinden anlaşılıyor.
Kitap, Parks’ın günlük sohbetlerini konu odaklı bir diyaloğa çevirme önerisiyle ortaya çıkmış. Gerçekten sistematik bir şekilde sürdürülen bu söyleşiyle “zihnin” ucunu bucağını farklı bir bakış açısı rehberliğinde geziyor ve tanıyorsunuz.
Söyleşi 15 bölümden oluşuyor ve bölüm başlıkları bu gezintinin ne denli ilginç olacağına dair ipuçları veriyor. İşte bazıları;
Bilincin Rengi
Bilgi/Enformasyon Kokar mı?
Dondurma Sorunu, Ben Elma mıyım ?
Kasırganın Ortasındaki Zihin
Direksiyonda Kim Var?
Kafamızın Dışındaki Rüyalar
Bilinç Testi?
Pizza Düşünce Deneyi
Kelimeler Nerede?
Bilincin bir başka deyişle zihnin ya da ruhun doğa bilimleri yöntemleriyle anlaşılabileceği kabulü son yirmi yılda beyin fonksiyonlarıyla ilgili ileri görüntüleme ve inceleme tekniklerinin gelişmesiyle birleşince nörobilim alanında çalışmalar çok arttı. Birbirinden çok farklı görüşler ve hipotezler ileri sürülüyor ancak henüz ortak kabul gören bir tez yok.
Yalnız nörobilim alanında çalışan neredeyse hemen herkes zihin-beden ayırımına dayalı klasik ikiciliğin (Kartezyen düalizm) geçerli olmadığı, yani zihin ve bedenin-beyin ve bilincin- iki farklı töz olamayacağı konusunda hemfikir. [1] Manzotti de bu temel anlayıştan yola çıkarak çok özgün bir tez geliştiriyor. Zihnin Ucu Bucağı kitabında Tim Parks’ın yorumları ve sorularıyla Manzotti, tezi kadar günümüzde üzerinde en çok durulan ve önem verilen bilinç tezlerini de birlikte tartışıyor.
Nörobilim alanında özgün tezler üreten bilim insanlarına ve filozoflarına baktığımızda bir çoğunun üçüncü kültür insanı olduğunu, doğa bilimcilerin felsefeyi, felsefecilerin de Manzotti örneğinde olduğu gibi fizik ve yapay zekâ kadar nörolojiyi de çok iyi bildiğini görüyorsunuz. Bu işbirliği ve geniş kavrayış olmadan bilincin doğası, ne olduğu anlaşılamayacak gibi görünüyor. Einstein, “Zihnin yarattığı sorunları, o sorunları yaratan zihin düzleminde kalarak çözemeyiz” diyerek problemleri çözmek için kavrayış ve anlayış değişikliğini, bir anlamda kendi düşünce yapımızdaki paradigmalarımızı ve ön yargılarımızı kırmak gerekliliğini hatırlatıyor bize. Manzotti de paradigmanın dışına çıkmayı öneriyor.
“Belki de yapmamız gereken, bilincin dünyanın temsili olduğu fikrinin ötesine geçmektir. Belki bilinç gerçekliğin ta kendisidir. Veya belki en başta ima ettiğim gibi, bütün bu tartışmanın arkasında yatan özne-nesne ayırımını bir kenara bırakmamız gerekiyordur.”
Bilinçle ilgili en popüler iki teori olan “global nöronal çalışma alanı-GNW” ve “entegtre bilgi teorisi-IIT” dahil, bilinç ve beyin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışan tüm nörobilimcilerin “derin bir yanlış anlama” içerisinde olduklarını iddia ederek çok farklı ve çarpıcı bir tez öne sürüyor Manzotti.
“Nesneyi başka bir nesneyle ilişkisi sayesinde vücut bulan bir şey olarak tanımlıyorum… Bu anlamda taşları, böcekleri ve romanları aynı seviyeye koyabiliriz… Biz de nesneyiz ve diğer nesnelerle ilişkilerimiz aracılığıyla bir şeylerin olmasını sağlıyoruz.”
Aynı fiziksel gerçeklik parçasının, ilişki içerisinde olduğu nesneye bağlı olarak farklı olduğunu şöyle açıklıyor;
“Elma yuvarlak ve kırmızıdır ama eline alıp gözlerine yaklaştırdığında belli bir ağırlığa sahip kaygan katı bir şeyden ibarettir. Farklı bir nesne. Arabanın hızını yola göre ölçtüğünde farklı bir sayı çıkar, ikinci bir arabaya göre ölçtüğünde başka bir sayı. Arabanın hızını bir kuşa, aya, geçen bir uçağa, uzaktaki bir uyduya göre ölçtüğünde her seferinde farklı çıkar. Hız fiziksel bir özelliktir ama bu özellik arabamızın ilişki içinde olduğu nesneye bağlı olarak değişir. Farklı özellikler söz konusuysa ortada farklı bir nesne var demektir. Çünkü varoluşun göreli olduğunu fark ettiğinde, çoklu olduğunu da fark edersin, daima bir gurup atomdan oluşan aynı nesne, hangi nesneyle ilişki içerisinde olduğuna bağlı olarak aynı anda farklı şeyler olabilir.”
Bu durumun öznel deneyimden farkını da açıklıyor Manzotti; “Öznel kelimesi bir insanın, deneyimini bir şekilde kendisinin yarattığını ve belki başka bir şekilde de yaratabileceğini ima ediyor. Ama kırmızı bir trafik ışığı gördüğümde başka bir renk görmeyi seçemem. Gözlerimin, fotoreseptörlerimin ve görme korteksimin doğası öyle ki, bu fenomenle karşılaştıklarında sonuç kırmızı oluyor. Ve kırmızı orada caddede; benim beynimde değil. Renk öznel bir deneyim değil göreli bir nesne. Deneyimim de, bedenimle ilişkili olarak o renk olan nesne.”
Ve Parks’ın sorularına, itirazlarına rağmen tezini savunmaya devam ediyor: “Beden bir etki deneyimlemez. Deneyim elmanın kendisidir, elma da bir etkinin nedeni. Bedenim bu atom kümesinin bedenimde bir etkinin nedeni haline gelmesine izin verir. Böyle bir neden göreli nesnedir, elmadır ve aynı zamanda deneyimimdir.”
Manzotti batı düşüncesinin bilinci çağdaş materyalist görüşe göre sinir aktivitesiyle özdeş olarak tanımlamaya çalıştığını kendisinin de bilinçle dünya arasında var olduğunu düşündüğü özdeşliğe farklı bir yaklaşım getirdiğini söylüyor: “Tek yaptığım, özdeşlik için yeni bir adayda karar kılmak: fikirler ya da nöronlar yerine dünyanın kendisi.”
Manzotti’nin tezi çok ilginç ama doğa bilimleri yöntemleriyle desteklenebilir bir özellikte değil gibi görünüyor. Aslında o da tezini kanıtlayamadığını kabul ediyor: “Şu noktada kanıtlayamam. Sinir bilimciler de deneyimin kafada ‘yaratıldığı’ iddiasını ne çürütebiliyor ne de kanıtlayabiliyorlar. Ama unutmayalım ki, bir hipotez ortaya atıp ona uygun tahminlerde bulunarak ve onu kanıtlayan ya da çürüten deneyler tasarlayarak bilim yaparız.”
Evet, Manzotti böyle demekle birlikte bütün deneyimlerin, bedenimizle bir nedensellik ilişkisi içerisine giren şeylerden oluştuğu varsayımına dayanan bir hipotez geliştirdiğini ve bu hipotezin çürütülmesinin de zor olduğunu belirtmekten geri kalmıyor: “Biri bedeniyle hiçbir zaman nedensellik ilişkisi içine girmemiş öğelerden oluşan bir deneyim yaşasa ve bu durum kanıtlanabilseydi teorim çökerdi.” Çok zor hatta “imkansız” gibi değil mi?
Tim Parks’ın bilinç hakkındaki düşüncelerimizin, kim ve ne olduğumuz hakkındaki düşüncelerimizle bir ve aynı olduğu bu nedenle birbirimizle ve dünyayla ilişkimizi kaçınılmaz bir biçimde etkilediği tespitinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında bilim tarihinde paradigma değişikliğine yol açan büyük buluşların dünyayı ve kendimizi algılamamızı ve kavrayışımızı değiştirdiğini görüyoruz. Örneğin Kopernik’in güneşin dünyanın çevresinde döndüğü ve dünya merkezli evren yanılgısını kırması Aydınlanma’nın ilk taşlarını döşeyen bir kavrayış farklılığı getirmişti. Darwin doğa ve diğer canlılarla ilişkimizdeki narsistik büyüklenmeci duruşumuzu bozdu ve bizi doğaya yakınlaştırdı.
Kopernik devrimiyle oturduğumuz, Kartezyen düşünce ve Aydınlanma ile taçlandırdığımız özel konumumuzu ilk önce Darwin sallamaya başlamıştı, hatta DNA’ya dair bilgilerin artması ve insan genom projesine [2] rağmen henüz özel konumumuzu tam anlamıyla bırakmış değiliz. Hala bir anlamda dünyayı ve evreni insan ve diğerleri diye ikiye ayırıyoruz, doğa bilimlerinin yöntemleriyle ulaşılamayan bir “zihin” halesiyle çevrili “insan” olarak kendimizi çok önemsiyoruz, doğayı yönetmeye ve hükmetmeye çalışıyoruz.
Oysa bakın Manzotti sözlerini nasıl bitiriyor; “Bizler bedenimizi sarmalayan dünyayız ve bilinen haliyle bedenimizin kendisiyiz; bizler gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz nesneleriz. Gerisi hava civa.”
Ve Freud’un dediği gibi bilim bir kez daha inanmak istemediğimiz şeylere inanmamız için bizi zorluyor. Dünyanın düz olmadığını, evrenin merkezinde durmadığımızı, en yakın akrabalarımızın şempanzeler olduğunu kabul etmekte zorlandığımız gibi bir doğa nesnesi olduğumuzu kabullenmekte zorlanacağız gibi görünüyor. Er ya da geç, yıllar önce İKSV Tiyatro festivalinde izlediğim bir oyunda [3] söylendiği gibi “İnsan öldü!” demenin vakti geliyor sanırım. Ne dersiniz?